Byung-Chul Han: “Bilgi Birikimi Tecrübeden Gelir, Bizlerse Bugün Amatörlüğün Korkusuyla Yaşıyoruz”

Güney Koreli yazar, kültür kuramcısı ve filozof Byung-Chul Han, yalnızca bir kaç cümleyle günlük hayatımızın temelini oluşturan düşünce yapılarını çürütüyor. Tabii bu tutumuyla hem alkışlanıyor hem de eleştiri oklarının hedefi oluyor. Ünlü filozofla 2014 yılında Almanya’nın ünlü bilim dergisi Zeit Wissen (Zeit Bilim) için gerçekleştirilen ve onun;  modern hayatın insan zihnini ve bedenini esir alan pratikleri, özgürlük-esaret karşıtlığında sıkışmış insan iradesi ve mutluluk hakkındaki düşüncelerini oldukça başarılı bir şekilde ortaya koyan bu söyleşiyi, Ayşe Serra Kolcu Cins okuru için çevirdi.

SÖYLEŞİ: NİELS BOEİNG – ANDREAS LEBERT

CİNS İÇİN ÇEVİREN: AYŞE SERRA KOLCU

Bugün “bilgi birikimi” bile ortadan kalkmış durumda, sadece bilgi var. Bilmek bilgiden tamamen farklı bir olgu. Bilgi birikimi ve hakikat kulağa modası geçmiş geliyor. Ayrıca bilgi birikiminin hem geçmişi hem de geleceği içine alan farklı bir zaman çizgisi var. Şimdi, şu an bilginin geçiciliği üzerine kurulu. Hem bilmek tecrübeden gelir. Ustaların bilgi birikimi olur. Bizler bugün amatörlüğün korkusuyla yaşıyoruz.

“PÜRÜZSÜZLÜK GÜNÜMÜZÜ ŞEKİLLENDİRİYOR”

Buraya gelmeden önce neredeydiniz?

Her zaman olduğu gibi masamın başında.

 Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?

Güzellik üzerine yeni bir kitap yazıyorum. Botho Strauss’un röportajını okuduktan sonra yazmaya karar verdim. Kendisine neyi özlediği sorulduğunda Botho Strauss “sadece güzellik” diyerek cevap verdi. Başka hiçbir şey söylemedi, “Güzelliği özlüyorum” dedi sadece ama ben ne demek istediğini anladım. Sonra güzellik hakkında bir kitap yazmaya karar verdim.

Yani bu sıralar güzellik üzerine düşünüyorsunuz. Düşünceleriniz neye benziyor peki?

Düşünmek benzerlikleri anlamaktır. şuanda yaşadığım bir olayla geçmişte yaşadığım olaylar arasındaki veya aynı anda gelişen olaylar arasındaki benzerlikleri bir anda fark ettiğim çok oluyor. Bunlar arasındaki ilişkilerin izini sürüyorum.

Peki sizce güzellik nedir?

Şuanda yaşanan ve şimdide popüler olan şeyler arasındaki benzerlikleri fark ediyorum. Örneğin, ağda, Jeff Koon’un heykelleri ile iPhone arasındaki benzerlik gibi.

Vücudunuzdaki tüylerden kurtulmayı bir akıllı telefon ve sanatçıyla mı karşılaştırıyorsunuz?

 Bu üçü arasındaki ortak özelliği görmek oldukça kolay: pürüzsüzlük. Bu pürüzsüzlük günümüzü şekillendiriyor. LG’nin çıkardığı G-Flex ‘i biliyor musunuz? Bu telefonun oldukça özel bir kaplaması var: eğer çizilirse bu çizikler zamanla geçiyor, bir nevi kendi kendini iyileştirebilen organik cilt gibi. Bu sayede akıllı telefonunuz tamamen pürüzsüz kalabiliyor. Bunu görünce kendi kendime bir nesne üzerindeki birkaç çiziğin ne önemi var ki diye düşündüm. Yüzey pürüzsüzlüğü için bunca çaba neden? Bu sorunun cevabı bize pürüzsüz akıllı telefon, pürüzsüz cilt ve aşk arasındaki ilişkiyi veriyor.

