Ömer Baykar: Şıklık Para Değil Kendini Keşfetmektir

Gösteriş yapmayan insanlara dikkatli bakın, her birinin mutlaka bir meziyeti vardır.

SÖYLEŞİ: BETÜL DURDU

Popüler bir söz var: Moda insanın kendine yakışanı giymesidir. Bugün bu sözü nerede görüyoruz; ya da bu söz hâlâ geçerli mi? Yoksa moda günümüzde insanın kendine yakışanı giymesi değil de reklamlarda, billboardlarda gördüklerini taklit etmesi hâline mi geldi?

Öyle oluyor genellikle. Üstelik modacıların takdim ettikleri dış giyim üzerine konuşursak eğer, bu çok çabuk kabul görüyor. “Hemen ilk ben giyeyim” diye bir heves var. Bu doğru bir davranış değil. Sizin de dediğiniz gibi öncelikli olan insanın kendine yakışanı giymesidir. Çünkü eğer şık bir görüntü vermek istiyorsanız çevrenize, ki bence şıklık beden dilinin de bir parçasıdır, öncelikle giysilerin bedeninize yakışıyor olması lazım. Sonra mevsime uygun olması lazım, sonra yapacağınız işe ve gideceğiniz yere uygun olması lazım. Bu uyum olmadıktan sonra giyimde şıklık sağlanmaz. Şıklık sadece giyimle olmaz, bu şıklığı destekleyen bir davranış şıklığı da olmalıdır. Buna nezahat denir. Bu şıklık bir de dilinizde olmalıdır, buna da nezaket denir. Bunların hepsi beraber varsa anlamlıdır. Yoksa kapri pantolon parmak arası terlik bir de atlet giyerseniz üzerinize bu modadır, yaz aylarında çok tercih edilen fakat plajların dışında hiçbir yere uymayan bir kıyafettir ama artık camilerde bile görmeye başladım. Üstelik adamın yanındaki kadın üç kat tesettürlü üstelik kucağında çocuk var öbür eliyle de arabayı itmeye çalışıyor, yanında da kocası olduğunu tahmin ettiğim adam atletini giymiş kapri pantolonlu parmak arası terlikle kollarını rahatça sallayarak “Mümkünse biriniz beni döver misiniz?” der gibi yürüyor. 

Gerçekten dediğiniz beni de çok rahatsız ediyor, eşitlikten bahsetmiyorum adaletten bahsediyorum. Kadıncağız otuz-otuz beş derece sıcakta kavrula kavrula yüküyle dolaşırken adamın bu kadar rahat olması ve plaj kıyafetini sokakta giyiyor olması rahatsız edici. Kadın haşemayla çıkmıyor mesela sokağa.

Bu bir giyim kuşam rahatlık meselesi değil edep meselesi. Birlikte bir yere gidilecekse eşler arasında da kıyafetlerin birbirine uyumlu olması lazım. Mesela bir aile toplantısına giderken, birazcık rengi uysun kumaşı uysun. Her yerde aynı kumaş da giyilmez. Yemek yiyeceğiniz yer bir deniz kenarı mı restoran gibi kapalı bir yer mi? Bütün bunları düşünüp yapmak lazım. Ve bütün bunlar yapılırken insanlar beni beğensin diye yapılmaz. Aynaya baktığında kendini memnun edecek bir görünüşe sahip olmak için yapılır. Bu dolaylı olarak çevreye de bir mesajdır. “Ben böyle biriyim, hakkımdaki kanaatiniz şöyle olsun.” mesajını verir. 

Eski İstanbul fotoğraflarına baktığımızda, erkekler takım elbiseli, kadınlar güzel giyinmiş ve abartılı değil hiç kimse.

Şıklık bu. Eğer gideceğiniz yer orta hâlli bir düğünse oraya çok şık gidilmez ayıptır. Mesela çok kıymetli takılarınız varsa ve gideceğiniz aile orta hâlli bir aileyse o takılar takılmaz Katılacağınız cemiyet neyse ona göre giyinilir. Hele kız istemelere asla şıkır şıkır gidilmez çok ayıptır, hatta kızı vermezler.

Evet, şimdi bakınca her şeyde çok şatafatlı bir hâl mevcut. Maddi imkânı olmadığını bildiğimiz insanlar bile aşırı gösterişli giyiniyorlar.

