Mustafa Ulusoy: “Psikoterapilerin Gayyâ Kuyusu: Çocukluk”

Neden varoluşsal çatışmalar göz ardı ediliyor ve insanın sorunları tümüyle çocukluk yaşantıları üzerinden anlaşılmaya çalışılıyor. Kanaatim, burada kasıtlı bir dikkati başka bir yöne çekme çabası olduğu.

MUSTAFA ULUSOY

Gözleri karanlık bir bulutla gölgelenmiş, yüzüne acılı bir anlatım oturmuş. Acının altında ezilmiş bedenini koltuğa bıraktığında ağlamamak için zor tutuyor kendini. Bir sağda bir solda bir terapistin yüzünde geziniyor kaygılı gözleri, burada ne işim var, dercesine.

Hastanın adı Filiz olsun. Yaşı otuz dört. İki sene öncesinde hayatında tek eksik onu seven bir kocaydı. O da oldu şükür. Eşine âşık olup evlendi, eşi de onu seviyor. Evlilikleri iyi gidiyor. Henüz çocuğu yok. Şu son aylardaki ruh hâline girmeseydi sıra çocuğa gelmişti. Bir şirkette yönetici, maaşı dolgun, hayatını maişet gailesi çekmeden rahat rahat idame ettirecek olanaklara sahip. Her şey o kadar yolunda gidiyordu ki. Hayat yolu arada sırada ufak tefek virajlarla kıvrılsa da neredeyse hiç aksamadı yolculuğu.

“Buraya isteksiz geldiğimi bilmenizi isterim,” diyor ve terapistin yüzünü inceliyor. Terapistin yüzünde bir ifade belirmiyor. “Siz ikinci terapistimsiniz. Tam altı ay terapiye gittim. Bir arpa boyu yolu kat edemedik.”

Sil baştan yaşadıklarımı nasıl anlatacağım tedirginliğinden sıyrılıveriyor. Filiz giderek açılıyor. Hayattan zevk alamadığını, geleceğini karamsar gördüğünü, aklını bin bir kaygı geldiğini, hayatın anlamsız ve saçma geldiğini, kendini değersiz, bir hiç gibi hissettiğini anlatıyor.

“Aklınıza gelen bir kaygı senaryosunu anlatmanızı isterdim.”

“Mesela, annem babam ölüyor. Onlar olmayınca hayatta ne yapacağımı bilemiyorum.” Duraksıyor. “Daha önce terapistim bu senaryodan ve kendimi değersiz ve hiç olarak hissetmemden yola çıkarak anne babamdan ayrışamadığımı söyledi. Bu yüzden geçmişimi, çocukluğumu didik didik ettik birlikte. Birkaç cezalandırma dışında dişe dokunur bir şey bulamadık. Ayrıca anne babamdan ayrışmadığımı da hiç düşünmüyorum. Üniversiteyi onlardan ayrı yaşayarak okudum, bir sene İngiltere’de yüksek lisans yaptım. Kendi ayakları üzerinde durmasını bilen biriyim. Benim derdim çocukluğumla değil. Benim derdim ölümle.”

Terapi odasından bir süre ayrılalım ve önceki terapistin neden illa da çocukluğa odaklandığını, orayı didik didik araştırdığını anlamaya çalışalım. Önceki terapist muhtemelen psikodinamik yönelimli bir terapist idi.

Psikiyatride, insanın sorunlarının, acılarının kaynağı “çatışma” kuramı üzerine bina edilmiştir. Freudyen kurama göre çocuk doğuştan gelen güçlerle yönetilir ve psikoseksüel gelişim evrelerinden geçerek katman katman açılır. İçgüdüler ile içselleştirilmiş çevre olan superego arasında bir çatışma vardır. Haz elde etmeye yönelik iç baskıyla hazzın geciktirilmesini talep eden gerçeklik ilkesi arasında kalan ego, bir orta yol bulmak zorundadır.

Freud sonrası psikoanalitik kuramlarda (Karen Horney, Erich From gibi) çatışma başka bir alana kaydırılmıştır. Çocuğun temel iki ihtiyacı vardır. Birincisi güven, kişiler arası kabul görme, onay alma. Diğer temel ihtiyacı da özerkliğini elde ederek gelişim gösterme. Özerklik geliştirmenin önüne anne baba, çevre çıkarak çocuğun seçimleri karşısında yer alırlar. Buradaki temel çatışma hem güven ve onaylanma ihtiyacını giderme hem de özerkliği aynı anda sağlama arasındadır. Çocuk hem anne babanın sevgisini elinde tutmanın hem de özerk olmanın yollarını arar. Sorun özerk olarak gelişmenin güven uğruna feda edilip edilmeyeceğidir.