Aşk mı? Biraz daha açıklayabilir misiniz?

Akıllı telefonun pürüzsüz yüzeyi kırılgan olmayan, bütün hasarlara karşı dayanıklı bir cilt gibi. Ama aşk böyle değil. Bugünün dünyasında bizde zarar görmekten kaçmıyor muyuz? Kırılgan olmak istemiyoruz, karşımızdakine zarar vermekten ya da herhangi bir acı çekmekten sürekli kaçınıyoruz. Aşk çok fazla bağlılık gerektiriyor, ama biz bağlanmaktan kaçıyoruz çünkü bağlılık acıyı beraberinde getiriyor. Tutkudan kaçıyoruz ve âşık olmak canımızı çok acıtıyor.

Aşık olmak artık yasak, Fransızca da aşık olmak “tomber amoureux” şelkinde ifade ediliyor yani “aşka düşmek”. Bu düşüş fazlasıyla olumsuz, ve kesinlikle kaçınılması gereken bir acı. Başka bir bağlantı da ayrıca dikkatimi çekiyor…

“Beğenme” çağında yaşıyoruz. Facebook’ta “Beğenmeme” gibi bir seçenek yok, yalnızca “beğenme” seçeneği var ve “beğenme” iletişimi hızlandırırken, “beğenmeme” yavaşlatıyor. Buna paralel olarak zarar görmek de iletişimi yavaşlatıyor. Artık sanat bile kimseye zarar vermemek üzerine ilerliyor.

Jeff Koons’un heykellerinde ise hiçbir zarar, hiçbir kırılma, çatlak, yarık, sivri uç hatta birleşme yerinin izi bile yok. Her şey yumuşak pürüzsüz bir şekilde akıyor. Her ayrıntı yuvarlanmış, cilalanmış ve pürüzsüzleştirilmiş; Jeff Koons’un sanatı pürüzsüz yüzeyler. Bugünün dünyasında beğenilme kültürü üzerine. Aynı örnekleri siyaset için de verebilirim.

Siyasetin pürüzsüz olduğunu mu kast ediyorsunuz?

Politikacılar da artık vaatte bulunmaktan kaçınıyorlar. Beğenilme siyasetine evriliyoruz. beğenilme siyaseti için kimi örnek verebiliriz?  Angela Merkel olabilir. Bu kadar popüler olmasının sebebi de bu. Ne herhangi bir görüşü var ne de vizyon sahibi. Fukushima’daki nükleer felaketten sonra birden nükleer enerjiye karşı oluverdi. Sabun gibi kaygan da diyebiliriz kendisi için. Yani günümüzde karşımıza çıkan gerçekten pürüzsüz bir siyaset.

Pürüzsüz cilt, pürüzsüz sanat ve pürüzsüz siyaset arasında ilginç bir bağ var. Halbuki siyaset çoğunlukla vizyon ve bağlılık gerektirir. Gerektiğinde zarar vermelidir. Ama bugünün pürüzsüz politikası bunu yapmıyor. Sadece Angela Merkel için konuşmuyorum, hiçbir siyasetçi bunu yapabilecek güçte değil. Hepsi sistemin sevilebilir uşakları. Sistemin bozuk yerlerini tamir ediyor ve sanki bu sisteme bir alternatif getirilemez görüntüsünü çiziyorlar. Halbuki siyasetin alternatif sunması gerekir, yoksa bunun diktatörlükten farkı kalmaz bugün neo-liberalizm diktatörlüğünde yaşıyoruz. Neo-liberalizmde herkes girişimcidir. Marx zamanında kapitalizmin işleyiş şekli tamamen farklıydı. Ekonomi fabrika sahipleri ve fabrika çalışanlarından ibaretti, ve hiçbir fabrika çalışanı girişimci değildi. Dışarıdan bir sömürü söz konusuydu. Bugün biz kendi kendimizi sömürüyoruz. Örneğin ben, kendimi ifade ettiğimi zannederken kendimi sömürüyorum.

