Ben Heidegger’in modernite, teknoloji, modern bilim ve hümanizm eleştirilerini basite indirgeyerek onu mistik bir söylem içerisinde değerlendirmenin haksızlık olduğu kanısındayım. Bunu çok sağlıklı bulmuyorum. Heidegger için, düşünme eylemi, felsefe eyleminden farklı bir şey hatta felsefenin sonu düşünmenin başlangıcıdır.
SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR
Kasım Küçükalp Hoca’yla Heidegger’in Batı felsefe geleneği içerisinde nasıl bir yere sahip olduğunu, Batı felsefe geleneğinden ayrılan ve onunla hesaplaşan yönlerini konuştuk. Heidegger’in Batı felsefesinde eksik bırakıldığını düşündüğü varlık meselesine yoğunlaştığını belirten Küçükalp, onun düşüncesini İbn’ül Arabi düşüncesine oldukça yakın bulduğunun altını çizdi.
Heidegger düşüncesi, kendinden öncekilerden farklı olarak bize neler söyler ve bizi nereye götürür? Özellikle de onun metafiziği ve başlıca düşünme kavramlarını ele alışı yönüyle bakacak olursak.
Heidegger düşüncesi, bütün bir Batı metafizik geleneğinde; varlık üzerine düşünülmekle birlikte, varlığın anlamı üzerine düşünülmediğini ve bundan dolayı varlığın varlık sorusunun hakiki anlamda sorulmasının- tabiri caizse- başarılamadığını ve bunun da “varlığın anlamı” problemi olarak günümüze kadar intikal ettiğini bize gösterir. Yani bir nevi Heidegger açısından bakarsak bütün bir Batı metafizik geleneği Platon’dan Nietzche’ye ordan da yine kendisine varıncaya kadar “varlığın anlamının unutulmasının tarihi” olarak karşımıza çıkar.
Batı metafizik geleneğine karşı oldukça sorgulayıcı bir yaklaşım o zaman bu.
Tabii bu tespit ile Heidegger’in bir nevi Batı metafizik geleneği ile hesaplaşması da başlar diyebiliriz. Yani Heidegger bir anlamda, Batı metafizik geleneği boyunca soruşturulmadan ve soru sorulmadan bırakılan varlık meselesini yeniden düşünmeye çaba gösterir. Tam da burada, düşünmenin sorgulanmasıyla birlikte Heidegger’in aslında metafizikle ya da metafiziksel düşünme biçimiyle olan hesaplaşması başlar diyebiliriz. Heidegger özellikle “metafizik nedir?” meselesini tartışırken Batı düşüncesi geleneğinde hâkim olan düşünme biçiminin bizatihi kendisinin metafiziksel olduğunu tespit eder. İşte tam da bu metafiziksel karakteri nedeniyle varlığın anlamı meselesi unutulmuştur, ıskalanmıştır. Bunun aslında biraz daha kökensel bir temele doğru düşünülerek çözümlenmeye muhtaç olduğunun özellikle altını çizmekte fayda var. Yani spot cümlelerle metafizik şudur, bu yüzden bu olmuştur tarzından ziyade Heidegger’in kaygısını da bir anlamda açığa çıkaracak şekilde ele almak gerekir.
HEIDEGGER’E GÖRE METAFİZİK, ONU SORUŞTURMAK DEMEK
Heidegger’e göre metafiziğin tanımı nedir peki?
Heidegger’e göre metafizik bir anlamda metafiziğin ne olduğunu soruşturmak demektir. Bu da metafiziğin temelinin soruşturulması anlamına gelir. Yani “metafizik varolanın ötesinde varlık hakkında soru sormak” anlamıyla tekrar karşımıza çıkar, aslında metafiziğin meselesi varlığın hakikati meselesidir.
“Varlığın ne olduğunu unuttuk” diyor Heidegger. “Hatta unuttuğumuzu da unuttuk” diyor. Burada modern insanın varlıkla hiçbir temasının kalmamış olması galiba temel etken.