Çünkü toplumda kendini ifade edecek başka bir yolu yok. Gösteriş yapmayan insanlara dikkatli bakın, her birinin mutlaka bir meziyeti vardır. Her birinin bir sanatı, memuriyeti var. Her biri toplumda bir sosyal konuma sahip ve bunu korumaya çalışıyor. Kendini kanıtlaması için elbisesine ihtiyacı yok. Dış görünüm onun için önemini kaybetmiş.

Bir yerde okumuştum: Fakirlerin zenginliğe dair ilk gördükleri yer otel lobisi olduğu için eğer bir gün zengin olurlarsa bütün hayatlarını otel lobisi gibi dizayn ederler. Mesela şu an sosyal medyaya düşen bazı görüntülere baktığımızda, evler yaldız içinde âdeta minik bir düğün salonu gibi. Onlar için ne diyeceğiz?

Görgüsüzlük diyeceğiz tabii. Başka açıklaması yok. Birtakım şeylerin güzelliklerin hayatında olmasını istiyor. Bu güzellikleri elde edebilecek maddi güce de sahip ama seçmeyi bilmiyor çünkü görgüsüz. Kendisine sunulanı alıyor. Onları ben de görüyorum mesela o hat levhaları vesaireler.  Züccaciye gibi dükkanlara giriyorsun bir hat koymuş oraya, dünyanın en kötü hattı. Çengelköy’de iki tane lahana çeşmesi vardı. Kaldırımın altında kalmış boyamışlar üstünü. Bunun üzerine gittik biraz. Orası restore edildi, çok sevindim. Bir gittim ki lahanayı yeşile boyamışlar üzerinde de sarı yazı. Ne yaptınız, dedim “Abi lahana yeşil ya” dediler ulan bu yeşil değil o silin onu dedim. Sildirdik çok şükür orijinal hâline döndü. Gazetecilik yaptığım dönemde 2010 yılının Kurban Bayramının birinci günü Süleymaniye’nin restorasyonu bitti ve açıldı. Hatta reis bayram namazını orada kıldı. Ben dördüncü günü gittim restorasyon hatalarını çekeyim diye. Arkamda bir gürültü koptu. Restorasyon hatasından dolayı avize kopmuş. Sonra yerler süpürüldü güvenlikler geldi. Vakit girdi namaza durduk. Ne yapayım ne yapayım bizim İsmail’i aradım dedim İsmail durum şöyleyken böyle. Böyle bir haber var dedim ben bilmiyorum abi dedi. Sonra adını veremeyeceğim başka birini aradım dedi ki abi onu restorasyon yapan şirkete satalım dedi en az on bin dolar. Ertesi gün bütün gazetelerde manşet. Faciadan dönüldü falan filan. Öyle de çekmişim ki yukardaki telin açılan yeri bile var. Bunu niye anlattım biliyor musunuz, görgüsüzlük böyle bir şeye doğru evrilir. Bir restorasyonda yapılması gereken şeyler vardır. Benim gördüğüm anladığım ve takip ettiğim kadarıyla bütün ihalenin şartlarına haiz bir yüksek mimar mühendis ihaleyi alıyor. Sonra o ihaleyi tanıdık bir taşeron firmaya veriyor. O taşeron firma da bir başka taşeron firmaya veriyor. Artık orada ne sanat değeri kalıyor ve bir şey. Bu düşen şey Kanuni Sultan Süleyman sefere çıktığında çadırın önüne koyulan 400 yıllık ahşap bir şey. Bunun üzerine de fazla düşünen olmadı. “Allah korumuş” şeklinde yorum yapıldı ve konu kapandı. 

Peki bu hassasiyet neden yok? Öğrenilebilir bir şey bu. Restorasyonun incelikleri üzerine milyonlarca yayın var, eğitim de var.

Bunun için derin bir ilme ihtiyaç yok ama sanat tarihi bilmek şart. Yetkili olsam iki dersi zorunlu müfredata koyarım: sanat tarihi ve adab-ı muaşeret. Bu ikisi yoksa hiçbir şey yok.

Siz eğitiminizi nasıl aldınız? Bilinçli bir eğitim miydi yoksa aileden, çevreden mi? Şimdiki insanlarda bu neden yok? Sizin yaşantınızla şimdiki neslin yaşantısı arasında nasıl bir fark var? Yani neden sizin zamanınızda oluyordu da şimdi olmuyor?

