Derviş Zaim: ”Tarih ve Kültür Perspektifini Iskalamadan İşimi Yapmaya Çalışıyorum”

Sadece “göçmenin dramından, göçün yarattığı olgulardan” ibaret filmler yelpazesi üretmekle yetinmesek daha sağlıklı bir tablo çıkabilir.

GİRİŞ: Türk sinemasının her daim günceli takip eden usta yönetmenlerinden Derviş Zaim ile Suriye İç Savaşı’nı ele aldığı son filmi Flaşbellek üzerinden sinemanın çağa şahitliğini ve sinemacının toplumsal meselelerde kendini nerede, nasıl konumlandırabileceğini Cins için konuştuk.

SÖYLEŞİ: BETÜL DURDU

Sizinle sinemanın çağa tanıklığını konuşmak istiyoruz. Özellikle son dönemde Suriye’deki iç savaş, ki sizin de Flaşbellek’te anlattığınız konu buydu. Bunlar bir sinemacı olarak sizi nasıl etkiliyor?

Benim yapmaya gayret ettiğim filmlerin biçim ve içerik bakımından geniş bir yelpazede konumlandığını zannediyorum. Aralarından bazılarında bizim coğrafyada yaşananlara, günümüze ve geçmişe şahitlik etme, ayna tutma, onları yorumlamaya yönelik bir boyut da söz konusu. Mesela Susurluk ile ilgili yapılmış tek filmin (Filler ve Çimen) sahibi -eğer yanılmıyorsam- benim. Kıbrıs ile ilgili Türk sinemasında yapılmış bir avuç film var. Yeşilçam’ın yaptığı yirmi tane filmi hariç tutarsak, ki onların da yaklaşımlarının çok derin olmadığını söylemem gerekiyor, dördü beşi aşamayacak filmler bunlar. Sözünü ettiğim o bir avuç filmin üç tanesi bana aittir. Doğa ve çevre konusundaki duyarsızlığımızı gösteren filmlerimi de bu listeye eklemem gerekiyor. Liste; sınıf, kadın, etnik gerginliklerin ele alınması diye uzatılabilir ama konumuz bunların tüketici biçimde sıralanması değil, burada sadece konu yelpazesinde neler bulunabileceğine dair fikir vermesi için kabaca sıraladım. Dolayısıyla bu tavrımın bir uzantısı olarak yakın zamanlarda bizi çok etkileyen, etkilemeye de devam edeceğe benzeyen bir insanlık dramını beyazperdeye taşımak istemiştim. Flaşbellek böyle bir motivasyonun sonunda Suriye’de yaşanan dramı insani boyutuyla ele almak biçiminde ortaya çıktı. Suriye’de yaşanan dram Türk sinemasında daha çok oradan kaçan göçmenin Türkiye’deki tutunma mücadelesi biçiminde beyazperdeye yansıyor. Böyle işlerin yapılmasını destekliyorum, yapılmalıdır. Böylesi filmler bizim göçmenlere dair daha incelikli sorular sormamızı sağlayabilir. Ama, malum, Suriye’de olan şey göçmenin Türkiye’de tutunma çabasını anlatan filmlerden ibaret değildir. Göç olgusu dışındaki konuları ele alan başka yapıtlarla meseleyi çeşitlendirmek, zenginleştirmek gerekir. Flaşbellek filmi Türkiye’de şu ana kadar yapılan ve göçmeni konu edinen Suriye filmlerinden farklı bir film oldu. Göçmenin yaşadığı kısmen ve ikincil bir mesele olarak mevcut. Ama merkezinde daha çok Suriye’nin içinde yaşananların aktarılması var.