Aynen öyle. Bu tabii daha sonra özellikle varlığın anlamı unutulmuştur söylemi, teknoloji ile beraber ortaya çıkan kültürde “varlığın anlamının unutulmasının da unutulması” anlamına geliyor. Şimdi burada aslında varlığı düşünme biçimyile işe başlamakta fayda var. Yani Heidegger Batı metafizik geleneğini aynı zamanda “prezans felsefesi” olarak nitelendirir.
Açabilir miyiz prezans felsefesini?
Tabii, onun üzerinden temellendirmeyi yapmaya çalışacağım. Derrida da “metaphysics of prezans” tabirini kullanacağız. Bu bir anlamda Heidegger’in düşüncelerinden mülhem geliştirilmiş bir dekonstrüktif okuma biçimine emilecek. Buradaki prezans, metafiziksel düşünce biçiminin varlığı alımlayış tarzıyla, Heidegger’in umut ettiği “metafiziksel olmayan düşünce biçimi bakımından varlığın nasıl alımlanması gerektiği” arasındaki ayrımı açığa çıkarması bakımından önemli bir kavram. Prezans, etimolojik olarak; sunma ve hediye anlamına gelir. Mesela Fransa’da derste yoklama alınırken öğrenciler, “prezans” der; prezans o anlamda huzurda olmak da demektir. “Şu anda ben sizin huzurunuzdayım; burada ve şimdi…”
BATI METAFİZİK GELENEĞİ BOYUNCA VARLIĞIN ALIMLANIŞI, PREZANS FELSEFESİ OLARAK KENDİNİ GÖSTERİR
Türkçeye nasıl çeviriyoruz prezansı?
“Mevcudiyet metafiziği” ve “bulunuş metafiziği” diye de Türkçeye çevrilir prezans ifadesi. Yani varlığın ve hakikatin düşünen insan karşısında burada ve şimdi tam bir mevcudiyet hâlinde huzurda oluşuna bir anlamda gönderme yapan bir kavram bu. Batı metafizik geleneği boyunca varlığın ve hakikatin alımlanma biçimi bir anlamda prezans felsefesi olarak kendini gösterecektir. Varlığı işte tam “burada” ve “şimdi” tam bir mevcudiyet içerisinde düşünme pratiğinin adıdır metafiziksel düşünce; varlığın, “burada”ve “şimdi” insan idrakine verilmiş hâliyle düşünülmesi demek.
Bu ne anlama gelir?
Heidegger bir yerde der ki; metafizik, humanistik doğası gizlendiği ölçüde var olabilir. Yani her metafizikte düşünce hümanistik doğayla ilişkilidir. Hümanistik doğası gizlendiği ölçüde metafiziksel hakikatten bahsedebiliriz
Burası tam bir yol ayrımı aslında, biraz açabilir miyiz?
Heidegger’e göre metafiziksel düşünce geleneği aslında humanistik düşünce geleneğine tekabul eder, hümanistiktir. Yani varlığı, hakikati, tanrıyı, eşyayı, insanı, her şeyi düşünce konusu kılınan her şeyi insan idrakine indirger. Dolayısıyla varlığın insan idrakine indirgenmiş hâlinin, varoluş hâliyle aynı şey olduğu anlamında bir örtük varsayım üzerine kuruludur. Meseleyi daha da açacak olursak; Aristoteles’teki düşünmenin kategorilerinin varlığın gerçek delilleri olduğu, dolayısıyla varlığın var olma biçimlerine karşılık geldiği yine dolayısıyla da varlıkla düşüncenin özdeş olduğu varsayımı humanistik bir varsayımdır, diyebiliriz. Yani varlık düşünceyle özdeşleşerek düşünce yoluyla temsil edilebilir bir düzleme çekilmiş oluyor. Bu, hakikati insan aklına indirgeyen düşünce biçimidir. Dolayısıyla Heidegger’e göre Batı metafizik geleneği boyunca aslında bir varolan olmayan varlık, varolan olarak düşünülmüş ve varolanların toplamı olarak kabul edilerek metafiziğin temel sorusu olan “bu nedir?” sorusu çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu da varlığın hakikatini ve anlamlılığını unutmaya sebebiyet vermiştir. Varolan olmayanı, varolana indirgeyerek, olmuş bitmiş, tamamlanmış bir mevcudiyet formuna dökerek bilme çabasının kendisi hem metafizikseldir hem hümanistiktir. İşte tam da burada az önce bahsettiğim prezans ile varlığın mevcudiyeti arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu görmek mümkün. Varlığı bir anlamda “prenazans” olarak düşünmüşler bu da aslında varlığı isim olarak düşünmek demektir. Tüm bunlarla beraber felsefede bir tabir vardır: “Hiçbir söylem hüdayinâbit değildir”. İllaki bir arka planı vardır. Bu yüzden aslında Heidegger’i de yetiştiren bir gelenekten bahsetmemiz elbette mümkün. Özellikle 19. yüzyılda ortaya çıkan tartışmalarla Heideger arasındaki rabıtayı görmek zorundayız.