Bizim öğrencilik yıllarımızda dersler sadece sınıfla değil çevreyle olurdu. Müzeler gezilirdi ve sonra ödev verilirdi ne gördün diye. İyi olanların panoya asılması gibi çok değerli ödülleri vardı. Buralarda gezdikçe de insanın ilgisi mutlaka yönelmiş oluyor. Böyle olunca biraz da derine inmiş oluyoruz. Mesela Gombrich’in Sanatın Öyküsü diye bir kitabı vardır. Dünyanın bütün okullarında, eğer sanatla ilgileniyorsanız bu kitabı okuyacaksınız. Başka yolu yok. İlla bir okula gitmek, güzel sanatlar okulunun bilmem şu bölümünü bitirmek şart değil sanattan anlamak için. Orada okursanız akademik kariyer yapmış olursunuz. Okumak gerekiyor, önce ilgi alanlarını belirleyip sonra onun üzerine biraz çalışmak gerekiyor. 

Şu an gençlerin veya orta yaşlı insanların kılık kıyafetlerini belirlemesinde genellikle internet ve sosyal medya etkili oluyor. İnsanlar görüyorlar ve yapıyorlar. Peki sizin zamanınızda nasıldı? Televizyonla bir irtibatı var mıydı giyinmenin? Bir moda veya yeni bir akım nasıl geliyordu size?

1964 yılında Türkiye’yi ve hatta dünyayı yerinden oynatan Batı Yakasının Hikâyesi diye bir film vardı. O filmle birlikte biz moda ve günlük kıyafetlerle tanıştık. O zamana kadar ne bulursak giyiyorduk. Üstelik de alışveriş şekilleri böyle değildi. Gidersin beğendiğin bir şeyi alırsın babam verecek der çıkar gidersin. Mevzu bu kadar basitti. Ayakkabı eskimeden yeni ayakkabı alınmaz. Böyle bir şey yok.  Yakası yırtılırsa diye gömlekler iki yakayla satılırdı. Yani yedek yakası vardı. Kullanılmaz hâle gelince artık yer bezi yapılır ve size yeni gömlek alma hakkı doğar. Gidersiniz falanca abiden filanca amcadan bir gömlek alırsınız. Ve bunlar genelde okul zamanı olur. Ama o filmi seyrettikten sonra işte kısa bot ayakkabılar, dar paçalı pantolonlar, kısa ceketler, dar gömlekler ve davranış biçimleri birdenbire geldi. Ben de pek çok kişi gibi defalarca seyretmişimdir o filmi. George Chakiris vardı kıyafetleri siyah. Ertesi gün Beyoğlu’nda bir çıktık herkeste siyah kıyafetler, bot ayakkabılar… Sonra bir de saç modelleri çıktı. Saçlar şöyle yukarı doğru taranıyor. Üzeri dümdüz kesiliyor. Biz ilk kez modayı o zaman anladık.

Altmışlarda bir de Kennedy rüzgârı vardı. İlk defa bir Amerikan başkanı ve eşinin popüler ikonlar hâline geldiğini gördük. 