Diğer komşu sinemalara nazaran, örneğin İran’ın değil de Türk sinemasının konuya değinmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Siyasetin ve sanatın gölgesinde… Her şeyden önce insani duyarlılığı yüksek olan sahici bir filmin nereden gelirse gelsin olumlu karşılanması gerektiğini söylemek isterim. İkincisi yapımın gerçekleştirildiği ülke, milliyet, finansmanın kaynağı filmin son hâli üzerinde etkili olabilir ama bu faktörler nihai belirleyici olamayabilirler. Dahası filanca millet, ulus, devlet, finans kaynağı üzerinde gerçekleştirilen bir sanat üretiminin son hâlinin nasıl olacağına ilişkin tahminler yapmak kolay gibi gelir. Ama yanılmalar, ters örnekler, şaşırtıcı sonuçlar çıkabilmektedir. Örneğin bir Polonya kökenli İngiliz yazar Joseph Conrad, 19.Yüzyıl İngiliz emperyalizminin vahşetini mükemmel biçimde göz önüne seren romanlar yazabilmiştir. Balzac, fikirleri hilafına Fransız toplumunun haritasını çıkarmayı başarabilmiştir. Dolayısıyla hata yapma payını göz önüne alınarak şunlardan bahsedilebilir. Her ne kadar finansmanı sağlayan kurum ve yapımcının, üretilecek işin yapısını etkileyebileceğinden bahsedilebilirse de bazen böylesi etkinin sınırlarını delen, aşabilen sanatsal yapıtlar çıkabilmesi ihtimal dahilindedir. Öte yandan İran kökenli bir sinemacı, eğer Suriye konusunda, İran devletinin desteği ile bir filmi finanse edecekse, üretilebilecek filmin sınırlarının ne olacağına ilişkin bir tahminim var. Fakat bu tahminimde yanılma payımın olabileceğini de aklımda tutuyorum. Coğrafyada var olan sinema finansmanının koşullarını, önceki örneklerini, örüntülerini, yordamlarından hareketle konuşacak olursam, yine İran kökenli ama daha çoğulcu bir perspektifle böyle bir işe kalkışacak bir sinemacı, (yani Suriye’de var olan farklı seslerin bütününü yan yana, iç içe geçirerek Suriye olaylarını soğukkanlı biçimde ele almak isteyen bir İranlı sinemacı), muhtemelen, finansmanını İngiltere, İskandinav ülkeleri, Fransa veya Almanya’dan bulmaya gayret edecektir. Eğer bağımsız ya da yarı bağımsız bir iş yapmak niyeti varsa. Aynı şeyi Araplar için de bir ölçüde söylemek mümkün olabilir. Arap coğrafyasında yaşayan birileri daha soğukkanlı, diyaloji ile heteroglossia kavramlarını filmin üretimi esnasında filmin içine sokma amacı taşıyan bir film yapmak gibi bir amaç güdüyorlarsa, ilgili çalışmanın finansmanını büyük ihtimalle Almanya, İngiltere ya da Fransa vb üzerinden yapacaklardır. Tam bu noktada İngiltere, Almanya, Fransa, İskandinav ülkelerinden gelen finansla üretilen Suriye konulu bir sinema eserinin savaşta yaşananlara mesafe alabilme kapasitesinin bir İran, Arap, Türk finans kaynaklı filminden bakış olarak daha yukarıda, olumlu vs olup olmayacağına dair bir garantinin bulunup bulunmadığı sorulacaktır. Soru haklı bir sorudur. Cevabı da böyle bir garantinin olmayabileceği şeklindedir. Bunun dışında tek tek ülkeler bazında konuşacak olursam, bir Orta Doğu ülkesinden finanse edilen ve savaştaki meselelere tek bir boyuttan yaklaşmamaya gayret edilen ulusal filmlerin peş peşe çıkması beni şaşırtır. Umarım, böylesi olumlu işler peş peşe çıkar ve beraberce şaşırırız. Çünkü bölge insanlarının yaşadıklarına ilişkin çoğulcu perspektifle yapılmış işler görmeleri faydalıdır. Uzun zaman teriminin altını çiziyorum.

Finansman meselesi sinemada çok önemli, çünkü en küçük prodüksiyon bile iyi bütçeler gerektiriyor. Finansman meselesi bizim çağa şahitliğimizdeki perspektifimizi nasıl etkiler hocam? Bir sinemacıyı nasıl etkiler?

