Dr. Mustafa Merter: “Hepimiz Ashab-ı Matrix Olduk, Daha da Vahimi Deccâl’e Âşık Olduk!

Öncelikle bilmemiz gereken, belki de insanlık tarihinde gördüğümüz en büyük küresel çapta bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzdur. Fakat bu mevzuda uyarılmışızdır, tek gözlü Deccal ile ilgili hadis-i şerifleri, canavar gibi bir varlığın ortası çıkması olarak değil de, insanın felakete sürükleyen, gözünü ondan ayıramadığı, onu bir Rabb gibi gördüğü bir nesne olarak niye anlamayalım?

Yalan haber, hız, yargısız infaz, öfke ve nefret dört bir yandan çözülmesi zor bir yumak gibi neredeyse hepimizi sarmalamışken ve şefkate, merhamete, sevgiye her zamankinden daha çok ihtiyacımız varken okudum Dr. Mustafa Merter’in Dokuz Yüz Katlı İnsan ve Nefs Psikolojisi adlı şaheserlerini; çölde vaha bulmak gibiydi. Röportaj da, bu vahaya hasret kalanlara bir bardak serin su uzatmak gayesiyle yapıldı.

SÖYLEŞİ: NEŞE KUTLUTAŞ

Kavramı ilk defa duyacak olanlar için nefs psikolojisini açıklar mısınız?

Psikoloji, insanın manevi yapısını araştıran ve sıkıntılarına çare bulmaya çalışan ilim demektir. Bu ad altında böyle bir ilime insanlık tarihinde ancak, 1750’li yıllardan itibaren Avrupa’da rastlanır, daha önceleri psikolojinin vazifelerini din kurumları yerine getiriyordu. Fakat Hristiyanlığın 500 senedir yaşadığı büyük kriz ile din kurumu çökünce, insanlar dinin verdiği rahatlığı başka bir kaynaktan aramışlar ve psikoloji böylece doğmuştur. Fakat burada şöyle garip bir durum vardır, dini ve tanrısı ile kavgalı Batı insanı, bir yaratıcısı olduğunu unutmuş ve kutsal metinlere yönelmeden, tamamen kendi aklına güvenerek, insanın manevi yapısı konusunda fikirler yürütmeye başlamış, bazı doğrular söylense de, inanılması zor bazı spekülatif saçmalıklar da öne sürmüştür. Bunlardan birisi mesela, psikoanaliz ekolünün kurucusu Sigmund Freud’un, “insanın aslı kötüdür, bebek çok yönlü sapıktır” zırvalarıdır. Hâlbuki biz Müslümanlar, Tin Sûre-i Celîle’sinden bildiğimiz gibi, her insan “ahsen-i takvim” yani en güzel kıvam ve bileşimde yaratılmıştır. Batı psikolojisi ile nefs psikolojisi veya daha doğru bir tabirle “nefs ilmi” arasındaki ana fark, bizim insan üzerine ileri sürdüğümüz her ne ise nasslara (Kur’an-ı Kerîm ayetleri ve hadis-i şerifler) dayanarak söylememizdir. Evimize bir çamaşır makinası bile alsak kullanma kılavuzunu okuruz, Batı insanı, tabiri affedin, bir “yapımcısı” olduğunu unutmuş ve kılavuzu okumadığı için insanı bu hâle getirmiştir, nitekim biz psikolog ve psikiyatrlar 200 senedir varız ama ne hikmetse insan ruh sağlığı hep daha kötüye gidiyor.

Bizim için ise “kullanma  kılavuzu”  Kur’an-ı azimü’ş-şandır ve insanın nefs yapısı oradan öğrenilir.