Ben Heidegger’in modernite, teknoloji, modern bilim ve hümanizm eleştirilerini basite indirgeyerek onu mistik bir söylem içerisinde değerlendirmenin haksızlık olduğu kanısındayım. Bunu çok sağlıklı bulmuyorum. Heidegger için, düşünme eylemi, felsefe eyleminden farklı bir şey hatta felsefenin sonu düşünmenin başlangıcıdır. Heidegger presokratiklere filozof demez. Platondan itibaren filozoflar vardır. Felsefe tam da, varolan olmayan varlığı bir varolan olarak düşünüp, bizim dışımızda rasyonel olarak da düşünce yoluyla ulaşılabilir bir soyut nesne hâline getirerek düşünmeye başladığımız zaman başlamıştır.
Heidegger alışılagelmiş pratikleri derinden sarsıyor galiba, bu yüzden belki de onu mistik olarak görüp sıradanlaştırmaya çalışıyorlar.
İşte “bu nedir?” sorusu çerçevesinde oluşan felsefe, tam da bu düşünme şekli, kendi hümanistik doğasını gizleyerek düşünmenin varlığa tekabül ettiği inancı üzerine kuruludur. Mütekabiliyetçi doğruluk anlayışı vardır Batı felsefesi geleneğinde. Yani düşüncenin nesnesini temsil ettiğine dair örtük bir mütabakat vardır. Modern düşüncede bu, temsil fikrine, representation ifadesine yani öznenin zihin aynasıyla nesneyi temsil etmesi tarzında bir söyleme dönüşecek. Heidegger bana göre bu epistemik temsil fikrini ve hümanistik söylem pratiğini felsefeyle ve bilimle özdeşleştirip düşünme eyleminin bunun dışında kalması gerektiği kanısında. Bu yönüyle hakim epistemoloji öncelikli düşünme biçimine ayarlanmış belleklerin Heidegger’i histerik olmakla irtibatlandırması beni şaşırtmıyor. Çünkü Heidegger’in düşünme pratiğine kulak vermeleri hâlinde emin olun yazılıp çizilen birçok şeyin bir çırpıda değersiz bir enformasyonu dönmesi kaçınılmaz hâle gelir.Çünkü o modern entellektüel kültürleşmeyi ciddi bir şekilde eleştiriyor, hatta bir yerde şöyle der, “Bunlara ‘varlık nedir?’ diye sorsanız belki de açarlar bir felsefe sözlüğünü varlığın anlamını bilmeksizin sözlükten elde edilen tanımı onun yerine yerleştirerek meseleyi çözme yöntemine giderler.” İşte tam da bu, onun için modern entelektüel kültürleşme, düşünmeyi öldüren bir şey olarak ortaya çıkar. Bu yönüyle Heidegger kendi düşüncesinin istikametini bunun dışında görme eğiliminde olmuştur hep.
FENOMENOLOJİNİN HEDEFİ, ŞEYLERİN KENDİLERİNE ULAŞMAKTIR
Heidegger mevzubahis olduğunda Husserl’den ve fenomenolojiden bahsetmeden olmaz diye düşünüyorum. Bu mevzuya da değinebilir misiniz?