İlk bakışta etkileyeceğini söylemek mümkündür. Öte yandan sinema tarihinde bu eğilimi, bir tuzak, bir tutsaklık hâlinden kurtaran örnekler de vardır. Doğu Blokunun sinema serüveninde çıkan kimi istisnai örnekleri hatırlamamız yeterlidir. Doğu Blokunun sinema serüveninde, İspanya’daki Franco döneminde o ülkelerin finansmanıyla yapılan bazı filmlerde ülke koşullarını sansürü aşarak başarıyla yansıtabilmiş filmler vardır. Kolay değildir ama bazı sinemacıların ifade etmek istedikleri meseleyi, öyle ya da böyle, anlatabilmenin bir yolunu bulabileceğini tahmin ediyorum. Bizde de böyle örnekler var. Tabutta Rövaşata’yı bütçesiz çektim. Filler ve Çimen adlı ikinci filmim benzer şekilde yarı gerilla tarzında üretildi ve devlet mafya iş birliği konusunu gözler önüne serme özelliğini taşıyan tek film olma özelliğini hâlâ daha koruyor. Umudu tüketmemek lazım. Hatta İran’da sinema salonlarında yaşanan bir seyir deneyiminden bahsedeyim size ki şahitliğin bile, seyir esnasında dahi bitmiş bir yapıtı nasıl farklılaştırılabileceğini size göstersin. İran’da malûm, sinema üzerinde sert bir sansür var. Mesela, “görüntü içinde kadın ve erkek birbirine iki metreden daha fazla yaklaşamaz” gibilerinden kurallar var. İran’da bir festivalde film izleyen bir arkadaşım nakletti: Seyirciler filmin bazı yerlerinde, yabancıların sebebini anlamayacağı şekilde, nedensiz biçimde “sssssss” diye bir ses çıkarabiliyorlarmış. Bir Ayrılık filminin İran galalarından birinde şahit olmuş bu olaya arkadaşım. Bir sürü izleyici filmi izlerken karanlıkta, salonda, beraberce, alçak denecek şekilde, yer yer “ssss” diye ses çıkarıyorlarmış. Arkadaşım anlamamış bunun nedenini önce. Sonra aymış. Eğer yönetmen sansürü ilgili filmin bir yerinde aştıysa, onun sansürü o yerde aştığını fark eden seyirci yönetmenin yaptığına, kısık sesle “ssss” sesi çıkararak karşılık veriyor: Zımnen, “Ey yönetmen, ey yapımcı, sansürü aşmak adına filmde ne yaptığını şu an gördüm” diyor. Elbette bu anekdotun ne kertede yaygın olduğuna dair elimde daha fazla bilgi yok. Bu duyumumun sanki sık rastlanan bir olguymuş gibi algılanmasını istemem. Ek veri yok elimde çünkü. Bir çeşit farklı bir dil oluşturmuşlar gibi… Sadece üretirken değil, seyrederken bile sansürü aşabilmenin farklı bir yolu olarak değerlendirilebilir bu örnek belki. Seyrederken de sansürü bozmanın, muhalifliği başka şekilde inşa etmenin bir yolu. Çok taze bir alımlama deneyimi. Salonda film seyrederken böyle bir sesin çıkarılmasını aslında şahitlik deneyimi olarak yorumlayabiliriz. Seyrederken üretilen bir şahitlik biçimi. Söyleşi içinde bu örneğe finansmanın sınırları ne kertede belirleyip belirmediğini konuşurken geldik. Doğu Bloku sinemasında finansmanın zorlayıcılığına rağmen derdini finansı vereni aşarak, delerek söyleyebilmiş kimi örneklerin mevcudiyetinden bahsettim. Ama sınırları nasıl aşabileceğimizden bahsederken işin sadece finansmanda başlayıp orda bitmediğini, filmin salon gösteriminde dahi aslında bu aşma deneyiminin gündeme gelebileceğini anlatmaya çalışıyorum. Finansmanın kaynağı önemlidir, ama sadece finansmanın kaynağı anlamın nereye uzanacağını belirleyemeyebilir. İran’daki seyircilerin Bir Ayrılık filmini seyrederlerken yaptıklarına benzer bir festival galası seyir deneyiminden görüleceği üzere, seyirci filme yönelik mevcut sansürü, o seyir içinde başka bir bağlama götürebilmektedir. Yani olmuş bitmiş bir filmi seyrederken bile şahitlik yapabilirsiniz, başka bir anlamın üretilmesine zemin hazırlayabilirsiniz. Üretimi bıraktım, bitmiş filmin anlamıyla salonda seyrederken dahi oynayabilirsiniz. Onu seyrederken salonda onu değiştirmeye, farklılaştırmaya doğru itebilirsiniz. Sinema mucizelere gebedir. Dolayısıyla kimin neyi, nereye dek yapacağına dair tahminde bulunurken bile yanılma payını akıldan çıkarmamak lazım.

