Toni Morrison: “Gerçek Yazarın İlham Kaynağı Geçici Duygular Değil, Soğuk Düşüncelerdir”

“Afro-Amerikan” edebiyatının Nobel ödüllü yazarı Toni Morrison’un 1993 yılında ünlü The Paris Review dergisi için Amerikalı yazar ve editör Elissa Schappell’in sorularını yanıtladığı röportajdır. Ünlü yazar kendi yazma deneyiminden yola çıkarak yazar ve yazma eylemi arasındaki ilişkiye dair önemli açıklamalar yapıyor.

SÖYLEŞİ: ELISSA SCHAPPELL

CİNS İÇİN ÇEVİREN: AHMET ÖLMEZ

Benim duygularım da diğer insanlarda olduğu gibi önyargılarımın ve inançlarımın sonucudur. Ama benim ilgimi çeken şey bir fikrin karmaşıklığı ve narinliğidir. Bu bir “inandığım şeyler bunlardır” meselesi değildir, öyle olsaydı eğer bir kitaptan ziyade alelade bir metin olurdu. Kitap dediğimiz şey “İnandığım şey bu olabilir, ama belki de yanılıyorumdur… Ne olabilir ki acaba?” veya “Bunun ne olduğunu bilmiyorum, ama ben ve diğer insanlar için ne anlam ifade ettiğini bulmak istiyorum,” şeklinde tezahür eder.

Şafak sökmeden önce yazmaya başladığınızı söylemiştiniz. Bu pratik sebeplerden dolayı mı böyleydi, yoksa sabahın erken saatleri sizin için daha mı verimliydi?

Şafak sökmeden önce yazmaya ihtiyaca binaen başlamıştım -küçük çocuklarım vardı ve onlar Anne demeye başlamadan önceki zamanı kullanmak istiyordum- bu da sabah saat beşe tekabül ediyordu. Seneler sonra Random House’da çalışmayı bıraktığımda birkaç yıl boyunca evde vakit geçirdim. Hakkımda önceden hiç düşünmediğim şeyleri keşfettim böylece. Genelde kahvaltı zamanında, öğle arasında veya akşam yemeği saatinde yemek yediğimden gerçekte ne zaman yemek istediğimi bilmiyordum… Kendi evimin hafta içi seslerini bilmiyordum; bütün bunlar beni biraz mutlu ediyordu.

O zamanlar Sevilen kitabıyla uğraşıyordum -sene 1983- ve zamanla sabah saatlerinde daha berrak bir zihne sahip olduğumu, daha özgüvenli ve akıllı olduğumu hissettim. Çocuklarım küçük olduğu için geliştirdiğim bu erken kalkma huyu sonradan bir tercih meselesi oldu. Güneş battıktan sonra o kadar parlak, hazırlıklı veya icatçı olamıyorum.

Yakın zamanda yazı masasına giderken neler yaptığını anlatan bir yazarla tanışmıştım. Tam olarak ne tür bir harekette bulunduğunu hatırlamıyorum -bilgisayar klavyesine dokunmadan önce masasında ellediği bir cisim vardı- ama böylece yazmaya başlamadan önce yaptığımız küçük ayinlerden bahsetmeye başladık. İlk başta bir ayine sahip olmadığımı düşünüyordum, ama sonradan farkına vardım ki her sabah karanlıkta kahve yapıp -illa karanlıkta olmalı- havanın aydınlanmasını kahvemi içerek seyrediyordum. O da bunun bir ayin olduğunu söylemişti. O sırada farkına vardım ki bu ayin sayesinde “seküler olmayan” diye tanımlayabileceğim bir alana giriş yapıyordum… Yazarların hepsi o gizemli sürece dâhil olmak, aracı olmak veya onunla irtibata geçebilmek için birçok yöntem geliştirmiştir. Benim için bu dönüşümün işareti ışıktır. Işıkta olmak değil de ışık gelmeden önce orada olmak… Böylece biraz anlam kazanıyorum.

Öğrencilerime, yaratıcılık hususunda kendilerini en iyi hissettiği zaman olduğunu bilmeleri gerektiğini söylemişimdir hep. Kendilerine şu soruları sormalılar: İdeal bir oda neye benzer? Müzik gerekli midir? Yoksa sessizlik mi? Dışarıda kaos mu var yoksa sakinlik mi? Hayal gücümü serbest bırakmak için ne yapmalıyım?

Peki, yazma rutininiz nasıldır?