Elbette, Heidegger ve fenomenoloji ilişkisi çok önemli olmakla beraber fenomenolojik ontoloji, bir anlamda varlığın fenomenolojisidir, diyebiliriz. Fundemental fenomenoloji, fenomenolojik ontoloji gibi değişik nitelemeler söz konusu. Heidegger in “Beni Fenomenolojiye Götüren Yol” adlı bir metni var. Burada fenomenolojiye yönelik ilişkinin temelinde fenomenolojide adeta bir düstur hâline gelmiş olan bir ifade onu etkiler. Bu ifade “şeylerin kendilerine”ifadesidir. Fenomenolojinin hedeflediği şey, şeylerin kendilerine ulaşmaktır. Bu Husserl ve Heidegger için farklı bir anlam ifade edecek. Yani Heidegger in Husserl ile olan yakınlığı da Husserl felsefesine yönelik mesafesi de aslında hakkı verilmiş bir şeydir.
Husserl ile fikir bağlamında örtüştükleri reddedilemeyecek kadar net. Peki farklılıkları neler? Heidegger ilerleyen zamanlarda Husserl’i de çokça eleştiriyor. Bunun sebebi nedir?
Husserl’de fenomen demek aşkın, “transendental ben”de karşılığını bulan nesnenin kendisidir. Yani Husserl’i bir anlamda Descartes ve Kantçı sübjektivite metafiziği içerisinde görmek gerekir ve Husserl’in fenomenolojik redüksiyon yoluyla ulaşmaya çalıştığı şey “saf ben”deki, bilinçteki nesneler ve onların anlamlarıdır. Husserl’de noesis ve noema kavramları vardır. Noesis bilme eyleminin zihinsel işleyiş sürecini ifade eder. Noema ise bilinçteki nesnenin kendisini ifade eder. Şöyle bir ayrım yapabiliriz Kant’ta fenomen, “dışımızda bulunan nesne” anlamında kullanılır. Her ne kadar bizim deneyimimiz ve zihinsel süreçlerimizin birlikte oluşturduğu bir şey olsa da bizim dışımızda olan varlıklara fenomen denir.
HEIDEGGER VE HUSSERL FENOMENOLOJİYE FARKLI AÇILARDAN BAKIYOR
Husserl’e göre fenomen nedir peki?
Ona göre fenomen öz demektir. Bilinçteki asıl nesnedir. Asıl fenomen asıl görünen şeydir. Intentionality kavramı yani bilincin yönelimselliği içerisinde fenomenolojik bir epoke yoluyla redüksiyon yoluyla bilincimizdeki nesneye dışarıdan dâhil olan her şey parantez içine alınır ve o saf bilinç hâlindeki nesnellik deneyimi bir anlamda tasvir edilir. Nesnenin kendisi bir anlamda tasvir edilmeye çalışılır. İşte tam da Heidegger ile Husserl’in ayrıştığı yer burasıdır. Heidegger’e göre bilinç meselesi Husserl’de metafiziksel düşünceye eklenmiştir. Yani Husserl’in niyeti felsefeye kaybetmiş olduğu kesinliği kazandırmak, fenomenlerin kendisini bir anlamda hem bilim için hem felsefe için temele koyarak Avrupa bilimler krizini aşmak olsa da Husserl de nihayetinde o sübjektivite metafiziği içerisinde bir metafizik inşa etmiştir.
Heidegger ise fenomenolojiye başka bir açıdan bakar.