Sizin şahitliğinize şahitlik edebilirim değil mi?

Evet.

Çok sevdim ben sinemanın bu kadar interaktif olmasını. Eskiden salonlarda insanlar filmlere tepki verirlermiş ya 60lı 70li yıllarda vesaire. Bana onu hatırlattı ama daha iyi bir versiyonu tabii ki.

Bu incelikli bir şey. Sansürün aşıldığını ya da sansüre ilişkin bir şey yapıldığını ya da sansür yapıldığını gördükleri anda, sansürden kaçınılmaya çalışıldığını gördükleri anda bir tepki veriyorlar. O tepki de “ssss” sesi çıkarmak.

Sizin filmlerinizi zaten biliyoruz, toplumsal travmalar, Susurluk meselesi, ülke içi toplumsal meseleler, Kıbrıs meselesi… travmada biraz üstünden zaman geçtikten sonra kabullenme süreci yüzleşme süreci vesaire var ama mesela siz Flaşbellek’i biz bu travmanın içerisindeyken yaptınız.

On sene sonra yaptım. 2010’da başladı savaş, filmi 2010’dan on sene sonra yaptım. 2030’da yapabilirdim elbette, ama 2030’da yaptığınızda 2020’de yapıp da seyirciyle buluşup onunla hasbihâl etmenin imkânını, momentumunu kaçırırsınız. Hayat sizi beklemez. Dahası az ya da çok içinde bir gerçeklik payı olsa dahi, “şu konunun sinemada yapılması için olayın üzerinden şu kadar zaman geçmesi lazım” gibi fikirleri mutlaklaştırmamak gerekir. Roma Açık Şehir adlı Neorealizm’in başyapıtı film çekilmeye başlandığında Roma şehri Nazi işgali altındaydı. Sıcağı sıcağına çektiler onu, iyi ki de öyle yaptılar. Filmin başında panjurların arasından gördüğünüz resmi geçit yapan Nazi askerleri gerçek Nazilerdir. Yanlış anlaşılmasın, Roma Açık Şehir kurmaca bir yapıttır. Roma işgal atındayken çekilmiş olması Roma Açık Şehir adlı filmin değerini azaltmıyor. Aksi bile söylenebilir.

Ben aslında şunu da diyecektim, sizin sinemanız hem güncel meseleleri çok yakından takip eden bir sinema, hem de o meselelere girip çıkıp geriden bakabilen bir sinema. Bunu nasıl yapıyorsunuz?

