Savaş Ş. Barkçin: “Felsefe Modası”

Mümin hikmeti felsefede de bulabilir. Ama hikmetin bulunabileceği tek yer felsefe değildir. Mümin hikmeti mühendislikte, müzikte, mimaride, kunduracılıkta da bulabilir. Hatta hikmeti okumuşta-okumamışta, evde-sokakta, yerde-gökte, çarşıda-pazarda, ağaçta-yaprakta da bulur. Ama bir parça ışık gördüğü yerleri ve şeyleri de güneş ilan etmez.

SAVAŞ Ş. BARKÇİN

Son zamanlarda felsefeye karşı ilgi çoğaldı. Kitaplar yayımlanıyor, videolar yapılıyor, televizyonlarda programlar düzenleniyor. Çocuklara yönelik felsefe dersleri bile var. Sanırsınız ki toplum olarak bilmeye, düşünmeye, eylemeye müthiş bir ilgimiz var. Hâlbuki özgün düşünceyi bırakın, düz düşünce anlamında bile pek bir yol kat etmiş olmadığımızı hepimiz biliyoruz.

Bu büyüyen ilgi daha çok bir felsefe modası. Memlekette kimi ateizmine veya deizmine mesned yapmak için, kimi ise “ben bildiğin dindarlardan değilim, entelektüelim” pozuyla bu modaya kapılıyor. Başka işlerde olduğu gibi işin esastan çok pazarlaması önde… Özden ziyade söz geçerli.

Felsefe modasını kutlayan iki güruh var. Siyasetlerini, ticaretlerini, sanatlarını ve kafalarını Batı’ya bağlayanlar “Bilim, teknoloji ve insanlık ancak felsefe ile olur” diye alkışlıyorlar. “Nihayet aydınlanma yoluna girdik” diye seviniyorlar. Muhafazakârlar ise başka bir sebeple bu modaya kendilerini kaptırmış durumda… Onlar da Allah’ın “akletmez misiniz?” sorusuna cevap aradıklarını söyleyerek felsefe modasını meşrulaştırıyorlar. Hâlbuki hepimiz biliyoruz ki onlar da Batıcılar gibi bir kompleksle felsefeye abanıyorlar.

İki grup da her cümlesine bir Batılı filozof ismi sıkıştırmayı bir marifet addediyor. İki grup da felsefe kitapları okumayanı adamdan saymıyor. İki grup da siyasetin bozukluğundan şehirlerin yıkımına, karanlık güçlerden sanata kadar her meselenin arkasında bir felsefe geleneğimiz olmamasını görüyor. Batıcılar felsefe bilgisiyle daha bir aydınlandıklarını, dindarlar ise felsefe sayesinde Kur’ân’ı daha iyi anlayıp, hurafelerden arındıklarını zannediyorlar. Batıcılar felsefeyi evrimcilik, ilerlemecilik, modernlik gibi her mevzuya bulaştırırken, dindarlar da imanlarını bir-iki filozofun sözüyle “sorgulama” derekesine düşmüş durumdalar. Her iki grup da felsefenin olsa olsa gerçeğe dair bir meşguliyet olduğunu unutuyor, felsefeyi ve filozofu gerçeğin ta kendisi sayıyorlar. O zaman felsefe dinin üstünde bir din gibi algılanmaya başlıyor.

Burada muhafazakârların felsefeye bakışı üzerinde durmak istiyorum. Felsefeyi dini, imanı doğru anlamak ve teceddüd için şart olduğunu sanan bu arkadaşlar ilk Müslüman feylesofların felsefeye bakışlarını da pek kavramış değiller. Feylesofların felsefeye bakışları, başka ilimlere bakışları gibi “hikmet” üzerineydi. Zira Rasûlullah Efendimiz’in bu husustaki fermanı açık: “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa onu almaya en çok hakkı olan odur.” Dolayısıyla bir mümin bakışını ve arayışını sadece kendi toplumu, coğrafyası, birikimiyle sınırlayamaz. Hak, hakîkat ve güzellik nerede olursa olsun ona açıktır. El-Kindî, İbni Sinâ, Fârâbî gibi ilk dönem “hakîm”ler eski Yunan’ın söylediklerine kulak verdiler, çünkü bunu hikmeti elde etmenin, Allah’ın sünnetini anlamanın bir gereği olarak görüyorlardı. Kimi bu yolda isabet kaydetti, kimi ise kaydetmedi.

