Ömer Türker: “İman ve Kaygı: Allah’a Yakınlığın Anlamı Üzerine”

Kaygının Allah olması ve insanın bütün benliği ve fiilleriyle kendisini Allah’a teslim ederek değerini Allah’tan türetmesi İslam dininin ta kendisidir. Allah’a yakınlığın anlamı da budur. Nitekim Gazzâlî’nin kalpte Allah lafzının silinip Allah anlamı kalmasıyla kastettiği şey, Allah’a ilişkin fiziksel varlığın ötesine geçen ve onu önceleyen metafizik bir idraktir.

ÖMER TÜRKER

Ünlü âlim İbn Hazm Ahlâk ve Davranış Tarzları başlığıyla Türkçeye çevrilen eserinde der ki “İstisnasız bütün insanların peşinden koştuğu tek hedefin ne olduğunu araştırdım ve bunun tek bir şey olduğunu gördüm: Kaygıdan kurtulmak.”[1] İbn Hazm bu hükmü doğrulamak için çeşitli gözlemlerini aktarır ve peygamberler gibi insanlığın yüksek şahsiyetlerinden bütün hayatını süfli amaçlar uğrunda tüketen sefih kişiliklere varıncaya dek çeşitli yaratılış, arzu, eğilim ve uğraşlarına rağmen bütün insanların bir kaygıdan kurtulma noktasında birleştiğini söyler. Kiminin kaygısı maddi zenginlikten mahrum kalmak, kiminin kaygısı şehvetini tatminden geri kalmak, kiminin kaygısı iktidardan mahrum kalmak, kiminin kaygısı ahirette kötü sonla karşılaşmaktır. Bu tespiti şu soruyu sormak için aktardım: Müslüman’ın kaygısı nedir? Müslüman kimliğine sahip insanlar olarak fiilen hayatımızı kuşatan şeyler sayısınca kaygılarımızın çeşitlendiği açıktır. Mal, mülk, aile, kadın, çocuk, iktidar, refah ve daha sayamayacağımız kadar çok sayıda kaygıyla çevrilmiş durumdayız. Dolayısıyla soruyu şöyle değiştirmekte yarar var: Müslümanın kaygısı ne olmalıdır? Öncelikle soruyu iyice açıklığa kavuşturayım: Belirli bir dönemde yahut belirli şartlar altında bir Müslüman ne hususta kaygılanması gerekir demek istemiyorum. Meseleyi tarihselleştirmeden yahut şartların oluşturduğu sisli ortamda kaybetmeden, dolayısıyla sorunun içerdiği kelimelerin ötesine taşımadan sormak istiyorum: Dönemi, şartları, dili, mesleği, toplumsal konumu vs. ne olursa olsun salt Müslüman olmak bir insanı hangi hususta kaygıya iter?

Kuşkusuz bu soruya çeşitli kavramlardan hareketle cevap vermek mümkün olmakla birlikte bizzat insanın yaratılışından söz eden ayetler, bize iki kavram sunar: Hilafet ve şeytan. Bilindiği üzere Kurân’da insanın yaratılış kıssası, Allah’a halife olmak ile şeytana uymak arasındaki gerilim üzerine kurulur. Allah Âdem’i halife yaparak ona bütün isimleri öğretmiş ve şeytana uymamasını emretmiştir. Halife kelimesi birinin ardından gelmeyi ifade ederken şeytan kelimesi uzaklık anlamını ifade eder. Buna göre insan Allah’ın ardında olmak ile O’ndan uzaklaşmak arasındaki gerilimle yoğrulmuş bir varlıktır. İnsana bahşedilen ilahî isimler de aslına bakılırsa bir yönüyle Allah’ın ardında olmaya diğer yönüyle de O’ndan uzaklaşmaya imkân verir. Zira ilahî zâtın özel ismi olan “Allah” lafza-i celâli dışındaki bütün isimler, doğrudan doğruya bir anlama ve dolaylı olarak da ilâhî zâta delalet eder. Mesela “veli” ismi hem dostluğu hem de dostluğu taşıyan zâtı ifade eder. Fakat dostluğa delaleti doğrudan iken zâta delaleti dostluk aracılığıyladır. İşte insan, Hakk’a delaleti dolaylı olan bu isimler içinde Hakk’ın ardında olmak ve Hakk’ın kendisini bulmakla sınanma ayrıcalığına sahiptir. Bu, talihsiz bir ayrıcalık da değildir. Zira insan, bütün isimlerin nihai sahibi olan Allah’a ilişkin marifetin yüksek ifadesi olan vahiyle desteklenmiştir. Yani insan idraki, nitelendiğimiz isim ve sıfatların, zihnimizdeki anlamları ve hayatımızdaki somut karşılıklarının gizlediği gerçek Zât’ı hatırlatan (zikr) ayetlerle süslenmiştir. Müslüman olmanın insana yüklediği kaygı tam da bu noktada gösterir kendini: Hakk’ın hemen ardında olarak isimlerin yüceliğine ulaşma kabiliyetine sahip olan insanın, O’ndan uzaklaşarak bu kabiliyetini heder etmesi.

Devamı Cins Ocak 2018 sayısında…

Posted in Genel