Georgi Gospodinov: “Kargaşalardan ve Korkulardan Arınmak İçin Öyküler Yazarız”

Edebiyatın ve öykü yazmanın anlamı; rahatlatmak, hayat tarafından büyüsü bozulan şeylere yeniden büyü katmak, kırılanı yapıştırmak ve gerçeklikle uzlaştırmak. Kâğıt üzerine yazdığım ilk şey korkunç bir rüyaydı. Onu babaanneme anlatmayı denediğimde 6-7 yaşlarındaydım, o ise rüyaların anlatılmaması gerektiğini söyledi, yoksa gerçek oluyorlarmış. İşte ben de o zaman yazmaya karar verdim.

SÖYLEŞİ: ZEYNEP KANTARCI

ÇEVİREN: HASİNE ŞEN KARADENİZ

Bulgar şair ve yazar Georgi Gospodinov’la Doğal Roman adlı eseri üzerinden, romanı, öyküyü ve modernizmi ve post modernizmi konuştuk. Türk ve Bulgar edebiyatının benzer duyarlılıklardan beslendiğini belirten yazar, yazdığı öykülerinde Türkçe bilen atalarının anlattığı hikâyelerin etkisinin çok büyük olduğunu belirtti.

Doğal Roman üzerine pek çok farklı yorumlar getirildi. Onu çok sevenler de oldu, onda beklediğini bulamayanlar da. Peki, sizin Doğal Roman’ı yazarken amacınız neydi? Nasıl bir etki uyandırmak istediniz okurlar üzerinde?

Bu benim ilk romanımdı, ondan önce sadece şiir yazmıştım. İnsan ilk romanını yazdığında dünyanın tüm cesaretine sahip oluyor, her tür riski göze alabiliyor. Kendimi roman yazarı olarak görmüyordum ve başarısızlığa uğrama hakkına sahiptim. Bu düşünce insanı daima özgürleştirir. Türünü aşan bir roman yazmak istiyordum; günlük hayatın kifayetsizliği ve yüceliği, normalde romanlarda bulunmayan şeyler hakkında bir roman. Şahsi ve siyasi ayrımlarımız hakkında… Kendi başarısızlığımızı anlatmanın mümkün olduğunu anlatan bir roman. 90’lı yılların sonlarıydı, kitap 1999’da, Bulgaristan için çok çalkantılı bir dönemde çıktı. Bu, çok sayıda başlangıcı olan, başlayıp duraksayan bir roman, çünkü aileler yalnızca romanların başında mutlu olur, başlarına henüz kötü bir şey gelmemiştir. Sanırım okurlar bu cesarete ve masumiyete, belki de romanın masumiyetine değer verdi. Doğal Roman’ın artık epeyce uzun zamandır kendine ait bir hayatı var, ben de sürekli peşinden koşuyorum. Beni dünyanın birçok yerine götürdü, birçok insanla karşılaştırdı; çok farklı şekillerde okundu.  Fransa’da Flaubert ve Georges Perec geleneği üzerinden okundu, İzlanda’da ise hayat dolu bir roman olduğunu yazdılar. Hâlbuki ben dünyanın en hüzünlü romanını yazdığımı sanıyordum.

YOK OLMAYA MAHKÛM OLAN ŞEYLERİ MUHAFAZA ETMEK İÇİN YAZIYORUM

Sineklere, tuvaletlere ve böcekler hakkındaki detaylı bilgilere son derece geniş bir alan tanıyan bir roman diyebiliriz Doğal Roman için. Üzerine konuşulmayanı, bahsi hiç geçmeyeni, neredeyse kimsenin duymaktan hoşlanmadığı “geride kalanları” konu alan bir roman. Bu konu seçiminin “düşkünlere” veya tabiri caizse “ezilmişlere” olan kişisel hassasiyetinizle bir ilgisi var mı? Sizce bunlardan söz etme isteğinizin ardında yatan sebep nedir?