Kadınları çok etkiledi o. Jacqueline Kennedy’nin giyim kuşamı da çok moda olmuştu. Döpiyes o zaman ilk defa giyilmeye başlandı ve çok tutuldu. Hemen hemen tüm iş yerlerinde kadınlar giymeye başladı. Döpiyes ondan önce de vardı tabii ama ölçüleri farklıydı. Biraz daha diz altı, yırtmacı olmayan daha muhafazakâr bir görüntüsü vardı. Ölçüleri, rengi değişti. Modayı etkileyen tabii pek çok faktör var. Ünlü aktörler, işte o zamanlarda bahsettiğim gibi bir film, bir siyasetçinin duruşu bunları belirliyordu. Ama artık böyle bir şey yok. Hatırlarsanız televizyonun birinde kepaze bir program vardı. Ne giysek acaba diye rezil bir şeydi ve maalesef bugünkü aşırılıkların da bence başlangıç noktası odur. Çünkü orada insanlar birbirlerine karşı kıyafetlerini savunmak için o kadar saçma sapan şeyler söylediler ki! Onları değerlendiren jüri de apayrı bir vakaydı. Modanın öncülerinin içinde yer alan insanların eşcinseller olduklarını söylemiştim. Bu öylesine yayıldı ki televizyonlarda, hangi televizyon programı olursa olsun bir tane meşhur kevaşe  ve bir tane eşcinsel mutlaka var. Böyle bir konsept oluşturulmaya başlandı. Bunun başlangıç noktası yanılmıyorsam 90larda Tansu Çiller başbakan Yıldırım Aktuna sağlık bakanıydı. Dünya eşcinseller başkanı, Türkiye’ye geldi. Bugün geldi yarın Yıldırım Aktuna ile konuştu ertesi gün dönerken havaalanında bir basın toplantısı yaptı. Şu sözleri söyledi: Türkiye’deki eşcinsellerin ve diğer grupların sosyal hayatta yer alamadıklarını müşahade ediyoruz. Eğer üç ay içinde bu insanlara imkanlar tanınmazsa Türkiye’de bulunan yüksek rütbeli generallerle üst düzey bürokratlar arasındaki gizli eşcinselleri açıklayacağız. Bunu dedi gitti adam. Sonra ne oldu? Fatih Ürek bilmem ne programı Kuşum Aydın bilmem ne programı Cemil İpekçi bilmem ne programı sunmaya başladı. Ama işin korkunç tarafı neresi? Yüksek rütbeli generallerle üst düzey bürokratlar. Ulan noluyoruz? Yozlaşmanın temeli bu. Bu gizli saklı bir şey değil bu olay belli adamlar belli. Niye bunlar bu kadar aramıza girdi? Turkcell uygulamasından bir arama yapıyorum “Onur Ayı hayırlı olsun” diyor. 

Kıyafetlerin mekâna özgünlüğü kalmadı. Üniformalar dışında. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Eskiden bu dikkat edilen bir şey miydi? Şu an çok dikkat edilmiyor ama, bu zevkle alâkalı bir şey mi ekonomiyle alâkalı bir şey mi?

Hayır ekonomiyle alâkalı değil. Şıklıkta esas olan temizliktir. Her şeyden önce temiz olacaksın. Bir tane kıyafetiniz olur bununla her yerde giyebilirsiniz ama temiz olduğu sürece. Hatta daha ileriye götüreyim bunun parayla ilgisi olmayan bir şey olduğunu belirtmek için. Kıyafetin küçük hataları için örücüler vardı. Bunlar yırtılan kumaşı hiç belli olmayacak şekilde örerler. Bahsettiğim şey sadelikle sınırlı. Sadeliği koruyabilmek için illa on tane takım elbisesi olması gerekmez bir insanın veya yirmi tane gömleği. Bir tane gömleğin olur, akşam yıkar sabah giyersin onu. Bunu kimse yadırgamaz. Yadırganacak bir şey değildir. Üstün başın leş gibi ama modaya çok uygunsa, şıklıktan söz edemeyiz tabii ki. Ve bu para işi değil. Bakın bugün Türkiye’de parayı nerden buldukları şaibeli olan televizyon sahiplerinin giyimlerine bakın. Parmak arası terlik, yaz kış kapri pantolon, siyah tişört. Bu nasıl yaşamak? Paran var git giyin. Bir kere giy sonra at. Anlamak mümkün değil. Cem Yılmaz aynısı. Gider bir tane aynı tişörtten alır üşendiği için. Neye üşeniyorsun? Bir tane adam tutarsın sabah uyandığında neler giyeceğini eline verir biter gider. Bunlar zevksizlik, görgüsüzlük, banellik. Önemsememek. Sanki çok daha yüksek değerlere sahipmiş gibi bir hava vermek. 

Önceden şehirler arasında da sanırım bir kıyafet farklılığı vardı. Mesela Konya’da merkezde yaşayan insanlarla İstanbul merkezde yaşayan insanlar arasında bir farklılık var. Bugün o yok.  Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?