“ÖZGÜRLÜK KİSVESİ ALTINDA DAHA ÜRETKEN BİR SİSTEM VAR ARTIK”

 Dolayısıyla neoliberalizm terimi sol kesimin silahı olarak değerlendiriliyor.

Doğru değil. Neo-liberalizm toplumun bugün içinde bulunduğu hâli çok güzel tanımlıyor, çünkü özgürlük sömürüsü üzerine kurulu. Sistemin derdi üretkenliği arttırmak, o yüzden artık başkalarını sömürmenin yerini kendini sömürmek aldı, çünkü artık özgürlük kisvesi altında daha verimli ve daha üretken bir sistem oluşturulabiliyor.

Yaptığınız çıkarımlar pek iç açıcı değil. Kendi kendimizi sömürüyor ve ne aşkta ve siyasette hiç risk almıyoruz, üstelik ne zarar görmeye ne de zara vermeye tahammülümüz yok.

Üzgünüm, ama gerçek bu.

Bireyler bu toplumda mutluluğa nasıl erişebilirler? İdeallerimize daha mı bağlı olmalıyız?

 Sistem bunu olmasını zorlaştırıyor. Ne istediğimizi bile bilmiyoruz. İhtiyacım olarak kabul ettiğim şeyler aslında benim ihtiyaçlarım değil. İndirimli kıyafet mağazası olan Primark’ı buna bir örnek. İnsanlar Primark’a gitmek için anlaşıp tek bir arabayla gidiyorlar, çünkü Primark her yerde yok. Oraya vardıklarındaysa mağazayı, deyim yerindeyse, yağmalayıp çıkıyorlar. Geçenlerde gazetede bir kız hakkında yazılmış bir makaleye denk geldim. Alexanderplatz [Berlin] daki C&A’nın yanına Primark açılacağını öğrenince sevinçten çığlık atıp eğer burada bir “Primark varsa artık hayatım mükemmel demektir.” demiş. Peki bu hayat onun için gerçekten mükemmel mi yoksa bu tüketim sisteminin yarattığı bir illüzyon mu? burada tam olarak ne olduğuna bir göz atalım. Bu kız yüzlerce kıyafet satın alacak, her biri 5 Euro olsa, ki bana sorarsanız bu tamamıyla delilik, çünkü Bangladeş gibi ülkelerde bu giyim fabrikalarında göçük altında ölen insanlar var. Bu gibi kızlar yüzlerce kıyafet alıyor ama asla hepsini giyemiyorlar. Peki onlarla ne yaptıklarını biliyor musunuz?

YouTubeda toplu alışveriş videolarında gösteriyorlar.

  Kesinlikle, reklam yapıyorlar! Aldıkları kıyafetleri giyip mankencilik oynadıkları bir sürü video çekiyorlar. her YouTube videosu yarım milyon kez izleniyor. Tüketiciler kıyafet ve diğer şeyler satın alıyorlar ama aldıkları bu ürünleri kullanmıyor sadece reklamını yapıyorlar, bu reklamlar da tüketimi çoğaltıyor. Diğer bir deyişle, burada eşyaların kullanımından bağımsız mutlak bir tüketimden bahsediyoruz. Şirketler tüketicilerine reklam yaptırıyor. Artık kendileri reklam bile yaptırmıyorlar. Onlar için mükemmel işleyen bir sistem var.

 Bunu protesto mu etmeliyiz?

 Primark açılıyor ve hayatımı mükemmel kılıyorsa ona neden onu protesto etmem gereksin ki?

Yeni kitabınız Psychopolitikde “Özgürlük bir dönem olarak geride kalacak” diyorsunuz. Neden?