Evet, oysa Heidegger fenomenolojinin Husserl’deki anlamının ötesinde o şeylerin kendilerine düsturunu tekrar gündeme getirir ve Heidegger’e göre fenomen kavramının çifte anlamlılığı ve fenomenin bir sunuş mantığı vardır; bu sunuş mantığı içerisinde aslında fenomen çifte bir kavramı beraberinde barındırır. Husserl’in fenomenolojisinde Heidegger kendi fenomenolojik ontolojisine dönüştürürken kendi fenomenoloji alımlayışını da şu üç aşamaya taşır:
Redüksiyon vardır, konstrüksiyon vardır ama en nihayetinde destrüksiyon dediği aşamalar vardır. Redüksiyon vardır Husserl’de ama konstrüksiyon ve destrüksiyonu Heidegger fenomenoljiye bir anlamda dâhil ederek fenomenolojiden neyi beklediğine dair perspektifini de açığa çıkarmış olur. Biz hep fenomenlerle karşılaşıp feomeni görünüşe, görünüşü de gerçekliğe indirgeyerek varlığın anlamını unutmuşuzdur. Heidegger bu unutmanın başlangıcına giderek kökendeki problemi açığa çıkarıp varlığın anlamını deneyimlemenin imkânlarını düşünceye açmaya dair bir kaygıyla işe koyuluyor. Tam da burada fenomenin sunuş mantığı şu anlama gelir. Fenomen Türkçeye çevirdiğimiz zaman görünüş ve tezahür anlamına gelir. Heidegger diyor ki felsefe bugüne kadar hep tezahüre odaklandı ama o kendin tebdili kıyafette gösteren varlığa odaklanmadı. Aslında varlığın tezahürlerini varlığın kendisi zannettik . Bu yüzden varlık adeta var olana indirgendi.. Var olan demek varlığın var olanı demektir. Zaten Heidegger’in temel kaygısı da varlık ve var olanlar arasındaki ontolojik ayrımı veya bağlantıyı ortaya çıkarmak.
HEIDEGGER’İN PLATONCU OLDUĞUNU SAVUNABİLİRİZ
Bu son cümleniz Platon’un mağara alegorisine götürdü beni. Yanlış mı geldim doğru geldim bilemedim. Mağaradaki gölgeleri hakikat zanneden insanlar gibi mi?
Heidegger’i Platon’a çok yakın görüyorum. Onun bir Platoncu olduğunu savunabiliriz. Tabii Platon’un Batı felsefesindeki alımlanışından bağımsız bir Platon var. Aristoteles üzerinden okunmuş Platon, formlar öğretisi çerçevesine indirgemiş bir Platon’dur. Yani Platon idealar ve gölgeler ayrımını metaforik olarak ortaya koyarken bir idealar dünyası bir de gölgeler dünyası var demiyordu. Ama Aristoteles, Platon’u karikatürize ederek onun kavramların gerçek olduğuna ancak görünüşteki varlıkların gerçek olmadığına yani iki ayrı dünyaya inanan bir adam olarak lanse etti felsefe tarihinde. Hâkim Batı felsefesinde Platon tam da Aristoteles’in alımlandığı gibi alımlanmıştır. Ama ben Platon’un gerek mağara benzetmesinde gerek bölünmüş çizgi analojisinde söylediğinin tam da Heidegger’in söylediği şeyle benzer bir şey olduğu kanısındayım. Yani Heidegger için de fenomenin anlaşılması demek, görünüşten görünüşe geleni de düşünecek şekilde görünüşe bir mesafe koymayı gerektirir. Hatta mesela Heidegger Heraklitos’u değerlendirdiği metinlerinde Heraklitos’un oluş üzerine tam da fenomen kavramı üzerindeki sunuş mantığına uygun olarak görünüşten ziyade kendini görünüşte gizleyene odaklanmış bir düşünür olduğunu söylüyor. Heidegger’in fenomenolojiden beklediği şey fenomen oluş sürecinde kendini gizleyenle o şey arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyor; yani varolanlarla varlık arasındaki ayrım üzerinden meseleyi okuma çabasıdır. Fenomenoloji bu yönüyle Heidegger için önemli bir imkândır.
Heidegger’in zihni sürekli bize göremediğimiz bir yerleri göstermeye çabalıyor gibi. O sürekli başka bir şeyleri arıyor. Belki yine gördüğünden yola çıkıyor ama göz önünde tutulana ikna olmayan bir sorgulayıcılığı var. Örneğin hakikatin görünmezliği mevzusunda “belki de o kendini göstermiyordur” gibi enterasn bakış açıları sunuyor. Bu mesleye dair ekleyecekleriniz var mı?