Benim bu yerlerde en net tespit edebildiğim, bugünkü modaya uygun kıyafetleriyle Erzurumlu bir çocuk İstanbul’dan o kıyafetlerle köyüne gitse döverler. Ben otogarda üstünü değiştiren insanlar gördüm. Konya otobüsüne binecek mesela üstünü değişiyor çünkü tanıdıkları var böyle olmaz. Efendime söyleyeyim yöresel kıyafetler böyle efe kıyafeti cepken mepken değilse bile o yörede kabul edilmiş pantolonun ölçüleri üç aşağı beş yukarı belli. Terziler zaten ona göre kendilerini belirlemişler. Nereden geldiği nereye gittiği belli. Şalvar diye pantolon türü vardı, hâlâ giyilir ama artık entelektüel bir hava versin diye kullanılır oldu. Dar paça, üstüne gömlekle köye gitmek zor. Bizim gençliğimizde blue jean yoktu. Fakat biz de Batı Yakasının Hikayesi’ni seyretmiştik bunun için giymemiz gerekiyor. Yalova’da Şahintepe’de Rusya’dan gelecek bir tehlikeye karşı radar üssü var. Burada oturan askerlerin evlerinden kot çalınır. Çuvala üç dört tane kedi konur, yıkanıp asılmış kot pantolonlar tespit edilir. Kedi ensesinden tutularak kot pantolonun üstüne atılır. Kedi pantolona tırnaklarını geçirir ve kedi bir tarafa pantolon bir tarafa. Kot pantolonu alır Terzi Ali’ye götürürsün. Terzi Ali onu alır senin üstüne göre yapar. Sonra white jean diye bir moda çıktı. Un çuvallarının da o zamanki kumaşıyla aynı. İki un çuvalı alınır geceden kireç kaymağına yatırılır, kurutulur ve ertesi gün terziye. O zaman İspanyol paça meşhur. Baldır kısmı dize kadar tamamen dar dizden sonra çok açılıyor. 32 santim paça. Paçaların ucuna da küçük kurşunlar konur. Yürüyüşü de çok havalı. Ben de bir gün bir tane white jean diktirdim kendime. Sabahleyin giydim sokağa çıktım abimin arkadaşları ne bu lan yaptılar bana, öğleden sonra çıkardım bir daha da giyemedim. 

Peki bu kültürü koruyan bir şey mi yoksa boş bir delikanlılık olarak mı görüyorsunuz? Yani iyi bir şey mi sizi uyarmaları? 

O hâlâ devam etmeli. Bu yanlış davranışı mahallenin abileri uyarır “Oğlum ne yapıyorsun?” diye. Sigara içerken yakalandıysan o akşam eve gidemezsin. Sigara içerken yakalandığında ailede sevilen genç kızlardan birinin evine gidilir. Ağlarsın biraz numaradan. Sigara içiyordum babam gördü diye. Bir iki gün orda kalırsın, baba yumuşatılır. “Bir daha görmeyeyim” şeklinde atlatırsın onu. Ama bu mahalle kültürü çok önemli. Şimdilerde yok. Az miktarda Çengelköy’de var bu. Çünkü biz birbirimizi tanırız. Eş dost, sana hayatı dar etmeden, senin hayatını düzenlemene yardım olur. Burada önemli olan kavram ise şahsa göre münasiplik, uygunluktur. 

Bir de size Beyoğlu’nu sormak istiyoruz. Beyoğlu’nda takım elbise giymeden çıkanları dövüyorlar diye bir mecaz var. O hassasiyet var mıydı?

Ya da Beyoğlu bir mekân olarak neden bu kadar sert bir dresscode’a sahip?

Beyoğlu kültür merkezi o zamanlar. Sinemaların tiyatroların hepsi Beyoğlu’nda. Tiyatro ve sinema için de şöyle yani hadi bu akşam sinemaya gidelim, diye bir şey yok. On beş yirmi gün önceden bilet alacaksın. Ulaşım sıkıntıları olduğu için özellikle Beyoğlu’ndaki 21.15 matinesine gitmek için evden 18.00’de çıkarsın. Büyük ihtimalle yemek yememişsinizdir, bir yemek faslı olur. Vakit geçirmek için tur atılır. Sonra artık vakit geldiğinde oturur filmini seyredersin ve çıktıktan sonra da onun tartışması yapılır. Çünkü arkadaşlarla gidiliyor zaten. Sanatsal eleştiriler olur. Eğer bu tartışma 12’yi geçerse yandın. Çünkü vapur seferleri biter. Orada kalırsın. Kaldın mı yapılacak tek şey var. Tünel- Taksim arası saat 6’ya kadar yürümek. 

Şimdi mesela günümüzde bir genç sevdiği biriyle buluşmaya gidiyor karşı tarafa sevgisini ifade edebilmesi için nasıl giyinmesi lazım? Sizin döneminizde bunun adabı usulü nasıldı? 