 Özgürlük zorlamanın zıttıdır. Eğer “özgürlük” adı altında bilinçaltınıza yönelik bir zorlamaya maruz kalıyorsanız bu, özgürlüğün sonuna gelindi demektir. Bu yüzden şu anda bir krizin içindeyiz. Zorlamayı özgürlük olarak algıladığımız bir özgürlük krizinin içindeyiz dolayısıyla direnmek imkânsız. Beni bir şeyler yapmaya mecbur kılan dış bir güç olsa, buna karşı koyabilirim. Ama artık karşımda beni zorlayan karşı bir güç kalmamışsa direnme imkânım da yok demektir.  Bu yüzden kitabımın giriş cümlesi olarak: “beni isteklerimden koruyun” demeyi seçtim; bu cümlem sayesinde sanatçı Jenny Holzer beni meşhur etti.

Yani kendimizi kendimizden korumalıyız?

Eğer bir sistem özgürlüğüme saldırıyorsa, karşı koymam gerekir. Ama şimdiki sistemin kalleşliği özgürlüğe saldırmayıp onu araç haline getirmesinde.  Örneğin, 1980 yılında yapılan sayımda, protestolar olmuştu. Hatta hükümet binasına bomba atılmıştı. İnsanlar sokaklara çıktı çünkü karşılarında devlette onların izni olmadan haklarındaki bilgileri almak isteyen bir düşman vardı. Bugün, daha önceki dönemlerden paylaştığımızdan çok daha fazla bilgiyi kendi elimizle dışarıyla paylaşıyoruz. Neden bununla ilgili hiçbir protesto yok? Çünkü önceye göre daha özgür hissediyoruz. O zaman insanlar özgürlüklerine saldırıda bulunulduğunu ya da özgürlüklerinin kısıtlandığını düşündüler ve bu yüzden sokaklara çıktılar. Bugünse kendimizi özgür hissediyor ve kendi isteğimizle kendi bilgilerimizi dışarıya veriyoruz.

Belki akıllı telefonlar istediğimiz yere gitmemize yardım ettiğindendir. Yararının zararından fazla olduğunu düşünüyoruz.

Belki de, ama toplumun bu yapısının ortaçağ feodalizminden hiçbir farkı yok. Yaşadığımız bu şey kölelik. Facebook gibi dijital derebeyleri bize toprak verip bize işlediğiniz sürece bu toprak bedava sizin olabilir. Biz de bu toprağı deli gibi işliyoruz. Sonunda da derebeyleri gelip hasadı topluyor. Bu bir iletişim sömürüsü. Birbirimizle iletişim kuruyor ve kendimizi özgür hissediyoruz. Derebeyleri de bu iletişimden para kazanıyor ve gizli servisler bu iletişimi kontrol ediyor. Sistem aşırı verimli. Buna karşı bir protesto yok çünkü özgürlüğü sömüren bir sistemin içinde yaşıyoruz.

Bu durumla kişisel olarak nasıl başa çıkıyorsunuz?

  Herkesin yaptığı şekilde. Tabii ki ben de internete bağlı olmadığımda rahatsız hissediyorum. Ben de bir kurbanım. Bir profesör ve bir yazar olarak Bütün bu dijital iletişim olmadan işimi yapamam. Bir bütün olarak herkes bu işin içinde.

Peki Big Data teknolojilerinin rolü ne?

Rolü oldukça önemli çünkü Big Data sadece bilgileri görüntülemek değil özellikle insan davranışlarını kontrol etmek için kullanılıyor. Ve eğer insan davranışı kontrol ediliyorsa özgür olarak verdiğimizin kararların tamamı manipüle edilmiş demektir, bu durumda Big Data  nedeniyle özgür irademiz tehlike altındadır.

Big Datanın yeni bir toplum sınıfını yükselişe geçirdiğini yazmışsınız.

 Bugünün dijital toplumu sınıfsız bir toplum değil. Acxiom data şirketini ele alalım mesela:  insanları kategorilere ayırıyor. En alt kategorinin ismi “ziyan”. Acxiom yaklaşık 300 milyon ABD vatandaşının yani neredeyse ülkenin tamamının bilgilerini satıyor. Şu ana kadar ABD vatandaşları hakkında FBI (ABD Federal Soruşturma Bürosu)’dan hatta büyük ihtimalle NSA (Ulusal Güvenlik Teşkilatı)’den bile daha fazla şey biliyorlar.