Nefs bir manada psikoloji kelimesinin ilk yarısını oluşturan “psike” ile aynı manaya geliyor gibi görünse de, kıyas kabul etmeyecek kadar daha zengin bir içeriğe sahiptir. Mesela Sigmund Freud psikolojisinde “psike” denizde yüzen bir buzdağına benzetilir, İslâm ve tasavvuf geleneğinde ise nefs, sembolik olarak, idarecisi, yasaları olan bir ülke gibi anlatılır. İbn Arabi (k.s) İnsan Memleketinin Islahı Hakkında İlâhî Tedbirler kitabında bütün bu ayrıntıları açıklar. Yine Hz. Mevlânâ (k.s) nefsi, Mesnevi-i Şerif’inde çok katlı bir binaya benzetir ve zaten bütün Mesnevi bir açıdan psikoloji kitabı gibidir. Çok kısa bir özet cümle ile nefsi tanımlarsak, “ilahi kökenli, akıllı yasalar tarafından yönetilen, kendi kendini düzeltme potansiyeli taşıyan, yarı bağımsız bir sistem”diyebiliriz. Psikoloji insanın manevi yapısını anlama ilmidir, psikoterapi ise manevi acılar çeken insanı tedavi etme demektir.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu ilim ilk defa Avrupa’da 1750’lerden itibaren meydana çıkmış ve farklı kollara ayrılmıştır. Burada aklımıza şu sual gelebilir, niye bu tarihten önceleri yoktu? Aslında vardı, ama bu isim altında geçmiyordu, nitekim bütün dinler kendi çatıları altında insanın manevi yapısına temas etmişler ve telkin metotları geliştirmişlerdi. Bizim İslâm maneviyat geleneğimizde Farabî (k.s), İbn Sina (k.s), Rağıb el Isfahanî (k.s), İmam Gazalî (k.s), İbn Rüşd (k.s), İbn Arabî (k.s), Mevlânâ C.Rumî (k.s), A. Keşanî (k.s) ve diğer tasavvuf büyüklerinin eserleri tetkik edildiğinde, bu isim altında zikredilmese de çok derin bir psikolojik bilgi birikimi olduğunu müşahede ederiz. Fakat ruh, kalp, nefs gibi mefhumlara yüklenen farklı manalar ve kullanılan farklı tanımlar sebebiyle insanın psikolojik yapısı üzerine müşterek bir görüş oluşmamıştır. Ayrıca yukarıda isimlerini zikrettiğimiz Farabî (k.s), İbn Sina (k.s), İbn Rüşd (k.s) gibi öncüler, Eflatun ve Aristo’nun felsefi yaklaşımlarından büyük ölçüde etkilenmiş ve esas kaynak Kuran-ı azimü’ş-şan biraz arka planda kalmıştır, bu fakirin şahsi görüşüdür. Ancak İbn Arabî (k.s), Mevlânâ. C. Rumî (k.s) gibi mutasavvıflar devreye girdiğinde, nefs yapısının yapısal ve işlevsel modeli ortaya çıkmaya başlamıştır.

Aynı Ekberî (İbn Arabî) gelenekten gelen Aburrezzak Keşanî (k.s) ise Kur’an-ı azimü’ş-şanın işarî esaslara dayanan tevilinde, nefsi bütün ayrıntıları ile âyet-i kerîmelerden hareketle, açıklar.

Modern psikolojideki ego ile tasavvuftaki nefs ve birçok spiritüel öğretide insanın kendisini tanıması için tavsiye edilen meditasyon çalışması ile tasavvuftaki müşahede, işlevsel ve ontolojik olarak birbirine denk düşen kavramlar mıdır?

Yukarıda yaptığımız açıklamadan sonra, ego (ene) ve nefsi denkleştirmenin uzaktan yakından mümkün olmadığını zaten anladık. Meditasyon bize göre tefekkür demektir ve tefekkür ancak rahmani olursa netice verir, duyular keskinleşir, müşahede, basiret, feraset, mükaşefe, rü’yet gibi hâller Rabbimiz tarafından ihsan edilebilir.

Dikkatinizi istirham ederim, bu hâller kesbi değil vehbidirler yani “ben yaptım” ile olmaz, verilirse yaşanır. Ve rahmani hâller zaman içerisinde, eğer söz dinlenirse “makam” hâline dönüşür, yani hemen silinip gitmezler. Fakat kendi başına yapılan meditasyon benzeri uygulamalarda yaşanan hâller, özellikle edeb kaidelerine uyulmadığında, buz üzerinde yazı gibidir, güneş çıktığında buharlaşırlar. Yani “Allah”sız, “Muhammed”siz (sallallahu aleyhi ve sellem), edepsiz manevi gelişim olmaz, sonu hüsrandır.