Bu kuramlara göre insanın sorunları çocuğun gelişim aşamalarında yaşadığı tıkanıklara bağlıdır kabaca.

Yine terapi odasına girelim. Bizim terapistimiz varoluşçu bir terapist ve Filiz Hanım’ın çocukluğuna ilgi duymuyor. Onun varlığının en derin yerinde en temel korkuları neler, onlara dikkat kesiliyor. Yani varoluşsal sorunlara.

“Ölüm ne zaman gündeminize oturdu?” diye soruyor terapist.

“İki olay yaşadım. Birincisi bir sene önce sol koltuk altımda bir lenf düğümü büyüdü. Hemen doktora koştum. Doktorun yüzü asıldı. Acil biyopsi yapıldı. Bir hafta sonra çıkacaktı patoloji sonucu. Öldüm öldüm dirildim o hafta. Bir lenf düğümü hayatımı altüst etti.”

“Ayağınızın altındaki zeminin öyle pek de sağlam olmadığını, her an kayabileceğinizi anladınız belki.”

Filiz Hanım, koltuğuna daha bir dik oturuyor. Bu terapisti sevmeye başladı.

“Hayatta ilk kez ölebileceğimi anladım,” diyor.

“İnsanın başına geleceği aklının ucuna bile gelmemiş bir şeyin başına gelmek üzere olduğunu anlamanın şaşkınlığı.”

“Evet,” diyor, “yaklaşık olarak böyle idi yaşadığım. Sen oyunun dışında olduğunu sanırsın. Sonra güm. Tıpkı herkes gibisin.  Bu olay gizemli bir gücün uyarısıydı sanki. Gecenin karanlığına tepe üstü inmiştim.”

“Kişiliğinizin güçlü olmasının bile hayat karşısında yetmediğini anladınız belki Filiz Hanım. En güçlüler bile ölüm karşısında güçsüz, en cesurlar bile korkak, en akıllılar bile cahil.”

“Bu yorumu sevdim. Sanırım en çok şaşırdığım bu olmuştu. O bir haftadaki yaşadığım ıstırap çok şaşırtıcıydı.”

Devamını getirmiyor. Terapist Filiz’in kaldığı yerden devam ediyor.

“Acılarınızı bastırmasına, duygularınızı köreltmesine, kendinizi unutmanıza yol açacak deşilecek eski yaralarınız, kanamış bir yüreğiniz, paramparça bir çocukluğunuz yoktu. Şaşkınlığınız buradan geliyordu.”

“Bir iki ufak tefek şey dışında. İlk okulda bir öğrencinin salak aptal demesi, arka sıradaki bir veledin saçımı çekmesi, anne babamın verdikleri haklı cezalar dışında bir travma olarak adlandırılacak bir şey yaşamadım çocukluğumda. Terapistimin de kafasını karıştıran buydu. Sanki acılar içinde bir çocukluk geçirmem lazımmış gibi.”

Sevilen bir çocuk olmuş aynı zamanda. Tam kıvamında sevilmiş hatta. Ne eksik ne fazla. Ne sürekli el üstünde tutulmuş ne de horlanmış, değersizleştirilmiş.

“Patolojiden önemsiz bir sonuç geldi. Doktorun şüphelendiği lenfoma değildim. Derin bir nefes alıp rahatlamam, hayatıma kaldığım yerden devam etmem gerekirken beynime ölümlülük fikri çakıldı kaldı.  Anlayamadığım da bu oldu. Kıvamında sevilmenin hayatta yeteceğini zannederdim. Öyle değilmiş meğer. Beni seven anne babam, eşim, arkadaşlarım, yakınlarım var sürüyle.”

Fanilik, ölümlülük kişisel yaşam öyküsüne ilk büyük, silinmez damgasını vurmuştu Filiz Hanım’ın. Öykünün orta yerine yerleşivermişti. Hayatla olan saf ve yalın ilişki gittikçe karmaşıklaşmış, kör düğüm olmuştu.

“Sonra başka bir olay daha oldu. Hayat bana bir şeyler öğretmek istiyordu sanki. Bir çığ gibi üzerime yıkıldı hayat. İçimde korkunç bir uçurum açılmış karanlık boşluğa tepe üstü düşüyordum.”