Tarih perspektifini eksik etmemeye ve işin kültür perspektifini ıskalamamaya gayret ederek yapmaya çalışıyorum. Yazarken kendime sorduğum bazı temel sorular var. O sorular elbette çalıştığım işin şahsi, tikel naturasından da kaynaklanan başka biricik sorularla devam ediyor. Var olan soruları inceltmeye çalışıyorum. Mesela: “Burada kahraman kendi kişisel bütünlüğünü, ahlâkî ve mitik bütünlüğünü, karakter amacı doğrultusunda tamamlamak için kendi karşıtı olan arketipe ilişkin neyi keşfetmelidir?” sorusu sorduğum en önemli sorulardan biridir. Flaşbellek’te de sorduğum sorulardan biri buydu. İkincisi filmde benimle aynı fikirde olmama ihtimali olan başka aktörlerin seslerinin bulunmasına gayret ediyorum. Bu anlamda bir sürü farklı, çoklu sesin filmin içerisinde bulunmasını, kendi cümlelerini, kendi adlarına kurmalarını istiyorum. Açıkçası filmde diyaloji ile heteroglossia mevcut olsun istiyorum Bakhtin’in jargonuyla ifade etmem gerekirse. Bu tavır Flaşbellek için de söz konusudur. Flaşbellek içerisinde aynı fikirde olmadığım, Suriye’de hüküm süren başka aktörlerin seslerinin işitilmesine izin verdim. Çünkü ses çoğulluğunun bana Suriye’de yaşanan meseleye mesafe alabilme imkânı sağlayacağını biliyordum. Meselenize mesafe koyabildiğiniz ölçüde soğukkanlılığınızı koruyabilirsiniz. Soğukkanlılığınızı korumak da yapıtın değerini artırabilir. Son olarak sinemanın davranışçı bir sanat olduğunu aklımdan çıkarmamaya çalışıyorum. Somut davranışlarla gözlemlenebilecek çatışmalardan doğan krizlere elveren bir hikâye çizgisini doğal akışı içinde inşa etmeye gayret ediyorum. Elbette filmin bir doktora tezi olmadığını da unutmama gayretini sürdürüyorum. Anlatmaya kalkışmıyorum. Gösteriyorum. Flaşbellek’te de Suriye olaylarını doğal bir bakışla ele almadık. Film Arap kültürünün köşe taşlarından Binbir Gece Masalları’nın yapısını anlatım tarzı olarak kendi bünyesine katıp bir yapı kurmaya çalışmaktadır. Bu yönü ile politik konuda yapılmış filmlerin sadece neorealist geleneğe bağlı olarak üretilemeyeceğini, o geleneğin dışında başka estetik anlayışla üretilebileceğini gösterme potansiyeli bulunabilir diye umuyorum. Filmin denediği bu patikanın benzer sinema eserlerinin çoğalması için bir vesile teşkil etmesini diliyorum. Flaşbellek’in bu manada düşünüldüğü zaman, Türk sinema geleneğinden olumlu ve ayrı bir konumda olabileceğini ileri sürenler var.

Siz mültecilerle ilgili film yapıyorsunuz ve filmi yapmadan önce bir hazırlığı, çalışma süreci var. Dünyadaki diğer mülteciler veya göç hakkında yapılan filmlerden özellikle hangi alanda ve hangi vasfıyla ayrılmasını istediniz bu filmin?

Flaşbellek’in temel sorularından biri “Orada, Suriye’de ne oldu?” sorusuydu. Bir Suriyeli mülteci filmini ileride belki yapabilirim, sözgelimi, “Acaba İstanbul’da Adana’da bir mültecinin başına neler gelir ve zavallı adam hayatta kalmak için neleri göze alır, nerelere katlanır?” sorusundan hareket edebilirim. Fakat Flaşbellek’te asıl ilgilendiğim “Orada, Suriye’de neler oldu?” meselesiydi.

O zaman bunu söyleyerek diğer mültecilerle ve göçle ilgili yapılan filmlerde ıskalanan buydu mu demek istiyorsunuz aynı zamanda?

Orada “ıskalanan” demek haksızlık olur onlara. Çünkü göçmeni ele alan işlerin yapılmasını istiyor ve destekliyorum. Ama bizim Suriye’yle ilgili yapacağımız filmlerin sadece göçmenin dramına eğilen filmlerden ibaret olmaması gerekiyor. Sadece “göçmenin dramından, göçün yarattığı olgulardan” ibaret filmler yelpazesi üretmekle yetinmesek daha sağlıklı bir tablo çıkabilir gibi geliyor bana. Böyle olursa sanki bizim sinemamız yapması gereken şeyleri yapmış, ellerini yıkamış, eteğindeki taşları dökmüş gibi algılanır. Suriye ile ilgili savaşı daha zengin bir kavrayışla ele alan yapıtlar üretmek için orada neler döndüğüne dair bir şey söyleyen filmler üretmemiz gerekecektir. Bu sadece bir şahitlik, bir ayna tutma olarak algılanmamalı. Ayrıca oradaki insanlık dramından hareket ederek dünyaya ilişkin kişisel perspektifinizi de derin biçimde tartışabilirsiniz pekâlâ.