Acxiom’da insanlar 7 kategoriye ayrılıyor ve perakende mal gibi kataloglarla pazarlanıyorlar, her türlü ihtiyacınız için bir tane alabiliyorsunuz. Pazar değeri yüksek olan tüketiciler “Kayan Yıldızlar” grubuna giriyor. Yaşları 26 ila 45 arasında değişen, dinamik, sabahları koşuya giden, çocuksuz ama evli olabilir, vegan hayat tarzını benimseyen, seyahati seven, televizyonda Seinfeld insanlar bunlar. Big Data bu şekilde toplumda yeni bir sınıf oluşturuyor.

 Peki ziyan sınıfında kimler var?

 Market değeri düşük olanlar. Kredi almak için uygun olmayanlar mesela. Jeremy Bentham’ın ideal hapishanesi olan Panoptikon’un yanı sıra sosyolog Zygmunt Bauman’ın “ban-opticon” olarak tanımladığı bir sistemle karşı karşıyayız. Panoptikon sistemdeki mahkumların görüntülendiği bir sistem, ban-opticon ise bu saldırgan sistemin dışında olan insanları istenmeyen olarak tanımlayıp onları dışlayan bir ölçü. Klasik Panoptikon disiplin için kullanılırken, ban-opticon her nasılsa sistemin güvenliğini ve verimliliğini sağlamaya yarıyor. NSA (Ulusal Güvenlik Teşkilatı)’ nın ve Acxiom’un birlikte çalışması ise ayrı bir konu, sonuçta biri istihbarat diğeri ise özel sektör.

“İNSANLAR ÇOKTAN ZOMBİYE DÖNÜŞMÜŞ”

Ziyan sınıfının sonunda yeterli çoğunluğa ulaşıp kontrol edilmekten kurtulması mümkün mü?

  Hayır değil. Çünkü bu insanlar öne çıkmıyorlar, utanıyorlar, işsizlik maaşıyla geçiniyorlar mesela. Sürekli korku hissetmek zorunda bırakılıyorlar. İş arayanların bu kadar korkarak yaşayabilmeleri resmen delilik. Ban-opticon içinde hapsedilmişler, kendi korku hapishanelerinden çıkamıyorlar. İş arayan bir çok insan tanıyorum, hepsi çöp muamelesi görüyorlar. Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da bu insanlara serseri muamelesi yapılıyor. Onurları ellerinden alınıyor. Bu insanlar tabii ki protesto yoluna gitmiyorlar çünkü durumlarından utanıyorlar. Durumlarından toplumu sorumlu tutmaktansa kendilerini suçluyorlar. Bu sınıftan hiçbir politik hareket beklenemez.

 Oldukça moral bozucu. Bunların hepsi ne zaman bitecek?

 Ne olursa olsun, durum böyle devam edemez, en nihayetinde doğal kaynakların sınırlılığı buna izin vermez. Petrolün belki de en fazla 50 yılı var. Almanya’da bir kandırmacanın içinde yaşıyoruz. Kaynaklarımızın çoğunu dışarıdan alıyoruz. Şu anda bilgisayarlarımızı, giysilerimiz, ve telefonlarımızı Çin üretiyor. Ama Pekin çöle git gide daha çok yaklaşıyor ve havası nefes alınamayacak kadar kirli. Kore’deyken Seul’e doğru gelen sarı toz bulutları gördüm. Maske takmazsanız bu tanecikler ciğerlerinize zarar veriyor. İslerin ilerleyiş biçimi oldukça korkutucu. Bu durum bir süre daha yolunda gidebilir ama bu nasıl bir hayat? Ya da vücutlarındaki bütün değişimleri tansiyonlarını, kan şekerlerini, yağ oranlarını saat başı ölçen ve bu bilgilerin hepsini internete koyan insanları düşünün! Buna kendini takip deniyor. Bu insanlar çoktan zombi olmuş, Georg Büchner’in Danton’s Death’de dile getirdiği gibi ipleri bilinmeyen güçler tarafından kontrol edilen kuklalara dönüşmüşler.