Maddenin ötesinde bir hakikat olduğu düşüncesi tasavvufta olduğu gibi yeniçağ spiritüel hareketlerinde de mevcut, iki olguyu birbirinden ayıracak sınır nerede çizilir?

Tasavvufta “bilme” üç aşamada değerlendirilir, akılla bilme, (ilme’l yakîn) bizzat görerek bilme (ayne’l yakîn) ve hakkıyla bilme. (hakke’l yakîn) Mesela coğrafya ilminden, Konya diye bir şehir olduğunu biliriz, sonra oraya gidip gördüğümüzde bu bilgi daha derinleşir, ama orada yerleşmeye karar verirsek artık “Konyalı” oluruz.

Yeniçağın sözde spiritüel hareketleri akıl ile çok bildiğini iddia eder, sayısız kitap yayımlanır, ama bütün bu spiritüel bilgi birikimi, insanı “ayne’l yakîn” ve “hakke’l yakîn” hâline hiç ulaştırmadığı için, işe yaramaz ve hatta enaniyet, spiritüel narsizm oluşturduğu için, insan zaman içerisinde başladığı durumdan daha kötü hâle gelir. Şimdi de pek akıllı olduğumu iddia edemem ama seneler önce tam cahiliyet zamanlarımda ben de bu yoldan geçtiğim için bunları tecrübelerime dayanarak söylüyorum.

İNSANIN ESAS BİLGİ İŞLEM MERKEZİ BEYİN DEĞİL, MANEVİ KALPTİR

İdrak etmeye dair bir eylem olan tefekkürün merkezi neresidir, akıl mı kalp mi?

Kuran-ı Kerîm’de takriben 168 âyet-i kerime manevi kalbi anlatır ve bu geçit yerinin ehemmiyetine işaret eder. Mesela mübarek Araf suresi 179. âyeti kerimede …”Gerçek şu ki, Biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayanlar…”buyurulur ve bunlar “belhum adall” hayvandan daha aşağı varlıklar olarak tanımlanır.

Daha derinlere inersek mesela İbn Arabî Hazretleri Tedbiratı’l İlahiyye’sinde çok güzel bir mecazla bu durumu şöyle ifade eder:“Ve bahr-ı rûhaniyyet temevvüc ettiği vakit sahil-i kalbe çarpar. İnsan rûh-i kudsî cihetinden bu hâli müşahid olduğu vakit, Zât-ı Hakka müteallik olup başkalarının muttali olamayacağı ulûmu öğrenir.”

Yani bugünün insanının maalesef daha kolay anlayacağı bir dille açıklarsak, beş duyu vasıtasıyla beynimize ulaşan veriler, fikir dalgaları oluşturur ve bunlar ancak manevi kalbe vardığında ve orada ilahi bilgilerle buluşur, yarım kalmış daire tamamlanır ve biz eşya ve insanın hakikatine vakıf olmaya başlarız. Daha da teknik bir tabir kullanırsak,insanın esas bilgi işlem merkezi beyin değil, manevi kalptir. Türkçe ne söylersek itibara alınmadığı için bir de latife olsun diye Frenkçesini söyleyelim de, Rabbimiz tesir halk eylesin…”the primary human information processing center is not the brain but the spiritual heart”. Fakat iş burada da bitmez, manevi kalp aynı zamanda esas haz sistemidir, beyin sapında bulunan ve dopamin hormonu salgılayarak insanın haz almasını sağlayan haz sistemi ikincil bir öneme sahiptir. Yoksa insanların imanları, idealleri uğruna hayatlarını bile feda edebilecekleri işlere tevessül etmelerini açıklayamazdık.

Yine bir latife yapalım, acaba kalpten dopamin yerine “nûr-âmin” mi salgılanır!