Bu aynı zamanda bir nevi günümüzde insanın bilgiye ulaşma sıkıntısıyla ilgili bir şey. Herhangi bir olayı değerlendirirken bilgiyi alamıyoruz internet çağında olmamıza rağmen. Bu da sinemanın bir tür hem şahitlik etmesi hem de sağlıklı bir bilgiyi taşımasını da içeriyor sanırım.

Yorum yapması önemli. Sinemanın hayata dair direkt bilgi verme boyutu da bulunabilir ama ona indirgenmemesinde yarar vardır.

İnsanlık olarak çok yoğun bir gündemimiz var, yoğun meseleler var. Çevre, göç, savaşlar… Siz konunuzu seçerken “Ben çağa şu konuda tanıklık edeceğim, benim sinemamda bu olacak” derken konu seçimine nasıl yaklaşıyorsunuz?

Bir filmin size nereden geleceği nasıl akacağı değişmez, net, bildik bir formülle ifade edilemeyebilir. Bazen bir görüntü size çarpar. Mesela Coen Kardeşlerin Rising Arizona filmini doğuran şey, Ethan Coen’in bir ormanda rüzgârda sürüklenen bir şapkayı görmesiyle ortaya çıkmış. Başka bir imaj da sizin bir film yapmanıza neden olabilir, sözgelimi bir karakter de sizin bir film yapmanıza neden olabilir. Bilgi verme isteği, felsefi bir fikri tartışma isteği filme sebep olabilir. Bir olay motivasyonunuzu tetikleyebilir, bir durum sizi yazmaya itebilir. Bütün bunların karışımı olabilir, bir ya da iki tanesinin bir araya gelmesinden doğacak olan bir motivasyon olabilir. Beni rahatsız ediyordu olup bitenler, haber bültenlerinde gördüklerim. Adana’ya gittiğim zaman sokaklarda gördüklerim, İstanbul’da gördüklerim. Bunlar beni rahatsız ediyordu ve bunu insani biçimde insani boyutuyla ele alan bir iş yapmak istedim. İkincisi, savaşın nasıl bir şey olduğunu neye denk düştüğünü bilirim. Savaşın içinde olmayan insanlar onun neye denk düştüğünü bilmezler. Ben savaşı yaşadım. Savaş nedir bilirim. Göç nedir bilirim çünkü ben de göç ettim.

Öyleyse şunu da diyebilir miyiz: Sizin bu meseleyle bu kadar ilgilenmenizin altında aslında sizin kişisel tecrübeniz de yatıyor.

Bir yerden ayrılıp oraya bir daha dönemeyecek olduğunu biliyor olmanın, çocuk yaşlarında bunu biliyor olmanın insan ruhuna nasıl bir ağırlık verdiğini bilirim, bunu yaşadım. Dolayısıyla evini terk etmeye hazırlanan o Suriye’li insanlara ilişkin olarak bir şeyler yapmak istedim. Yapmasaydım rahat etmeyecektim. Belki Flaşbellek yerine yapacağım başka bir iş bana daha konforlu bir olanaklar zincirini, şuyu buyu sağlayabilirdi. Bir sürü manada hayatım kolaylaşabilirdi. Ama iyi ki Flaşbellek’i yapmışım diyorum. Flaşbellek şu ya da bu şekilde iyi ki kariyerime kattığım bir iş oldu.

Bizim Türk olmamızın orada verdiği bir şey var mı? Bir yakın coğrafi veya kültürel şahitliğin getirdiği bir avantaj, dezavantaj veya ikisinden de farklı getirdiği bir şey var mı bize has?