Ben, büyük harfle yazılan tarihi değil de her zaman küçük, günlük öyküleri tercih etmişimdir.  Yok olmaya mahkûm olan şeyleri muhafaza etmek için yazıyorum. Sadece ölümlü olanı ve kalıcı olmayanı; sadece bunları canlı olarak tanımlayabiliriz. Beni bunlar ilgilendiriyor. Keops Piramitleri ve diğer anıtlar öykülerimiz olmasa da hayatta kalacaktır. Tarihin galipler tarafından yazıldığı söylenir. Ama benim için, öykülerin genelde yenilgiye uğrayanlar, daha güçsüz olanlar, ekseriyetle kurbanlar tarafından anlatılması daha önemli. Şehrazad’ı hatırlayın, her gelecek günün kefaretini öyküleriyle ödeyen bir rehindir o. Anlatan odur, zalim Şehriyar değil. Köyde babaannem ve dedemin yanında büyüdüm, onlar sıradan köylü insanlardı ama muhteşem öyküler anlatıyorlardı, söylenceleri gerçekle harmanlıyorlardı. Babaannem köyünün dışına hiç çıkmamıştı, bu yüzden tek seyahat etme yolu köy dışına çıkan insanların öyküleriydi ve bir de kendi hayal gücü. İçimden bu insanlar hakkında yazmak geliyor, dünya kendilerinden esirgenmiş olan bu insanlar hakkında. Bunun dışında evsizlere karşı yoğun bir hassasiyet ve empati hissediyorum, roman kahramanlarımdan biri evsiz ve benim adımı taşıyor. Günümüz dünyasında daima kendi evsizliğimizin eşiğindeyiz.   

Doğal Roman’ı okurken sanki kendinize ait bir dünya kurmuşsunuz ve okurunuzu sizinle birlikte yürütmek yerine onu kendi mekânınızda ağırlıyormuşsunuz gibi hissettim. Bazen araya giriyor ve anlatıcının sesini kesip Georgi Gospodinov olarak varlığınızı aşikâr ediyorsunuz. Bu kurgusal oyunu yapmaktaki temel amacınız neydi?

Bu her zaman karşılıklı bir oyundur. Sorunun kısa yanıtı, gerçeklik hissi uyandırmak istememde. Fakat üst anlatı düzeyinde roman, kendi gerçekliğini dile getirmenin imkânsız olduğunu anlatır. Kendi öykümüzü A noktasından B noktasına kadar tutarlı ve mantıklı bir şekilde anlatmamız gerektiğinde nasıl da sürekli kekelediğimizi anlatır. Çünkü o anda belki de kendimize ait bir öykümüzün olmadığı veya bu öykünün asla çizgisel olmadığı ve mantıksal zemine oturmadığı varsayımının metafizik uçurumuna düşeriz.  Bu, artık 19. yüzyıl romanında yaşamadığımıza dair bir histir, Stendhal’ın anlattığı romanın aynası paramparça olmuştur, biz de çoğul, parçalanmış bir dünyada yaşarız, sanki Doğal Roman’ın bir parçası da olan sineğin gözünden görünen çok yönlü bir dünyada. “Gerçeklik-kurgu” karşıtlığının kendisi artık uzun zamandır geçersiz, özellikle bugün, şimdi, post-hakikat dünyamızda. Kendi bireysel anılarımın hangileri gerçek, hangileri okuduğum bir şeyin anısı, bundan bile emin olamıyorum.

Peki, eserlerinizin post modern olarak nitelendirilmesinden hoşnut musunuz? Bu şekilde kategorize edilmelerini nasıl karşılıyorsunuz?

Kitaplarımın sınıflandırmaya çok uygun olmadığını düşünüyorum. Doğal Roman ne kadar post modern ve göndergeselse o kadar da bireysel ve varoluşçu. Onda kelimeler ve şeylerin ayrışmasından doğan post moderne ters düşen bir acı da var. Doğal Roman Bulgaristan’da çıktığında post modern olup olmadığı konusunda bir tartışma oldu. Ben Alman eleştirmenlerin birinin düşüncesini tercih ediyorum, Doğal Roman, kendi post modernliği dâhil, her tür sınıflandırma fikrini tiye alan bir roman.

BİR KİTABIN YARISI OKURUN ZİHNİNDE MEYDANA GELİR, YAZAR SADECE KALAN YARISINI YAZABİLENDİR

Doğal Roman’ın sonlarına yakın, bir karakterin post modernizme küfrettiğini görüyoruz. Bu neye işaret ediyor? Açıkçası, sözüm meclisten dışarı, ben kimi post modern eserleri “okuruna saygı duymayan eserler” olarak tanımlıyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bu final sahnesinde özellikle post modernizm yemininde büyük bir ironi var. Post modernin hafif parodisi orada daha belli oluyor kanaatimce. Okuruma karşı aslında büyük bir saygı hissediyorum. Okurlarımdan çok iyi geri bildirimler alıyorum. Aynı şekilde onları kitaplarımın öyküsüne dâhil edip onlarla doğrudan roman sayfalarında konuşmayı da seviyorum. Deyim yerindeyse bir kitabın yarısı okurun zihninde meydana gelir, yazar sadece kalan yarısını yazabilendir. Buna tümüyle inanıyorum. 