Teknoloji  “hız”la gelişiyor önermesinden yola çıkarsak; sabrın bir erdem olduğunu unutturacak kadar vazgeçilmez hâle gelen bu “hız”la insan nereye yetişmeye çalışıyor, vardığı yerde onu ne bekliyor?

Psikoloji insanın temel kaygısının ölüm fikri olduğunu söyler, her insan doğduğu andan itibaren, peşinden kendisini gölgesi gibi izleyen ölüm korkusunu görmek istemez ve ölümden kaçar, onu bilinç dışına atar. Yani bizbu “hız” la bir yerlere yetişmeye çalışmıyoruz, aslında bizi gölgemiz gibi izleyen ölümden kaçıyoruz.

Bu ölüm fikrinin karşı kutbunda ise ebedi olma arzusu vardır ve hırsla maddiyata, dünyaya sarılarak insan ölümsüz olabileceği vehmine kapılır. Aynen cennette şeytanın Âdem (Aleyhisselâm) ile Havva Validemiz’i kandırdığı gibi. O şeytan ki belki de yaratılış macerasının ilk aydın materyalistidir, çünkü insanın önünde secdeye varmamasını şöyle açıklar…”Beni ateşten onu ise topraktan yarattın.” Hâlbuki insan zaten ebedidir, “ruh artı beden” (ruh meal cesed) yaratılmışlıkta fâni yani geçici olan bedendir, ama “ruh” bize ebedi olan Rabbimizden ihsan edildiği için ölüm yanına bile yaklaşamaz. İşte bu yakıcı maddi yapısından, daha yaşarken ruhuna doğru yükselen insan, ölmeden evvel defalarca ölerek (yani bencil arzu ve isteklerini terk ederek) sahip olma, hükmetme, tüketme hastalıklarından kurtulur, yavaşlar ve itidalli, temkinli bir hayat yaşamaya başlar.

Nefs psikolojisi açısından baktığımızda, sosyal medyanın vazgeçilmezliğini; bireyin sürekli ve histerik bir şekilde görülme “beğenilme”, dolayısıyla onaylanma bağımlılığı olarak tanımlayabilir miyiz? Cevabınız evetse, insan ruhunda tahribata yol açabileceğine inandığım bu bağımlılığın önüne geçmenin yolu nedir?

Sosyal medya küresel iletişim ağı maalesef farklı sebeplerle, bazı faydaları olsa da, gittikçe özellikle gençlerimizde müşahede ettiğimiz gibi zamanı boşa harcama ve hatta oradan filtre edilmeden akan rezilliklerle ciddi manada zararlı bir ortama dönüşmüştür. Sırf kâr amaçlı olarak sadece görülme, beğenilme ihtiyacı değil, insanın hırs, şehvet, bencillik, gurur, kibir, hased vb… yani bütün nefsani zaafları azdırılır.

 Ekran zamanı “akıllı” cep telefonları vasıtasıyla sürekli arttığı için, insanlar artık sanal bir dünyaya hapsolmuş gibi yaşarlar, tıpkı Matrix filminde insanların bir bilgisayar programına sokulduğu gibi. Bu yıl yayımlanan Jean Twenge’nin İnternet Neslikitabının önsözünde bu mevzuya ve alınabilecek tedbirlere işaret ettim. Öncelikle bilmemiz gereken, belki de insanlık tarihinde gördüğümüz en büyük küresel çapta bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzdur. Fakat bu mevzuda uyarılmışızdır, tek gözlü Deccal ile ilgili hadis-i şerifleri, canavar gibi bir varlığın ortası çıkması olarak değil de, insanın felakete sürükleyen, gözünü ondan ayıramadığı, onu bir Rabb gibi gördüğü bir nesne olarak niye anlamayalım?

Fahr-i Kâinat Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor “Hz. Âdem’in yaratılışından itibaren kıyamete kadar geçen süre içerisinde Deccal’den daha büyük bir hadise (diğer bir rivayette daha büyük bir fitne) yoktur.”