Önceden hiç tecrübe etmediğim ideal bir yazma rutinim var. Buna göre ne telefon konuşmalarının olduğu ne de evden dışarı çıktığım dokuz müdahalesiz gün boyunca yazmalıyım. Bir de alanım olmalı, devasa masalardan ibaret bir alan. Ama gittiğim her yerde elimde şu kadar alan oluyor [masasındaki küçük bir kareye işaret ediyor] bundan fazlasını elde edemiyorum. Aklıma Emily Dickinson’un yazı yazdığı küçük masası gelir hep ve gülümseyerek o tatlı kadını orada otururken düşünürüm. Hepimizin elinde ancak bu kadarı vardır: Dosyalama sistemi ne olursa olsun ve ne kadar temizlersen temizle hep küçük kalan bir alandır bu: Hayat, belgeler, mektuplar, talepler, davetler, faturalar sürekli gelip gider. Düzenli olarak yazamıyorum. Bunu asla yapamadım. Bunun temel sebebi de sabah dokuz akşam beşlik bir işimin olmasıydı. Ya bu saatlerde aceleyle yazacaktım ya da hafta sonu şafak sökmeden önceki vakitleri epey bir harcayacaktım.

Fiziksel olarak nasıl yazarsınız?

Kurşun kalemle yazarım.

Hiç bilgisayar kullanarak yazmadınız mı?

Onu da yaparım, ama genelde her şey yerli yerine oturduktan sonra bu yola başvururum. Metni bilgisayarda yazarken bir yandan da gözden geçirmeye başlarım. Ama her şeyi ilkin kurşun kalemle yazarım. Kurşun kalemim yoksa belki tükenmez kalem de kullanabilirim. Çok pimpirikli değilim ama sarı bloknotlar ve HB kurşun kalemle yazmayı tercih ederim.

Yirmi yıldır editör olarak çalışmak sizi bir yazar olarak nasıl etkiledi?

Emin değilim. Editörlük yayıncılık endüstrisine karşı hissettiğim hayreti azalttı. Bazen yazarlar ve yayıncılar arasında gelişen reklam ilişkisini anlamış olmakla beraber editörlerin ne kadar önemli ve hayatî olduğunu kavradım. Editör olmasaydım bunu asla bilemezdim.

Editörler yazara hayati anlamda yardımcı oluyorlar mı?

Evet. İyi editörler müthiş fayda sağlıyor. Bu biraz rahipler ve psikiyatristlerin durumuna benzemektedir; eğer kötü biri denk gelirse yalnız kalman daha iyi. Ama öyle nadir ve önemli editörler var ki peşinden koşmaya değer. Öyle bir editörün varsa hemen anlarsın zaten.

Bir hususta nasıl hissettiğinizi anlamak için yazar mısınız hiç?

Hayır, nasıl hissettiğimi gayet iyi biliyorum. Benim duygularım da diğer insanlarda olduğu gibi önyargılarımın ve inançlarımın sonucudur. Ama benim ilgimi çeken şey bir fikrin karmaşıklığı ve narinliğidir. Bu bir “inandığım şeyler bunlardır” meselesi değildir, öyle olsaydı eğer bir kitaptan ziyade alelade bir metin olurdu. Kitap dediğimiz şey “İnandığım şey bu olabilir, ama belki de yanılıyorumdur… Ne olabilir ki acaba?” veya “Bunun ne olduğunu bilmiyorum, ama ben ve diğer insanlar için ne anlam ifade ettiğini bulmak istiyorum,” şeklinde tezahür eder.

Çocukken yazar olmak istiyor muydunuz?

Hayır. Okur olmak istiyordum. Yazılması gereken her şeyin yazıldığını veya yazılacağına düşünüyordum. İlk kitabımı yazma sebebim okumak istediğim, ama henüz yazılmamış bir kitabı keşfetmemdir. İyi bir okurum. Bunu seviyorum. Tek yaptığım şey bu aslında. Bir kitabı okursam ona sunabileceğim en yüksek iltifat budur. İnsanlar kendim için yazıyorum deyince kulağa kötü ve narsistik geliyor ama bir anlamda da kendi eserini okuyabiliyorsan -yani gerçekçi eleştirel mesafeden okuyabiliyorsan- bu seni daha iyi bir yazar ve editör yapar. Yazı dersleri verdiğimde öğrencilerime kendi eserlerini nasıl okuması gerektiğini öğretiyorum; bu yazdığın şeyden zevk almakla aynı şey değil. Yani ondan uzaklaş ve tekrar ele aldığında ilk defa okuyormuşsun gibi hisset. Eleştiri böyledir. Heyecanlı cümlelerine falan pek takılma…

Bir yerlerde yazmaya başlama sebebiniz olarak boşanmayla beraber gelen yalnızlığı def etmek olduğunu okumuştum. Bu doğru mu? Şimdilerde farklı sebepten dolayı mı yazıyorsunuz?