Heidegger meselenin tam da Batı felsefesi geleneğinde dikotomiler yoluyla çözmeye çalışılan boyutunu da tartışmaya açıyor. Mesela özgürlük ve determinizm dikotomisi vardır Batı felsefesinde. Heidegger bu dikotomiyi bizim epistemik uğraşlarla bilmeye çalışmamızla varlığın bize kendini göstermesi arasındaki gerilimi de ifşa eder. Eğer sen varlığa tekinsiz bir biçimde yaklaşıyorsan bir taraftan senin yaklaşımından kaynaklanan bir gizlenme vardır bir taraftan da varlığın kendisini gizlemesinden kaynaklanan senin ona epistemik yollarla yaklaşmaya çalışman durumu vardır. Dolayısıyla buradan karamsar bir tablo da çıkarır Heidegger. Heidegger’e göre varlıkla kurduğumuz ilişkinin sıhhati ölçüsünde varlığın kendisiyle karşılaşma imkânı söz konusudur. Biz varlığı bir mevcudiyet formu içerisinde düşündüğümüz müddetçe varlık hiçbir zaman kendisini bize sunmayacaktır. Çünkü biz onunla tekinsiz bir biçimde onu terk etmek onu kuşatma altına almak ve onu insana yükümlü hâle getirmek için bir iletişim içerisine giriyoruzdur. Bu durumda varlığın bize kendisini açması mümkün olmayacaktır.
DÜŞÜNMEK, VARLIKLA BİR KARŞILAŞMA DENEYİMİDİR
Heidegger, düşünmenin ne olduğuna dair dört soru soruyor. Orada mesela dördüncü soruda “Düşünmeyi emreden nedir?” diye ciddi bir sorusu var. Devamında ise “bunu aklederek bulamayız” diyor. Özellikle bu düşünme bahsi için bir şeyler söylemek ister misiniz?
Şöyle ki, zaten Heidegger için düşünme demek, düşünülmeye değer olan şeye kararlı ve serin kanlı bir şekilde değinmek demektir. Bu, iki aynı düşünme biçiminin, düşünülecek şeyle girilen ilişkisi arasındaki ayrımı ortaya çıkarıyor. Birisinde hümanistik söylem içerisinde nesneleştirilen ve “hakikat empoze edilen” bir nesneleştirme pratiği içerisinde hakikatinden koparılan bir “şeyleşme” mantığı söz konusu. Hümanistik söylem içerisinde düşünürken tanrıyı hakikatinden koparırsın. İnsanı düşünürken insanı hakikatinden koparırsınız. Varlığı düşünürken varlığı hakikatinden koparırsınız. Bu hakikatten kopuştan dolayı, Heidegger düşünme pratiğinde bir değişiklik yapmayı teklif eder. Yani eğer düşünülecek şeyi düşünmek durumundaysak bizim onu nasıl düşündüğümüz değil, onun kendisini düşünceye nasıl verdiğini düşünmemiz icap etmektedir. Bu yüzden düşünmek, varlıkla bir karşılaşma deneyimidir aynı zamanda. Ama burada yolun sonunu ölçüp biçip nereye çıktığını belirleyip bundan sonra rotayı çizmekle ilgili bir durum yok. Düşünmede aslolan iz sürmektir. İz sürerek yolda kalırsınız. Ve sizin yolda olduğunuzdan duyduğunuz emniyetten başka hiçbir şeyiniz yoktur. Heidegger açısından bakarsak yolun sonunda nereye varacağınıza dair bir refleksiyona düşünmenin tahammülü yoktur. Tam da yolun sonunu düşündüğünüz anda yoldan çıkarsınız. Heidegger, hakikat deneyiminin insanın varlığını açmasıyla alakalı olduğunu söylüyor.