Başka bir şey daha var, roman karakterleri ve okura karşı duyulan empatinin kitaplarımın aktardığı temel unsur olduğunu düşünüyorum. Bu da pek post modern sayılmaz. Sayılsa bile ona insan yüzlü post modernizm diyebiliriz, büyük doz ironiyle elbette. 

POST MODERNİST SANATÇI ASLINDA ORTA YAŞ BUNALIMI YAŞAYAN BİR MODERNİSTTİR

Çağdaş edebiyatta modern ve post modern olarak nitelendirilen çok sayıda eser yer alıyor. Sizce bu iki türü birbirinden ayıran nedir?

Post modernizmle edebiyat araştırmacısı olarak ilk yıllarımda uğraştım. Post modernizm, bir şair olarak da beni baştan çıkarmıştır. Post modernizm 1990’ların Bulgar edebiyatında ilk olarak ve temelde şiirde meydana geldi. Devasa bir sosyalist gerçekçilik mirası ile baş etmesi gerektiği için çok önemli bir rol oynadı.

Post modernizm büyük anlatılara ve ideolojilere karşı öyle aman aman bir saygı hissetmez. Diktatörlüklerde iyi yetişmez. Bu anlamda, istemediği hâlde özel bir siyasi anlam taşıyabilir. Kültürel düzlemde modernizm dünyayı yeniden betimlemek ve yaratmak için sürekli yeni yollar icat ederken (“yeni” ve “yeniden” önemli anahtar sözcükleridir), post modernizmde dünyanın bizden çok daha önce yazılıp kurgulandığının açıkça bilincinde oluruz. Bu, bazen belli bir alaycılığın altında gizlenen tuhaf bir hüzün yaratır. Bir şaka olarak post modernist sanatçının orta yaş bunalımı yaşayan bir modernist olduğunu söyleyebiliriz.  

TÜRK VE BULGAR EDEBİYATI BENZER DUYARLILIKLARDAN BESLENİYOR

Türkiye ile Bulgaristan’ın komşu ülkeler olmasından kaynaklandığını varsayarak, hem Doğal Roman hem de Hüznün Fiziği romanlarınızda bazı müşterek kültürel ögeler olduğunu fark ettim. Bunun bir örneği; Doğal Roman’ın sonlarına doğru karşılaştığımız, Avrupa Birliği’ne uyarı mektupları yazan adamın hikâyesi. Onu tutan kapıları aralamasın diye kötüyü, olumsuzu açıkça dillendirmemeye çalıştığını söylüyor o karakter. Türkçeye çevrilirken “evil” sözcüğü için genellikle dini metinlerde ve eski dilde kullanılan “şer” karşılığı seçilmiş. Bir başka örnek ise Hüznün Fiziği romanınızdaki kurşun dökme sahnesi. Aynı şekilde, “grandmother” sözcüğü için “nene” gibi geleneksel bir karşılık tercih edilmiş. Kültürel benzerlikler ve çevirmenin detaylardaki başarısı kendimi anlatıya son derece yakın hissetmemi sağladı ve sanıyorum bu, kitabınızı okuyan her Türk için de geçerli olacaktır. Bu konu hakkındaki yorumunuz nedir?

Çok güzel bir soru, teşekkür ediyorum. Türkiye sınırına yakın bir güneydoğu kasabasından geliyorum. Babaannemin annesi -kendisini hatırlıyorum- çok leziz Türkçe sözcükler kullanarak konuşurdu. Ortak bir duyarlılığımız var, bir sürü nedenden dolayı çoğu zaman dile getirilmeyen çok ortak şeyimiz var. Orhan Pamuk’la bir sefer görüşmüştük, Sofya ziyareti esnasında. Geçmiş hakkında konuştuk, 1950-1960’lara ait günlük nesneler, sigara kutuları, ıvır zıvırlar içeren bir kitap gösterdim ona.  O da şaşırarak bu banliyö tasarrufunun, o on yıllara ait yoksulluğun, tüm bunların kendi çocukluğunun estetiği olduğunu söylemişti. Yakın sözlü geleneğe sahip olduğumuzu da düşünüyorum: hikâye anlatma, hikâyelerin ayrıntıları, süslemeleri, batıl inançlar… Tek kelimeyle “benzer duyarlılık”.   İstanbul, bazı dar sokakları, sararan veya sıvası dökülen evleri, öğle sonrası durgunluğu ve yorgunluğu ile bana kendi çocukluğumun sokaklarını hatırlatıyor. Almanya’da veya Avrupa’nın başka bir yerindeysem en kolay Bulgar peyniri bulabileceğim, satıcıyla da birbirimize dostça “Komşu, komşu…” diyebileceğimiz yer Türk dükkânlarıdır.