Bir nebze. Olduğundan daha basit geliyor kulağa. O sebepten dolayı mı yoksa başka bir sebebe binaen mi yazıyordum bilmiyorum, belki de bilmediğim bir sebep vardır. Tek bildiğim şey, yazacak bir şeyim yoksa burayı sevemeyeceğimdir.

Özelde yazma hissine kapıldınız mı hiç?

Evet, bunu mahrem bir mesele yapmak istedim. Kendime mahsus bir şey… Çünkü bir kere ağzından çıktığında diğer insanlar hemen müdahale eder. Hatta Random House’da çalışırken yazar olduğumu kimseye söylememiştim.

Neden söylemediniz?

Çok kötü olurdu. Bir kere beni bu sebeple işe almamışlardı. Ben işe onlardan biri olayım diye girmemiştim. Sanırım bilselerdi beni işten kovarlardı.

Gerçekten mi?

Kesinlikle. Şirket bünyesinde editör olarak çalışıp da kurgu yazan biri yoktu. Ed Doctorow istifa etmişti. Piyasada bir yandan yazarların eserlerini satın alıp pazarlığını yaparken diğer yandan kendi romanlarını yayımlayan bir editör yoktu.

Random House’da insanların aralarında bir yazarın farkına vardığı o anı anlatabilir misiniz?

En Mavi Göz diye bir kitabım yayımlanmıştı. Kimseye bundan bahsetmedim. New York Times‘daki kitap tanıtım yazısını okuyana dek de kimse bu kitaptan haberdar olmamıştı. Holt tarafından yayımlanmıştı. Orada genç bir adama biri bir şeyler yazdığımı söylemişti, o kişi de bana bir şeyi yazmayı bitirdiğimde kendisine göndermemi istemişti. Ben de öyle yaptım. 1968, 1969 yıllarında yazan birçok siyahi adam vardı ve siyahilerin yazdıklarına karşı olan ilgi giderek büyüyordu. Bu adam da benim kitabımı bu çerçevede değerlendirerek iyi satacağını düşünüyordu. Yanılmıştı. Asıl satan şey şuydu: Gel de sana benim ne kadar güçlü olduğumu, senin de ne kadar kötü olduğunu anlatayım tarzında yapıtlardı. Her nedense artık küçük bir risk aldı. Bana pek para vermedi, kitabın satıp satmaması da önemli değildi. Pazar günü New York Times Book Review‘de hakkında çok berbat bir tanıtım yazısı çıktı; ama hafta içinde çıkan yazı gayet iyiydi.

Afrikalı Amerikalı bir yazar olarak bilinmekten ziyade edebiyatın daha büyük bir parçası olmak istemez miydiniz?

Benim eserlerimin Afrikalı Amerikalı olduğunu bilmeniz çok önemli; sonradan daha geniş bir havuzda çözünürse daha iyi tabii. Ama kimse bunu benden talep etmemeli. Kimse Joyce’tan bunu talep etmedi. Tolstoy da öyle. Yani onlar Rus, Fransız, İrlandalı veya Katolik olabilir, ne de olsa geldikleri yerler hakkında yazıyorlar, ben de öyle yazıyorum. Söz konusu ben olduğumda Afrikalı Amerikalı bir arka plana sahibim işte; bu aynı zamanda Katolik ve Orta Batılı da olabilir. Bunlar da beni tanımlar, hepsi çok önemli.

Sizi Gabriel Garcia Marquez gibi büyülü gerçeklilerle kıyasladıklarında şaşırıyor musunuz?

Evet, önceden şaşırıyordum. Benim için bu bir anlam ifade etmiyor. Ekoller ancak edebiyat öğrettiğimde benim için önemli oluyor. Burada bir yığın boş sarı kâğıtla oturduğumda pek umurumda olmaz… Ne demeliyim ki? Büyülü gerçekçi olduğumu mu? Her içerik aynı zamanda kendi şeklini talep eder.

Hiç öfke veya başka bir duygunun etkisinde yazdınız mı?

Hayır. Öfke yoğun ama küçük bir duygudur. Sürekliliği yoktur. Hiçbir şey üretmez. Yaratıcı değildir… En azından benim için öyle. Yani bu kitapları yazmak en az üç sene alıyor!

Bu öfkeli kalmak için uzun bir süre.

Evet. Zaten bu tür şeylere güvenmem. Küçük ve geçici duygulara güvenmem: “Çok yalnızım, ahhh, Tanrım…” Bu duyguları yakıt olarak beğenmem. Yani bende de bu tür duygular var ama…

Ama iyi bir ilham kaynağı değiller?

Değiller ve eğer beynin soğuk değilse, herhangi bir ruh hâline büründürebileceğin soğuk düşünceler üretmiyorsa bir hiçtir. Soğuk olmalı, soğuk düşünce… Yani ya soğuk ya da en azından serin. Tek kıstas bu…