Filistinli olmanın, Mısırlı olmanın, Katar’lı olmanın getirebileceği şeylerden bahsedilebileceği gibi Türk olmanın sağlayabileceği bazı olumlu, olumsuz katkılardan da muhtemelen bahsedilebilir. Ama ben bunları şimdi telaffuz etmeyeyim çünkü bunları telaffuz edersem, benim laflarıma göre filmi okumaya kalkışanlar çıkabilir. Oysa böylesi bir okuma sağlıklı olmayabilir. Filmi benim yorumumdan farklı şekilde algılayanlar çıkabilmesi normaldir. Hatta filmin enerjisini göstermesi bakımından farklı okumalar belirmesi benim de isteyebileceğim bir şeydir. Soruya dönecek olursak, elbette bir Türk’ün bu filmi çekerken başka bir ulusa mensup bir yönetmenden daha farklı yaklaşabileceğine dair konuşmalar, tahminler yapılabilir. Artı ve eksisi ile değerlendirmek kaydıyla tabii. Fakat dikkatinizi celb ederim. Ekibin bir bölümü Arap’tı, cast, tercüman, reji asistanlarımın bir kısmı Arap’tı. Oyuncuların çok büyük bölümü Suriyeliydi. Filmi Arapça çektim. Proje bu çoğulluğun sağlanmasını gerektiriyordu, karşımdaki iş çoğulluğun sağlanması açısından benim için büyük düelloydu ve belki de bu zorlu düello daveti işe girmeme neden olan baştan çıkarıcı sebeplerden birini teşkil etti. Filmin önemli başrol oyuncularından biri olan Ali Süleyman senaryoyu okuduktan sonra yaptığımız ilk telefon konuşmasında “Metni okuyunca seni Arap yönetmen zannettim” demişti “Bir Arap yazmış bunu diye düşünmüştüm” diye ilave etmişti. Filmi yabancı festivallerde izleyen ve gösterim sonrası yanıma gelen Arap kökenli seyircilerden de beni Arap yönetmen zannedenler oldu.

Teknik ekip anlamında da yeni bir ekiple çalıştınız hocam şimdi o da sizin için farklı bir tecrübe olmuştur.

Ana ekibin bir kısmı Türk’tü. Aralarında geçmişte çalıştığım birkaç kişi vardı. İlk kez görüntü yönetmeni olarak Angelopoulos’un görüntü yönetmeniyle çalıştım.

Andreas Sinanos’tu değil mi?

Evet. Çok memnunum onunla çalışmış olmaktan.

Biz toplumsal olarak göçmenlerle bir karşılaşma yaşıyoruz, ortak kamusal alanlardayız, rahatsız oluyoruz, seviyoruz, burada kalsınlar gitsinler istiyoruz, siz direkt bir setin içerisinde karşılaştınız sizin için nasıl bir tecrübeydi bu?

Set başka bir şeydir, set gündelik hayat değildir, sette başka bir kurallar bütünü hüküm sürer. Dolayısıyla setteki performanslarla ya da orada performans düşüklükleri baz alınarak bu soruya hakkaniyetli cevap verilemez. Gündelik hayat içerisinde Türk insanları nelerle karşılaşıyorlar onu, yerinde incelemek lazım. Bağcılar’a gidip bakmak lazım, Esenyurt’a gidip bakmak lazım. Ama üretim ve hayat içinde beraberce bir şeyler üretmek yakınlık kurmak, karşındakini insan olarak görmek için yararlıdır. Belki de göçmenlerin göç ettikleri yerdeki bir toplumla kaynaşması için en önemli yol budur. Belki ileride bunları araştıran bir film yaparım. Hoşgörü dışında başka bir yaklaşım gerek bize. Bunu araştıracak şekilde meseleye bakan bir film üretmek ilerisi için faydalı olabilir. Andaç Haznederoğlu’nun, Onur Saylak’ın bir filmi var, Mehmet Bahadır Er’in bir başka filmi var. Sayamayacağım birkaç iş daha var ülkemizde göç olgusunu konu edinen. Eğer aralarından kaçırdığım isimler varsa beni affetsinler. İyi ki bu filmleri üretmişler, ellerine sağlık tümünün. Ama bu kurmacaların yanı sıra iyi, derin, taze belgesellerin yapılması lazım.