“MUTLULUK HEDEFLEYECEĞİMİZ BİR DURUM DEĞİLDİR”

Profesör Han, Güney Korede ilk olarak metalürji üzerinde eğitim aldınız. Gelecek vaat eden bir metal teknisyeni olan Byung-Chul Han nasıl bir filozof ve önde gelen bir sistem eleştirmen oldu?

 Ben teknoloji delisiyim. Çocukken radyoları, diğer elektronik ve mekanik aletleri kurcalamaya bayılırdım. Aslında elektrik ya da makine mühendisi olmak istiyordum ama metalürji oldu. Oldukça hevesli bir teknisyen ve tamirciydim.

Peki neden bıraktınız?

 Çünkü bir keresinde kimyasal bir deney yaparken bir patlama oldu. Hala izleri duruyor. Neredeyse ölüyordum ya da en iyi ihtimalle kör kalabilirdim.

Bu nerede oldu?

Seul’de evimde. Ben Öğrenciydim. Bütün gün tamir, kaynak ve lehim işleriyle uğraştım. Çekmecelerim kablolarla, ölçülerle ve kimyasallarla doluydu. Bir nevi simyacıydım. Metalürji modern simyacılık aslında. Ama patlamanın olduğu gün bıraktım. Hâlâ bir şeyleri tamir ediyorum ama artık kablolarla uğraşmıyorum ya da demir lehimlemiyorum. Düşünmek de bir nevi tamircilik gibi. Üstelik düşünmek de patlamaya yol açabilir. Düşünmek en tehlikeli eylemdir, atom bombasından bile daha tehlikeli. Çünkü dünyayı değiştirebilir.

İnsanlara zarar vermek istiyor musunuz?

Hayır. Mevcut durumu anlatmak için böyle söyledim. Bir şeylerin gerçek yüzünü görmek zordur. Ben bu yüzden daha çok görmeye ve görerek öğrenmeye çalışıyorum. Gördüklerimi de yazıyorum. Kitaplarım bazılarına zarar veriyor olabilir çünkü ben insanların görmek istemediklerini yazıyorum. Acımasız olan ben ya da yaptığım çıkarımlar değil yaşadığımız dünya. Merhametsiz, deli ve absürt.

Mutlu bir insan mısınız?

 Ben bu soruyu sormuyorum.

Yani bu soru sorulmamalı mı?

  Aslında bu anlamsız bir soru. Hedefleyebileceğiniz bir durum değildir. Bu terimi tanımlamanız lazım. Mutluluk derken neyi kast ediyorsunuz?

 Basitçe: dünyada olmaktan keyif alıyorum, evdeyken dünyayla bağlantılı hissediyorum, dünyadan zevk alıyorum, iyi uyuyorum.

 En sonuncuyla başlayalım. Benim iyi uyuyamıyorum. Filozof Wilhelm Schmidt ile birlikte dünden önceki gün katıldığımız iyi yaşam üzerine bir sempozyumda the Goldberg Variations isimli parçayı açtım. Bach Goldberg Variations’ı ciddi uykusuzluk sıkıntısı çeken bir Kont için besteledi. Seyircilere Marcel Proust’un Kaybolan Zamanın İzinde kitabının ilk cümlesini hatırlattım. Türkçesi şöyle: “Uzun bir zaman boyunca, erken yattım.” Ama Fransızcasında aslında şöyle “Longtemps je me suis couché de bonne heure”. “Bonheur” mutluluk demek. Yani doğru çevirisi şu: “Uzun bir zaman boyunca yatağa mutlu girdim.” Seyirciye iyi uyumanın mutluluğun bir işareti olduğunu söyledim. Ben de uykusuzluk çekiyorum.

 Uyuyamadığınızda ne yapıyorsunuz?

 Ne yapıyorum? Öylece yatıyorum. Diğer bir noktaya değinirsek: dünyada olmaktan zevk alıyor muyum? Bu sahte dünyada olmaktan nasıl zevk alınabilir ki? Mümkün değil ve dolayısıyla mutlu değilim. Çoğunlukla dünyayı anlamıyorum. Bana çok absürt geliyor. Absürtlüğün içinde mutlu olamazsınız. Bence mutlu olmak için bir çok illüzyona ihtiyaç var.