Mesela Descartes şöyle bir şey söyler; Descartes’ın meşhur bir ağaç metaforu vardır. Felsefe “kökleri metafizik, gövdesi fizik dalları diğer disiplinler olan bir ağaca benzer.” der. Heidegger der ki; tamam da bu ağacın kökleri hangi toprağa salınmaktadır? Soru çok sağlam bir sorudur aslında. Yani birsürü metafizik vurgu, hümanistik söylem ortaya atılmıştır. Ama köksüzdür. Hepsi gelir insani epistemik eylem içerisinde sıkışıp kalır. Hiçbirisi insani epistemik söylemi veya evreni aşamaz. Heidegger ise “şeylerin kendilerine” düsturuyla aslında, olanı olduğu gibi bilmek kaygısına kapılır. Esasen bence Heidegger’in olduğu gibi Platon’un da temel kaygısı buydu: Olanı olduğu gibi bilmek. Ama bunu bilmek için bizim olana kategoriler dayatmaktan vazgeçip olanın kendini ifşasına dahil olmamız gerekir. Yani kendisini tebdili kıyafette gösterenin örtüsünü açmamız gerekiyor. Var olanlar varlığın birer örtüsü aynı zamanda, Heidegger açısından bakarsanız varlığı düşünmek, örtüyü açmak demektir. Bu belki hiç bitmeyecek bir örtü açma eylemi olarak karşımıza çıkacaktır. İz sürmekle örtü açmak aynı şeydir. Heideggeryen düşünce açısından bakarsak örtü kaldırma eylemi Heidegger’in düşünme eyleminin kendisidir aslında.[C1]
BATI FELSEFESİ ARİSTOTALES’TEN BERİ OLANI OLDUĞU GİBİ BİLMENİN PEŞİNDE DEĞİL
Örtü kaldırmak, iz sürmek… Bunlar Batı düşüncesine ait şeyler değil. Batı düşüncesi duvarı aşar, örtüyü kaldırmaz ya da duvarı yıkar. Engelleri aralayarak değil de yıkarak aşan bir refleksi vardır Batı’nın. Bizde biraz daha farklıdır, perde aralamak vardır veya iz sürmek… Tüm bunlara bakınca Heidegger bir 20. yüzyıl düşünürüne göre biraz fazla sofistik sanki. Heidegger’den bir Orta Çağ âlimi çıkarmış olmak istemiyorum ama bunca benzerliği de görmezden gelemiyorum. Siz ne söylemek istersiniz?
Öyle tabii. Şimdi modern bilim, teknik hümanizm, entelektüel kültürleşme gibi konularda Heideggeryen düşüncenin ufkunda, modern düşüncenin iletmiş olduğu şeyin bir nevi enformasyon olduğunu söyleyebilirim. Bu ilimle ve hakikatle bırakın bağlantı kurmayı, aramızı açan bir şey. Dolayısıyla “hakkı ve hakikati bilmekten alıkoyan bir şeyin gerçek değeri nedir?” sorusunu da düşünmek lazım. Ama şunu söyleyebilirim, sizin kaygılarınıza katılıyorum. Ben de Batı felsefesinde iz sürmenin, örtü kaldırmanın ve olanı olduğu gibi bilme kaygısının iş başında olmadığını ifade edebilirim, ama bu bana göre Aristoteles’ten beri öyle. Ama Platon için geçerli değil, bu açıdan Heidegger ile Platon’u çok yakın görüyorum. Heidegger de Platon da, ikisi de beslendikleri kaynakları gizliyorlar. İfşa etmiyorlar. O yüzden ben Heidegger’in düşüncelerinin muallakta kalmasının sebebinin beslendiği kaynakları gizlemesi olduğunu söyleyebilirim. Hatta Ahmet Demirhan Hoca Heidegger’in vahdet-i vücut geleneğiyle ve İbn’ül Arabi düşüncesiyle ilişkisinin kurulabileceğini iddia eder. Ben de Heidegger’le İbn’ül Arabi düşüncesi arasında çok açık ilişkilerin kurulabileceği kanısındayım. Hatta geç dönem Heidegger metinlerini “vücut” ifadesinin yerine “varlık” ifadesinin konulduğu İbn’ül Arabi metinlerine benzetiyorum. İbn’ül Arabi’nin bir metnini alın Heidegger’in bir metni diye birazcık uyarlamayla, felsefi ifadelerle üslubu değiştirerek Heidegger’in metni diye sunsanız aksini iddia etmezler. O derece benzer[C2] .
Heidegger’in teolojinin tamamen rasyonel bir alanda değerlendiriliyor oluşuna belki de bir tepki olarak şöyle bir sözü var: “Teolojiyi onun hakkında susarak onurlandırabiliriz ancak”. Bu bağlamda hümanizm, metafizik ve ontoteoloji ilişkisinden biraz bahsedebilir miyiz?