Daha sonra kurgu.

İyi belgeseller yapmak ve sürekliliklerini sağlamak lazım bu aşamada.

Peki neden önce belgesel?

Saptamak lazım durumu, bütün çıplaklığıyla. Hakikatle ilgili bir şeyi saptıyorsunuz çünkü, adını koyuyorsunuz. Uzun metraj ondan sonra gelirse sanki daha sağlıklı olurmuş gibi bir hissiyatım var. Uzun metrajda yorum yapacaksın, perspektif getireceksin. Bir duygunun altını çizmeye çalışacaksın. Belgeselde de bu tip şeyler olmaz mı, olur, hatta belki daha iyi olur, ama belgesel sayesinde hakikati temsil gücü daha yüksek biçimde perdeye aktarabilirmişiz hissiyatı içindeyim. Elbette belgeselin de saf gerçek olmadığını, onun da ayrı bir hakikati inşa girişimi olduğunu unutmadan bunları söylüyorum.

Öyleyse sinemada belgesel kurguya geçmeden önce bir çeşit veri toplama aracı diyebilir miyiz?

Dediğin gibi olabilir, olup biteni saptayalım anlamında söylüyorsan olabilir ama belgeselin bu işlevi aşan tarafları bulunabileceğini bilerek veri toplamasının iyi olacağını söylüyorum. Belgeseli, hakikat toplamaya indirgersem türe haksızlık yapmış olurum. Çünkü öyle belgeseller var ki uzun metrajın yapamadığını bir sürü kategoride çok daha güçlü şekilde yapabilmektedirler. Keşke öyle belgeseller yapabilsek. O tatta belgesellerin sayısını artırabilsek duygu ve düşünce açısından muazzam miras kalır kültüre.

Neredeyse bitmek üzere olan bir projenizden bahsetmiştiniz. Bundan sonraki meseleniz ne olacak? Şu an gündeminizde ne var?

Doğayla ilgili bir film yapmak isterim.

Daha önce Balık filmini yapmıştınız hocam.

O bağlamda daha farklı bir iş yapmak istiyorum. Onların devamı gibi olan ama meseleyi daha başka şekillerde ele alan bir iş yapmak istiyorum. Tarihi bağlamı da işin içerisine katarak. Ayrıca bir dolandırıcıyla ilgili bir film yapıyorum ama onu konuşmak için erken.

Siz hem roman yazıyorsunuz hem film yapıyorsunuz. Türkiye’yi etkileyen toplumsal olaylarda önce filmi tercih ettiniz. Neden?

Ben edebiyatla yapabileceğimi düşündüğüm şeyleri edebiyatla yapmayı, sinemayla yapabileceğim şeyleri sinemayla yapmayı daha uygun bulan birisiyim. Dolayısıyla Flaşbellek’in sinema filmi olması gerektiğini düşünüyordum. Duygularla da hareket ediyoruz bu süreçte. Ben işin çıktığı erken doğum aşamalarında duygularımı serbest bırakmayı severim. Flaşbellek’e başladığımda bana “bu konu sinema yolu ile ifade edilse sanki daha iyi olur” gibi geldi. Edebiyat olsaydı yapım, üretim, fiziki emek olarak daha az yorulurdum doğru ama edebiyatın farklı zorluğu var. Edebiyatın sinemada olmayan başka bir zorluğu var, hafife alınamayacak bir zorluk. Ayrıca konuşulabilir.

Son olarak, Flaşbellek’in festival süreci nasıl gidiyor, şu ana kadar nasıl tepkiler aldı?

Girdiği her uluslararası yarışmadan ödülle döndü. Hiç sekmedi. Cinemed – Montpellier, ki Fransa’nın ikinci en büyük film festivalidir. Oradaki dört ödülden birini aldı. Amerikadaki 27. Sedona Film Festivalinden en iyi uluslararası film ödülünü aldı. New York Bağımsız Sinema Ödüllerinde en iyi uluslararası film ödülünü aldı. Bu ay Amerika’da Tiburon festivalinde gösterilecek.

Posted in Genel