Nelerden zevk alırsınız?

Dünyadan zevk alamıyorum.

Lezzetli bir dilim pasta mesela?

Ben pasta yemem. Lezzetli bir öğün bana zevk verebilir ama Berlin ve Almaya’da yemek bir problem. Görünüşe göre Almanlar iyi yemekten anlamıyor. Belki Protestanlıktan gelen bir şeydir, duyulara olan düşmanlıktan. Asya’da yemeğin tamamen ayrı bir yer vardır, buradakinden çok daha yüksek bir yerde tutulur. Almanya’dakinin tersine insanlar yemek için çok para harcarlar. Japonya mesela, orada yemek bir kült bir estetik biçimidir. Özellikle de yemeğin inanılmaz derecede taze olması. Pirincin kokusunun da mutlulukla bir alakası olabilir.

Bu söyledikleriniz mutluluğun bir tanesi gibi geliyor kulağa. 30 yıldır Almanyada yaşıyorsunuz. Bununla nasıl başa çıkabiliyorsunuz?

 Ben buna başa çıkmak demezdim. Almanya’da yaşamayı seviyorum. Buranın sakinliğini seviyorum, Seul’de bu sakinliği bulamam. Alman dilini özellikle seviyorum, kelimeleri de öyle. Kitabımı okuyan herkes bunu görebilir. Burada kullanarak rahatça felsefe yapabildiğim bir dilim var. Evet burada beni mutlu eden şeyler var. Yemek bunlardan bir tanesi değil ama Glenn Gould’un çaldığı Bach besteleri öyle. Saatlerce Bach dinliyorum. Bach, Schubert’in Winterreiseı ya da Schumann’ın Dichterliebesi olmasaydı Almanya’da bu kadar uzun süre kalır mıydım bilmiyorum. Felsefe eğitimim boyunca çok şarkı söylerdim özellikle de Schumann ve Schubert şarkılarını, bir çok şan dersi de aldım. Piyano eşliğinde Winterreise söylemek çok keyifli…

“DİL SUSTURULUYOR”

 Yani güzellik var! Dünyayı yerden yere vurmaya bayağı bir vakit ayırıyorsunuz.

Belki de. Öğrencilerimi gerçekten umutsuzluğa sürüklüyorum, çünkü derslerimde hep bu problemleri anlatıyorum. Son dersimden bir önceki dersimde bugün çözüm üzerine düşüneceğiz dediğimde aralarından beni alkışlayanlar oldu. Bizi umutsuzluktan kurtaracak!

 Ne kadar güzel. Çözüm bizim de sizinle birlikte üzerinde durmak istediğimiz bir başlık.

 Çözüm üzerinde ben de kafa yormak istedim ama bunu yaparken ortaya sadece daha çok sorun çıktı.

Aman ne güzel… Peki başka ne sorunlar var?

 Günümüzde dil yok sadece suskunluk ve acziyet var. Dil susturuldu. Diğer yandan da muazzam bir gürültü var, iletişim gürültüsü; öte yandan inanılmaz bir kelime yoksunluğu söz konusu, kelimesizlik sessizlikten farklı bir şey. Sessizlik çok şey anlatır. Sessizliğin bir dili vardır. Durgunluk da çok şey anlatır ve bir dil olarak kabul edilebilir. Ama gürültünün ve kelime yoksunluğunun dili yoktur. Günümüzde var olan tek şey kelime yoksunu, gürültülü bir iletişim, ki bu da büyük bir sorun teşkil ediyor. Bugün “bilgi birikimi” bile ortadan kalkmış durumda sadece bilgi var. Bilmek bilgiden tamamen farklı bir olgu. Bilgi birikimi ve hakikat kulağa modası geçmiş geliyor. Ayrıca bilgi birikiminin hem geçmişi hem de geleceği içine alan farklı bir zaman çizgisi var. Şimdi, şu an bilginin geçiciliği üzerine kurulu. Hem bilmek tecrübeden gelir. Ustaların bilgi birikimi olur. Bizler bugün amatörlüğün korkusuyla yaşıyoruz.