Konuşmanın etkisini artırmak için bir süre susuyor, masanın üzerindeki bardağı sürahideki suyla doldurup içiyor. Terapistin merakını artırmayı başarıyor.

“Çalıştığım şirket iki katlı. Üç ay önce, alt katta insan kaynaklarında çalışanlardan biri araba kazasında öldü. Bir yakınlığımız yoktu. Bir hafta masası boş kaldı. Her yemeğe inişimde o boş masayı gördüm bir hafta boyunca. İkinci hafta masanın yerini değiştirdiler ve yeni bir eleman alındı.”

“O boş masa size epey bir şey söyledi sanırım.”

“Bir gün çalışırken ölürsem benim masamın da ileri yaşta ölürsem de yatağımın boş kalacağı imgesi bir türlü zihnimden gitmiyor. Rüyalarıma bile giriyor. Sık sık aynı rüyayı görüyorum. İçindeki elbiseler boşaltılmış kapakları açık duran bir gardırop. Ben ölmüşüm de tüm giysilerim başkalarına verilmiş. Kendimi bir mezarın içinde düşünmekten yoruldum, bıktım usandım. Tüm hayat enerjimi emiyor bu. Bir mezarın içinde olmak, o kadar boğucu ki. Ya da hiç olup puf diye yok olmak. İkisi de çok feci.”

“Ölen arkadaşınızın masasına bir hafta sonra başka birinin kurulmasına ne dersiniz?”

“Aa bakın bu hiç aklıma gelmemişti. İlginç bir nokta yakaladınız.”

Filiz susuyor ve terapistin yorumunu bekliyor. Terapist susuyor, Filiz’in kendisinin keşfetmesini bekliyor.

“Anladım, benim yorumumu merak ediyorsunuz. Sanıyorum ölür ölmez yeriniz kısa bir müddet boş kalıyor sonra hemen birileri dolduruyor.”

“Dolayısıyla kimse vazgeçilmez değil,” diyor terapist.

Konuşma bu minval üzere akıyor. Şöyle bir özet yapıyor Filiz Hanım.

“Bugüne kadar sürdürdüğüm hayatın bana yetmediğini idrak ettim. Buna bir son vermeliyim. Bir şeylerin değişmesi gerek. Karşımda boşa geçen, aptalca bir şarkıdan ibaret bir yaşam görüyorum. Büyük bir düş kırıklığı. Boğucu. Nefes aldırmıyor.  Üç aydır, ölüm, ölüm sonrası, yaşamın anlamı, Yaratıcı var mı yok mu meseleleriyle uğraşıyorum. Bir Yaratıcı var deyip geçerdim eskiden. Ama şimdi, bir Yaratıcı varsa bizden ne istiyor, diye soruyorum.”

“Bu iki olayı daha önceki terapistinize anlattınız sanırım.”

“Anlatmaz olur muyum? Kafayı ölüme takmamı annemle güvensiz, kaygılı bağlanmaya bağladı. Orada bende film koptu ve terapiyi bıraktım.”

Filiz Hanım’la terapisti bırakalım seanslarına devam etsinler. Derinlere daha derinlere, varoluşun derinlerine insinler ve esas acılara odaklansınlar.

Nedir esas acı?

Çocukluk üzerinden psikopatolojiyi ve kişilik gelişimine odaklanmanın yanında başka bir çatışma düzeyi de varoluşçu psikoterapi bakış açısıdır. Yalom’un akıllıca formülasyonuna göre insanın yaratılıştan getirdiği temel varoluşsal çatışmaları vardır. Bunlar temelde ne bastırılmış içgüdüsel çekişmelerle ne de içselleştirilmiş önemli yetişkinlerle olan çatışmayla ilgilidir.

Varoluşçu psikoterapiye göre var olmanın kendisi, içinde çözülmesi elzem çeşitli çatışmalar taşır. Bunlardan ilki ölümdür. Her canlı ve özelde insan canlısı varoluşun devamına sonsuz arzu duyar. Yaşlanmak istemez, güç kuvvetten düşmek istemez, sevdiklerinden ayrılmak istemez. Lakin ölüm, ayrılık kaçınılmazdır. Bu çatışma öyle böyle değildir, sonsuz gerginlik üreten bir çatışmadır.

İkinci bir çatışma alanı, anlamdır. İnsan anlam arayan bir varlıktır, buna varoluşsal sonsuz ihtiyaç duyar. Nesnelerle, dünyayla, hayatla anlam bağı kurarak ilişkiye girer. Anlamsız bir yaşam “hiç” yaşamdır.