Sözlüklerde verilen manaya göre Deccal, “yalancı, hilekâr; zihinleri, gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı karıştıran, bir şeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak bucak her yeri dolaşan müfsid (ifsad eden: bozan) ve mel’ûn (lanetlenmiş) bir kişidir”.

Bu tanım bize neyi hatırlatıyor?

Peki, bütün bu uyarılara, yapılan bilimsel araştırmalara, istatiksel verilere rağmen niye mücadele veremeyiz, cevap çok kısa ama acı, hepimiz ashab-ı Matrix olduk, hatta daha da vahimi Deccal’e âşık olduk. Abartıyor demeyin, sevgililer bile artık beraber olduklarında birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlar! Sanki bizi hipnotize etmiş gibi elimizden o makinayı düşürmüyoruz.

Bu durumda ferdi olarak ilk adım, mücadele verecek kişinin akıllı telefonundan vazgeçmesi. Bakın bir istatistik yapsak ve insanlara sorsak, en akıllılarımız da dâhil kaç kişi vazgeçebilir diye, sonuç ne çıkar tahmin edebilirsiniz sanırım. Ama yine de ümitsizliğe düşmeyelim, insanın daha tükenmemiş akl-ı selimine güvenelim ve hem devletin ve hem de STK’ların bütün imkânlarını seferber ederek bir mücadele başlatalım. Yalnız Matrix filminde olduğu gibi “Neo” lara, yani bu sanallık rüyasından uyanmış önder insanlara ihtiyacımız var. Geçici tedbirler olarak okullara yayın bozucular konulması, ekran zamanı analizleri yapılması ve ağır vakalar için Çin, Kore ve Japonya da olduğu gibi özel klinikler açılması önerilebilir. Ve işe biz psikiyatr ve psikologlardan başlamak lazım, çünkü gariptir, bu durumun vahametini en fazla inkâr edenler biziz, niye acaba?

Nefs Psikolojisi kitabınızda “insan varoluş sırrını çözemezse yanlış yerde, yanlış metotlarla, yanlış insanlarla ‘can’ı arar” diyorsunuz. İnsanların farklı idrak seviyelerini göz önünde bulundurursak her bir ferdin yine de bir gün “can”ını yani gerçek benliğini bulma ihtimalinden söz edebilir miyiz?

İlim, Yunus Emre sultanımızın buyurduğu gibi, “kendini bilmek” le başlar. Tasavvuf eğitim sistemi “eğitme” değil (çünkü sirk maymunları da eğitilir) bir “rüşd”, sistemidir; irşad, kişiyi kendi hakikatini bulmaya teşvik etmek demektir. Ve hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, “men arefe nefsehu, fekad arefe Rabbehu / nefsine arif olan, Rabb’ine arif olur” nefs bilinirse önce Fahr-i Kâinat, Şefîu’l-Müznibîn, Nûr-i Huda Efendimiz Muhammed Mustafa, (sallallahu aleyhi ve sellem)  sonra da Rabbü’l Âlemin bilinir.

“Can” ise yukarılara doğru yükselen bu mercekler dizisinin ilk halkasıdır, yani her insanda mevcut olan “Hazret-i İnsan” kuvvesidir. “Can” arayışı, bahçesini ayrık otlardan temizlemeyle başlar, yani nefs tezkiyesi (temizliği) işin başıdır. Rabbimizin emir ve yasaklarına uyarak, sadece tapınma ritüelleri olarak değil (kıldım beşi yedim aşı), bir hayat tarzı olarak hayatımızın her anında “ekimus-salate” hâllerini yaşamamız elzemdir.

Hakiki İslam, insanı olabilecek dört ilişki kategorisinde “inceltir”. Yani insan ve insan, insan ve çevresi, insan ve kendisi, son olarak insan ve Rabbi arasındaki ilişki hep daha güzelleşmelidir. Bir günü bir gününe uyan kayıptadır hadis-i şerifi bu duruma işaret eder. Eğer bu söylenenler yapılırsa biz farkına varmadan “can”ımıza doğru yükselmeye başlarız, bunun adı “tekâmül” dür. Bundan sonra eğer kişinin nasibi varsa o bahçede gül yetiştirme işi “bahçıvan” a kalır, yani bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altına gireriz ve belki bir gece karanlık bulutlar arasından kusursuz “mehtâb”ı görürüz.