Bizim felsefe modacıları ise onlardan çok farklı. Neden mi? Birkaç farkı sıralayalım… Birincisi, ilk dönem feylesofları kendilerini rahatça “Allah’ın kulu” olarak niteliyorlardı. Bundan hicap duymuyor, başka yaftalar aramıyorlardı. Kendilikleri doğaldı. Bugünkülerin aksine birilerine benzeme gibi bir kompleksleri yoktu. Kendileriyle çelişki içinde değildiler. İkincisi, onlar “âlim” idiler, bugünküler ise güya “aydın.” Ama bir şeyi unutuyoruz. Âlim olmak, sadece bir şeyi bilmek değildir. Peygamber Efendimiz’in (sav) vârisi olmak demektir. Demek ki ahlâk olmadan âlim olunmaz. Feylesoflar, hakîmler bu rütbeye sahiptiler. Yani öğrendiklerini usûlüyle öğrenmişlerdi, şer’î ilimlere hâkim idiler. Felsefe onlar için bir nevi kadayıf üstü kaymak gibi bir şeydi. Bugünkü felsefe modacıları arasında ise bırakın âlim olmayı, temel akâid bilgisine sahip olanı bile az. Üçüncüsü, onlar adı üzerinde “hakîm” idiler, yani hikmet sahibi, hikmet tâliplisi. İmanlarıyla ve ilimleriyle dünyaya açılmışlardı. Hikmetin ne olduğunu günlük hayatlarından biliyorlardı, onun dedikodusunu yapmıyorlardı. Bugünkü felsefe modacılarının ise hikmet diye bir derdi yok.

Halbuki felsefe modacıları “felsefe” kelimesinin alındığı eski Yunanca “philosophia” kelimesinin “hikmet sevgisi” anlamına geldiğini söyleyerek felsefeyle haşır-neşir olmanın kendilerine bilgelik kazandıracağını, bir nevi insan-ı kâmil olacaklarını sanırlar. “Philosopohia” kavramını “hikmet sevgisi” olarak ilk tercüme eden el-Kindî’dir. Buradaki “sophia” kelimesi “sophis” kelimesinden gelir ki “bilen, aklı başında, bilge” anlamındadır. Bu kelimenin başka anlamları da vardır: “hüner, kâbiliyet, sağlam hüküm, ehliyet.” Yine “kurnazlık, intikal kâbiliyeti” anlamına da gelir. “Sophos” ise “bilge, kendini bilen” demektir. Hem şahıs, hem kavram ismidir. Ayasofya Camii’nin adı da buradan gelir ki “İlahî Bilgelik” demektir. Hikmetin bir yaşı bile vardır. Bizim “yirmi yaş dişi” veya “akıl dişi” dediğimize İngilizce’de “wisdom tooth” yani “basiret dişi” denir. Bu tâbir Hipokrat’ın türettiği eski Yunanca “sophronisteres” kelimesinden gelir ki “basiretli, kendini bilen” mânâsındadır.

Hikmeti bulmak için önce hikmeti bilmek gerekir. Hikmeti bilmek için irfân, irfânı bilmek için ilim, ilmi bilmek için de itikad gerekir. Hepsine bilmek diyoruz ama hepsi olmak ile ilgilidir. Çünkü bilgi ancak ahlâka tesir ederse kul için faydalıdır. Kendi evini, yerini bilmeyenlerin el kapılarında başka güzellikler araması, bulması herhalde pek mümkün olmaz.

Felsefe modacılarının yanıldığı başka bir şey daha var. Felsefenin “ilm-i hikmet” olarak anılması onun hikmetin temel kaynağı, yolu veya yöntemi olduğu için değildir. Çünkü her ilimde, her sanatta, her insanda, her zamanda ve yerde hikmet vardır. Ama hikmeti sadece hikmet sahipleri fark edebilir, seçebilir ve alabilir. Hikmet sahibi olanlar ise el-Hakîm olan Allah’a ve O’nun Rasûl’üne ittibâ edenlerdir. Peki iman ehli olmayanda hikmet olmaz mı? Elbette olur. Ama onlar kendi düşüncelerindeki, sözlerindeki, işlerindeki, sanatlarındaki hikmetten, haberdar değildir. Bu aynen şuna benzer: Renk körleri genellikle kırmızı ve yeşil renkleri sarıya benzer bir şekilde algılarlar. Böyle bir rahatsızlığa sahip olan kişi üzerine giydiği kırmızı kazağın rengini bile doğru görmez. İman etmemiş filozoflar da böyledir. Kendi sözlerindeki hakikati ve dolayısıyla hikmeti seçip size gösteremezler. Çünkü ölçüleri Hakk Teâlâ ve O’nun Nebîsi değildir.

O hâlde hikmet Hakk’ı bilme, tanıma ve bağlanma nimeti yani hidâyet verilmiş iman ehlinin işidir. Felsefe ise kendisine hakikat, yani Hakk’ı bilme, tanıma ve bağlanma nasib olmamış kişilerin işidir. Bir iman ehli “Tanrı var mıdır? Gerçek nedir? Varlık nereden geldi?” gibi soruları imanın dışına çıkmadan soramaz. Çünkü zaten bu soruların cevabını verdiği için mümindir. Ama Hakk’ı, hakikati, varlığı daha iyi anlamak ve değerini bilmek için soru da sorar, cevabını da arar. Felsefe aklı ve düşünmeyi kendi kendine yeterli, kendi kendini meşrulaştıran, mütecânis, rasyonel bir insani özellik olarak tanımlar. Mümin içinse akıl bir araçtır. Mesele, “gerçekliğin ardındaki gerçeği görmek” anlamına gelen hikmeti görecek kalp gözüne, selîm akla, ferâsete sahip olmaktır. Bunlar ise Hakkı tanımak için verilmiş aklın da hidâyete ermesiyle elde edilir.

Devamı Cins’in 2021 Nisan sayısında…

Posted in Genel