Diğer bir çatışma alanı, diğer varlıklarla birleşme, bütünleşme ihtiyacı ile yalnızlık arasında kalışıdır.

Bir diğer çatışma da insana tanınan seçme özgürlüğüdür. İnsan neyi seçecektir? Bu seçim “Yaratıcı var mı yok mu, O’na inanacak mıyım inanmayacak mıyım?” seçiminden günlük yaşamdaki basit seçimlere kadar bir yelpazede seyreder.

Varoluşsal acılar, nasıl bir çocukluk yaşanırsa yaşansın varoluşunun içindedir insanın. Filiz Hanım’ın çocukluğu ideal bir çocukluktur. Ancak yeteri kadar sevilme, kabul görme hem değer verilen hem de özerk olmasına izin verilen bir geçmişe sahip olması onun ölümlülük fikriyle yüzleşip tepetaklak olmasını engelleyememiştir. İnsan canlısının sonsuzluk arzusu, ölüm ve sonrasını merak edişi, kendi ölümünü çözümleme ihtiyacı nasıl bir çocukluk geçirirse geçirsin hayatında şu veya bu şekilde karşısına dikilecektir. Burada kesinlikle çocukluk çağı travmalarının önemsiz olduğunu, kişilik gelişimini etkilemediğini savunmuyorum asla. Ancak hayatın çocukluk çağı yaşantılarıyla açıklanamayacak daha derin bir yönünün olduğunu, daha derin yaralarımız olduğunu fark etmemiz gerektiğini söylemek istiyorum.

Hayatı bir düzen içinde akıp giden Filiz Hanım hem kanser olma ihtimali hem de o bir hafta boş kalan masa ile hayatın gerçekliğini derin bir şekilde idrak etmiştir.

“Ölümü biliyordum elbette. Herkes ölecek bir gün diyordum. Ama benim de bir gün öleceğimi hiç bu kadar derinden hissetmemiştim.”

Burada olan, ölümlülükten kendi ölümlülüğüne sıçrayışıyla otantik bir varoluşa yükseliyor. Ölümlülüğünü derin idrak edişi, o güne kadar hayatında önemsediği şeylerin anlamını sorgulatıyor. Severek aldığı yüzlerce giysinin ölünce başkaları tarafından giyilecek oluşu ruhunu acıtmaya yetiyor ve hayatın başka bir anlamı, varoluşun başka bir sırrı olması gerektiği sonucuna ulaşıyor.

Peki, neden varoluşsal çatışmalar göz ardı ediliyor ve insanın sorunları tümüyle çocukluk yaşantıları üzerinden anlaşılmaya çalışılıyor. Kanaatim burada kasıtlı bir dikkati başka bir yöne çekme çabası olduğu. Varoluşsal sorunların (her ne kadar Yalom Yaratıcı’yı ölüme karşı insanın uydurduğunu iddia etse de buna hiç katılmıyorum, yine Yalom’un varoluşsal sorunlara çözümleri boş ve kof geliyor bana) aklı ve kalbi tatmin edecek tek bir çözümü vardır. O da imandır. Yani Yaratıcı ile kurulabilecek sağlam bir bağ, sağlam bir ilişki. Ölüm ve sonrası ancak ahirete iman ile netlik kazanır. Seçme özgürlüğünün yani “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunun imdadına dinin uygulamaları yetişir. İnsanın kendisinin icat ettiği  bütün anlam çeşitleri, ölümlülük hakikatine çarpar,  hayatın yükünü kaldıramayıp bel verir, çatırdar, çöker ve hayatın tek anlamı, anlamsız olduğu şeklindeki absürt inanca hapsolur kalır.

Ancak Mutlak Varlığın sunduğu anlam kalbe ve ruha huzur bahşeder.

Varoluşsal sorunların insanın sorunlarının temelinde olduğu göz ardı edilmelidir ki insan ile Yaratıcı arasındaki köprü ortadan kaldırılsın. Çocukluk gibi müphem, hafızada delik deşik yer almış, şimdi oraya ulaşmanın imkânsız olduğu bir alan üzerinden yapılacak çözümleme çabalarıyla bazen olur ki kişilerin anne babalarına olan öfkeleri artar, her sorunun sorumlusu olarak onları görürler. Bu da kişiler için çocukluğa dönmek şimdinin sorumluluğundan kaçmak için iyi bir bahane üretmiş olur.

Devamı Cins’in 2021 Şubat sayısında…

Posted in Genel