“FELSEFE DE YAVAŞ YAVAŞ POZİTİF BİR BİLİME DÖNÜŞÜYOR”

 Bilimde yaşananlarla ilgili ne düşünüyorsunuz? Bugün bilim bilgi birikimi oluşturuyor mu?

 Bilim adamları artık bilgi birikiminin toplumsal içeriği hakkında kafa yormuyorlar. müspet araştırmalar yapıyorlar. Her türlü bilme eylemi bir güç ilişkisi içinde gerçekleşir; ve güç ilişkileri, yeni kapasiteler yeni bilgi birikimleri ve yeni söylemler ortaya çıkarırlar. Bilgi her zaman güç yapısının içinde yer alır. Bir gücün etkisi altında olduğunuzun farkına varmadan ve bilginin bağlamsallığı üzerine kafa yormadan öylesine müspet araştırma yapmaya kalkmazsınız. Artık bağlamsallık üzerine düşünülmüyor. Felsefe de yavaş yavaş pozitif bir bilime dönüşüyor. Toplumla değil yalnızca kendisiyle ilgileniyor. Topluma karşı kör olmaya başlıyor.

 Bütün akademik eğitim sisteminden mi bahsediyorsunuz?

 Aşağı yukarı evet. Şimdinin bilimi Google’da araştırma yapmak, kimse eylemlerinin sonucunu düşünmüyor. Beşeri bilimler eylemleri eleştirmek üzerine yoğunlaşmalı, ama kimse bunu yapmıyor. Duygular üzerinde yürütülen bir çok araştırma var örneğin. Bu araştırmalardan birinde yer alan bilim insanlarına bunu neden yaptıklarını sormak istiyorum. Eylemleri üzerine düşünmüyorlar.

Sizin öneriniz nedir?

 Bu, beşeri bilimlerin toplumun hangi yönüyle ilgilendiğine bağlı. Kendi araştırmamızın toplumsal arka planını açık bir biçimde anlamalıyız, çünkü bütün bilgiler sistemin güç ilişkilerinin birer parçasıdır. Neden bugün duygular üzerinde yürütülen bu kadar çok araştırma var? Belki de duygular artık üretken güç olarak görüldüğü için. Duygular kontrol aracı olarak kullanılıyor. Duyguları etkilerseniz, insan davranışını bilinçaltını kullanarak kontrol edebilir ve manipüle edebilirsiniz.

Şimdi de komplo teorisyeni gibi konuştunuz. Daha fazla zekâ ile daha iyi bir sistem oluşturmak mümkün müdür?

 Zekâ (intelligence) sözcüğü intel-legere kökünden gelir, satır aralarını okumak, farklılaşmak anlamlarına gelir. Zeka sistem içinde farklılaşma eylemidir. Zekâ yeni bir sistem yeni bir dil oluşturamaz. Zihin zekâdan tamamıyla farklıdır. Çok zeki bilgisayarların insan zihnini taklit edebileceğine inanmıyorum. Bütünüyle zeki bir makine tasarlayabilirsiniz ama bu makine asla yeni bir dil icat edemez, bence. Makinenin bir zihni yoktur. Hiçbir makine ona verilen girdiden daha fazla çıktı üretemez. Yalnızca hayat denen mucize girdisinden fazla ve tamamen farklı bir çıktı ortaya koyabilir. Hayat ruhtur. Makinelerden farklıdır. Ama her şeyin otomatiğe geçtiği ve algoritmalarla yönetildiği yerde hayat tehlikeye düşer. Ray Kurzweil gibi post-humanistlerin düşlediği ölümsüz makineleşmiş insan artık insan değildir. Belki teknolojinin yardımıyla bir gün ölümsüz olabileceğiz ama o zaman hayatı kaybedeceğiz. Hayatın kendisi pahasına ölümsüzlüğü elde edeceğiz.