Sahabelerin (r.anhum) kimi cömert, kimi öfkeli, kimi utangaç kimi muzipti, Freud, Jung, Adler gibi bugünkü klasik Batı psikolojisinin temel taşlarını atan insanlar sahabe döneminde yaşasalardı muhtemelen onları da “arızalı” bulacaklardı diye düşünüyorum, katılır mısınız? Bununla birlikte, insana ait hasletleri yok sayan ve onu temelde arızalı gören bir bilimle insan ruhunun tamiri ya da tedavisi mümkün müdür gerçekten?

Siz o Freud, Adler, Jung’ların aslında kim olduğunu bilseniz çok şaşırırdınız.

Asr-ı saadette, Sultan’ul Enbiya, Habib-i Huda Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında yaşamış sahabe hazeratını (r.a) hiçbir ölçüye sığdıramayız. Tabii ki insan olmaları hasebiyle meşrep farklılıkları vardı ama Hz Ömer (r.a) misalinde olduğu gibi onlar hayat-ı seniyyeleri boyunca hep tekâmül etmişlerdir.  Hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi…”…Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine sarılsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ihtilafı ise sizin için rahmettir.” (Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3, No:152)

Sorunuzun ikinci kısmına gelince… Tamamen uyduruk temeller üzerine kurulmuş Batı psikoloji binası gittikçe aklı-ı selimini (sağduyusunu), vicdanını ve kalan edebini de yitiriyor görünüyor. Ve bu şaşkın insanlar, öyle olmayan bazı istisnaları tenzih ederim, insanlara akıl vermeye çalışıyorlar, netice ise meydanda.

Bütün bu psikiyatri ilmini toptan çöpe atabilir miyiz, mesela psikiyatride “çocukluğa inerek” travmaları tespit etme çalışması ve buna bağlı bir tedavi yöntemi belirlenmesi çok yaygın. (umarım yanılmıyorumdur) Bütün bunlar bir aldatmacadan mı ibarettir size göre? Siz hastalarınızda noksanlıkları ile işaretlediğimiz Batı ilminin yöntemlerini kullandınız mı/ kullanıyor musunuz? Psikolojik rahatsızlığı olan bir insana, modern psikiyatrinin kodlarıyla çalışan doktorlara gitmesini yine de tavsiye eder misiniz? Sınırı nerede ve nasıl çekebiliriz?

Evvel emirde biz elhamdülillah Müslüman’ız ve kökeni ne olursa olsun umumi manada bir ilim dalını küçük görmeyiz, çünkü hadis-i şerifte… “İlim/hikmet müminin malıdır nerede bulsa alır” buyurulur. Ama ne alıyorsak “nass”lar filtresinden geçtikten sonra kabul görmelidir. Psikiyatrinin bildiğiniz gibi bir biyolojik yönü vardır, yani merkezi sinir sistemi araştırılır, farklı ilaçlar tatbik edilir, bu yönüne statik psikiyatri de denilir. Ama beraberinde dinamik psikiyatri denilen, farklı psikoterapi metotları tatbik edilen bir de ilişkiler psikiyatrisi vardır ve mesele burada başlar. Çünkü müracaat ettiğimiz ve hekim olması hasebiyle bizden daha yüksek bir konuma koyduğumuz o psikiyatr, yanlış temeller üzerine oturmuş bir insan, ahlâk, maneviyat, hayatın anlamı telakkisi taşıyorsa, bizi farkına varmadan etkiler ve neticede zarar da verebilir. Çünkü makalemde işaret ettiğim gibi bu ilim, dini ile kavgalı ve çökmekte olan bir medeniyetin, dine alternatif olabileceğini zannettikleri bir ortamda oluşmuştur.