Az önce hümanizmden biraz bahsettik ama bir de bunun teolojik boyutu var tabii ki. Heidegger bunların ikisinin adını birleştirelim diyor. Yani metafizik ile teoloji birleştirirerek adına “varlıktanrı bilimi” anlamına gelecek şekilde “ontoteoloji” denmesini teklif ediyor. Çünkü metafiziksel düşünce, hümanistik yönüyle her şeyin zeminini düşünmüş, temelinde yatan varlığı düşünmüş ve ontoloji yapmıştır. Bir taraftan da her şeyin sebebini, ilk ilkesini düşünmüştür. Bu da onu teoloji hâline getirmiştir. Heidegger bu yüzden aslında; Aristoteles de dâhil olmak üzere bütün bir Batı felsefesinde ortaya çıkmış teoremler bir ontoteolojidir, “varlıktanrı bilimi”dir ve ontoteoloji hem insanın doğasını hem de tanrının doğasını çarpıtmıştır, diyor. Bunu bugün; doğal teoloji benzeri teolojiler yoluyla ortaya koyulan deizm, teizm, agnostizm, ateizm benzeri tartışmaların aslında birçok yönüyle ontoteolojinin ufkunda beslenen, ordan neşvü nema bulan şeyler olduğunu vurgulamak için söylüyorum. Heidegger’in ontoteoloji eleştirisinin, metafiziksel düşünceyle tanrıya dair ortaya konulan söylem pratiklerinin de ne kadar afaki ve geçersiz olduğunu ifşa eden bir yönü var. Bu yönüyle bakarsanız Heidegger der ki metafiziğin tanrısı için en iyi örnek “causa sui”dir. “Cause sui” Aristoteles’in “ilk neden” dediği şey. Kendi kendisinin nedeni, hareket ettiricisi. Yani bu tanrının hareket ettiriciliği konusunda ne yalvarıp yakarabilirsiniz ne de dua edebilirsiniz.
HEIDEGGER’İN ÇABASI DÜŞÜNMEYİ TEKRAR ASLİ GÖREVİYLE BULUŞTURABİLMEKTİ
Peki, Heidegger Batı felsefesinde neyi yıkıp yerine neyi ikame etmeye çabalamıştır desek… Ya da böyle bir şey hiç olmadı mı?
Heidegger, asıl pratiğinden koparak hümanistik metafiziksel düşüncenin yerini ikame eden düşünme pratiğini sorgulayıp düşünmeyi öldüren düşünme biçiminin dışında tekrar düşünmeyi mümkün kılan bir düşünme biçimi arayışına girer. Felsefenin sonu, düşünmenin başlangıcı tam da buna karşılık gelir. Hakim Batı felsefesi geleneği, hümanistik metafiziksel yoluyla varlığı, hakikati, anlamı, değeri her şeyi çarpıtmış bir insanın epistemik güçleri yoluyla teorileştirdikleri şeyi hakikat diye ortaya koymuştur. Heidegger bu yanılsamanın sonunun geldiğini söyler, ki zaten Nietzsche nihilizm ilişkisi içerisinde bunlar çok daha rahat tartışılabilir. Heidegger Nietzsche’yi iyi okumuşlardan birisidir. Nietzsche’nin Avrupa medeniyetine dair teşbihlerini çok iyi kavramış birisidir. Yani bu bir şekilde Batı düşüncesinde kendi epistemik imkânlarına yönelik güveni kaybeder. Yüksek değerlerini inşa ettiği hümanist metafiziklere olan inancını kaybetmiş nihilistik bir çağda Heidegger düşünmeyi tekrar asli göreviyle buluşturabilmenin imkânlarına insanları davet etti. Bu bir otantik veya sahih varoluş içerisinde gerçekleştirilecek bir düşünmedir. Yani var olmadan düşünmezsiniz Heidegger açısından. Descartes’da, Francis Bacon’da gördüğümüz gibi rasyonel enstrümanları kullanarak nesneleri temsil edersiniz teorileştirirsiniz. Böyle bir düşünme Heidegger için düşünme demek değildir. Bu tam da varlığı hakikati insana yükümlü kılan bir düşünme pratiğidir. Bu sahici olmayan bir düşünme ilişkisidir.
[C1]Spot veya başlık buradan çıkabilir
[C2]Önemliiiii