Türk edebiyatı bizde artık büyük ölçüde tanınırlık kazanmaya başladı, Bulgar edebiyatının da sizde daha çok okunacağını umuyorum.

BORGES’İN VE BABAANNEMİN SESİ DAİMA BENİMLE

Yazılarınızda akla Jorge Luis Borges’i getiren pek çok sembol ve imge yer alıyor. İnsanların bir başkasına dönüşmeleri, eski kendileriyle karşılaşmaları, bir persona olarak kendi isminizi kullanmanız… Hüznün Fiziği’ndeki epigraf alıntılarından birinin Borges’e ait olduğunu da hesaba katınca, Borges’ten etkilendiğiniz sonucu ortaya çıkıyor. Fakat Borges’in “Dünya artık büyülü değil. Terk edildin” sözüne karşılık olarak 2017’de: “Yalnızca bayağı olan ilgimi çekiyor.” deyişiniz daha gerçekçi, en azından gerçeklikle daha barışık bir bakış açısı sunuyor. Bu da Borgesvâri bir soru olacak ama: Kimin safındasınız, Borges’in mi yoksa kendinizin mi?

Kendimin sanırım. Ama Borges ve babaannemin sesi (eşit derecede) daima benimle. Karanlıktaki sesler. Hüznün Fiziği’nde Minotor ve labirent belirdiğine göre Borges denilen Minotor olmazsa olmazdı. Belirsizlik hissini yaratıyor, birçok çıkış ve ihtimal sözü veriyor, Borges bunu yapıyor. Benim içinse gerçeklikle uzlaşma dediğiniz şey gerçekten önemli. Sonuç olarak edebiyatın ve öykü yazmanın anlamı; rahatlatmak, hayat tarafından büyüsü bozulan şeylere yeniden büyü katmak, kırılanı yapıştırmak ve gerçeklikle uzlaştırmak. Kâğıt üzerine yazdığım ilk şey korkunç bir rüyaydı. Onu babaanneme anlatmayı denediğimde 6-7 yaşlarındaydım, o ise rüyaların anlatılmaması gerektiğini söyledi, yoksa gerçek oluyorlarmış. İşte ben de o zaman yazmaya karar verdim. Yazmanın temel nedeni korkudur. Bir de akan zamanı durdurma çabası.  Sonuç olarak kitaplarımız zaman kapsülleri veya en değerli eşyalarımızı topladığımız küçük bavullardır. Çünkü daima bir kıyametin ve tahliyenin eşiğindeyiz. 

Nostalji mefhumu her iki romanınızda da oldukça belirgin. Her ikisinde de karakterler ya kendilerinin ya da başkalarının anılarıyla, ama her zaman geçmişte yaşıyorlar. Bu romanlar biçim olarak son derece “çağdaş” olmalarına karşın konuları geçmişi, eskileri temel alıyor. Acaba bu çelişki amaçlanmış bir şey miydi, yoksa tesadüfen mi gerçekleşti?

Özellikle günümüzde nostalji son derece güncel bir konu, dolayısıyla bir çelişkinin olduğunu pek sanmıyorum. O her yerde, özellikle küresel salgın yılında. Eski filmler seyrediyoruz, eski opera ve konserler indiriyoruz, Facebook’ta eski resimler paylaşıyoruz. Boccacio’nun Decameron’unun, Camus’nün Veba’sının yeniden çok satanlar arasında olduğu söyleniyor. Düne ait olan kaybettiğimiz dünyaya karşı korkunç bir özlem hissediyoruz. Bu hüzün ve özlem son on-yirmi yılın havasında var. Belki yeni bir yüzyıla girmekle ilgilidir. Biz yine de eskiyiz, 20. yüzyıla aitiz. En sevdiğim insanlar ve yazarlar orada.  Ama nedeni başka türlü de olabilir, mesela gelecek yoksunluğu. Yeni romanımın başlığı Zaman Sığınağı ve tam da bu konu üzerine odaklanıyor. Geçmiş bir sığınak olabilir mi ve bu ne kadar tehlikeli olabilir? Şimdiki zaman artık evimiz olmaktan çıktığında ve gelecek de bizi reddettiğinde nereye saklanacağız?