Bir, pastanede karşı karşıya tatlı falan sakın ha abisi görürse fena dayak yersin. İki, berberden başlar. Bir gün öncesinden berbere gidilir saç sakal toparlanır. Arkadaşlardan kıyafet toplanır. Ayakkabı ceket pantolon ne ihtiyaç varsa hepsinin en iyisi neyse en güzel kimde ne varsa o günlük ondan o alınır. Buluşma yerine mutlaka yarım saat önce gider. Bir ağaç arkasında saatine de bakarak bekler. Kız genellikle gelmez ama hadi geldi diyelim, birkaç pastane vardır gidilecek. Kadıköy’de Bayram Pastanesi var mesela bahçeli. Bayram Pastanesi’nin bahçesinde bir masada karşılıklı oturulur. Es kaza herhangi bir şekilde de eli eline değdiyse bir büyük macera başlamıştır. Öyle sarılmak falan yok. Çünkü o bir evlilik başlangıcıdır. O buluşmanın başka bir anlamı yok, takılalım falan. On sekiz yaşında da olsa elli yaşında da olsa o buluşma bir evlilik başlangıcıdır. Eğer buluşmalardan sonuç alındıysa mektuplaşmalar başlar çok sık buluşulamaz çünkü. Mahallenin fırlama çocuklarından bir tanesine mektup verilir bir miktar para verilir ve o mektup kıza ulaştırılır, cevabı beklenir. Geçersin kapının önünden günde üç dört kere. Oradan birisi der ki “Hop birader bir şey mi var geçiyorsun kapının önünden yabancısın”, yok abi geçiyorduk falan dersin fakat dayak da yersin biraz. Cevap gelirse ikinci bir buluşma teklif edilir. Eğer biraz da şanslıysan kızın yakın arkadaşıyla senin akraban tanışıktır, öyle olursa çok iyi olur. Ama en sonunda buluştuğunuzda çok tenha kırsal alanlara doğru veya varsa büyük parkların tenha köşelerine gidip mümkünse el ele tutuşulur. Ama ikinci üçüncü buluşmada. El ele tutuşunca bu artık bir söz gibidir. Namus meselesidir artık. Ben bir kız kaçırmaya kalktım. Bilmiyoruz ki kız nasıl kaçırılır. Bir taksi tuttum kıza haber gönderdim. Kızın komşusu bir erkek.  Benim arkadaşım. Dedim akşam sekizde geliyorum hazır ol. On yedi on sekiz yaşlarındayız. Allahtan olmamış. Sen git bu salak çocuk bunu Makbule’nin annesine ver. Makbule kızın adı. Ben akşam sekizde arabayla evin ordayım. Büyük evleri vardı böyle konak gibi. O kapılar bir açıldı içeriden adamlar çıkıyor çıkıyor, bitmiyor ulan ne oluyoruz dedim. Arabaya bindik araba çalışmıyor. Cama vuruyorlar oradan. Ya biz geçerken uğradık diyorum. Üç beş yumruk yedik orada. Sonra kızla ayrıldık. Mesele bundan ibaret kaldı yani. Bir de yani ailemizde Sevim ablamız vardı. Allah selamet versin seksen yaşında. Ben onlarla büyüdüm. Aşk acısı çekeriz Sevim ablaya ağlarız. “Gel be çocuğum ağlama sen aslansın kaplansın yine bulursun” diye avutur. Hakikaten iyi gelirdi. Yetiyordu. Öyle büyük travmalar da yaşamadık yani ayrıldıysak ayrıldık bir dahakine bakarız yani.

İnsanlar arasındaki o yakınlık kişisel buhranları atlatmaya da yetiyordu yani. Şu an o yakınlık olmadığı için psikologlar var.

Herhalde. Ben iki mesleği anlamam, hukuktan anlamam. Senin ayağına biri basıyor senin yerine ben bağırıyorum. Avukatlık budur yani böyle bir şey olabilir mi? İkincisi psikolog beni hiç tanımıyorsun ki. Benim hakkımda ne biliyorsun bana ne önerebilirsin ki? Genel şeyler söylüyor işte. Çocukluğunuza inelim diyor. E inelim. Sonra? Velhasıl böyle.

Posted in Genel