DÜNYA ARTIK DAHA GEVEZE BİR YER 

Bu çağda yaşayan bir yazarın yazma serüveni, geçmiş zamanlarda yaşayan yazarlarınkinden hangi yönlerde farklılık gösteriyor? Yoksa yazma süreci her dönemde aynı mı?

Şu anda sorun dikkatimizi dağıtıp bizi alıkoyan her şeyden, özellikle sosyal ağlardan korunmak. Hüznün Fiziği’nin bir bölümünü bir manastırda yazmıştım. Yalıtılmış yerlerde yazmak için her tür daveti kabul ediyordum, kendime sığınak arıyordum. Dünya artık daha geveze olmuş durumda. Etrafımızda kelimeler sürekli birbirine karışıyor ve kendi düşüncelerimizi duymak daha zor oluyor. Sanırım fark burada. Yoksa beyaz sayfa ve beyaz ekran karşısındaki yalnızlık hep aynı kalıyor.  

Peki, sizce içerisinde bulunduğumuz bu çağda özgün eserler üretmek hâlâ mümkün mü? Yeni olan her şeyin sonuna gelindi mi?

Evet, bunun hâlâ mümkün olduğuna inanıyorum. Süjeler sonsuz olduğu için değil, tam tersine, sayıları son derece sınırlı ve dürüst olmak gerekirse onlarla pek ilgilenmiyorum. Ama buna karşılık her anlatıcının sesi farklı. Her kişisel öykü, tüm diğer öykülere benzese bile, yeni bir anlam ifade edecek şekilde anlatılabilir veya eski anlamını öyle bir tekrarlar ki tanımadığımız bir insanı ağlatabilir veya güldürebilir de. Mucize burada. Öyküler görünmez bir insan topluluğu yaratır, bir araya asla gelmeyecek olsalar dahi, diğer insanlara göre birbirine çok daha yakındırlar. 

 “Bugünlerde her şey ‘post’, sanki her birimiz, geçmişte kendine has bir isme sahip olacak kadar hakiki bir şeyin dipnotlarıyız.” diyor Margaret Atwood. “Hakikat” çoktan beri biliniyor ve anlatılıyor olabilir mi? Eğer hakikat dediğimiz şey hiçbir zaman keşfedilemeyecekse niçin bir şeyler anlatmak için yeni ve farklı yöntemler arayıp duruyoruz? “Benzersiz”i yaratabilmek için bunca çaba niye?

Belki yaşamak her gün yeniden ve yeniden anlamı elde etmek anlamına geldiği içindir. O kadar uygarlık çağı, bilge, ressam ve yazardan sonra bugün bir yerlerde yine birileri başkalarına karşı dolduruluyor, insanlar öldürülüyor. İnsani olanın sınırları içinde kalmak, bu ince çizgiyi aşmamak, bunların günümüzün en zor savaşı olduğu anlaşılacaktır. Sonuç olarak edebiyat bunu yapar. İnsan olduğumuzu, arkamızda uzun bir geçmişin olduğunu hatırlatmak için öyküler yazarız. Kargaşadan ve ölümden korunmak için öyküler yazarız.     

EDEBİYAT FELAKETLERİN VE SALGINLARIN ÜSTESİNDEN GELEBİLİR

Son olarak, sizce pandemi en nihayetinde edebiyatta da etkisini gösterecek mi? Bu durumu, mevzuyu enikonu tartışabilecek aşamaya gelebilecek miyiz?

Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü olaylardan elli küsur yıl sonra ortaya çıkıyor. Kitaplar çıkmaya başladı artık, ama yine de belli bir zaman geçecek. Edebiyat felaketlerin ve salgınların üstesinden gelmiştir. Ve de onları öykülere dönüştürmüştür. Edebiyatın mucizesi de burada. Özellikle bugün böyle mucizelere ihtiyacımız var. Dolayısıyla edebiyat için iyi bir gelecek ön görüyorum.

Posted in Genel