Çözüm şudur, eğer özellikle psikoterapi yardımı alacaksak, hem kendi değerlerine vakıf mütedeyyin ve hem de Batı psikolojisinin, mesela davranışçı bilişsel metotları gibi yönlerini bilen bir psikolog veya psikiyatra müracaat etmek daha doğru olur.

Bendeniz senelerce Batı psikolojisinin bazı metotlarını kullandım, mesela grup terapisi alanında güzel neticeler aldım ama uzun vadede yetersizliğini görünce, yanlışları düzeltmek ve eksikleri tamamlamak üzere nefs ilmine yöneldim.

Tevekkül ve tekâmül ilişkisine dair neler söylersiniz?

Sabır, tevekkül, tefvîz ve sika Rabbimizin bize ihsan ettiği rahmani hallerdir, tevekkül başımıza olumsuz bir olay geldiğinde dayanma gücünü ifade ederken tefvîz, henüz o olumsuz olay başımıza gelmeden, ona hazır olma hâlidir. Bir başka deyişle insan, içinde yaşadığı belirsizlikler dünyasında geleceğe kaygı ile bakarken, bir tür antisipasyon (öngörüm) yaşar. Sanki olumsuzluklara karşı “aşılanıp”, olabilecek olumsuz olaylar başa gelmeden evvel onları kabullenip rahatlar.

Tefvîz halinin defalarca yaşanması sonucunda, insanın içinde oluşan derin güven haline ise “sika” denir. Sika ise işin sonucunu henüz başındayken bir şekilde hissetmek, güven duymak ve ilahî iradeye teslim olmaktır. Rabb’im beni o kadar sever ki nasıl olsa bir çıkış yolu açar, diyebilmektir.(izahlarını İsmail Ankaravi Hazretlerinin, Fakirler Yolu’nda bulabiliriz)

Bendeniz âcizane bu mevzuda Bakara sûre-i celîlesi 152-157 ayet-i kerimelerini çok anlamlı bulurum. Özetlersek orada Rabbimiz bize hem “Ben” (Azze ve Celle) ve hem de bana yakın olan kullarım, başta Sultan’ul Enbiya, Şefî-i Rûz-i Ceza Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere evliyaullah hazeratı sizin acınızda sizinle beraber mesajını verir.

Bakın ne zaman Rabb’im içim yanıyor desek, “lebbeyk” (buyur ya kulum) diyen bir Rabb’imiz vardır. İşte adım adım hayat boyunca 155. ayet-i kerimede buyurulduğu gibi…“biraz korku ve açlık, mallar, canlar ve ürünlerden eksiltme” imtihanından geçerken eğer hayır, hasenat, taat ve ibadetimize sabırla devam edersek, farkına varmadan yükselmeye başlarız, yani yukarıda açıkladığımız ve diğer başka rahatlatıcı hâlleri yaşarız, tekâmül de işte budur.

Kur’an-ı Kerîm üzerinden gidersek, Bakara sûre-i celîlesi 152-157 ayet-i kerimeleri sabrın çok ilginç bir yönünü bize Sultan’ul Enbiya Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) fem-i saadetlerinden şöyle açıklar…”Fezkuruni ezkurkum veşkuru li ve la tekfurun / Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım; Bana şükredin ve beni inkâr etmeyin”. “Ya eyyuhellezine amenustainu bis sabri ves salat, innallahe meas sabirin / Siz ey imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın; zira unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle birliktedir” (152-153)

Yani bu ayetler, acınızda yalnız değilsiniz, “Ben” de sizinleyim şaşırtıcı mesajıyla başlar, sanki biraz çaba gösterirsek Rabbimiz “lebbeyk” (buyur ya kulum) diye bizi karşılar. Ama ben çok yalnızım, çok yardıma ihtiyacım var diye ısrar edersek, yine beklenmedik bir yardım daha gelir…”Ve la tekulu li men yuktelu fi sebilillahi emvat, bel ehyaun ve lakin la teş’urun / Allah yolunda öldürülenlere “ölü” demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz”. (154) Bu ayet-i kerîmenin derin manasını idrak edebilmek için, her insanın “rûh meal cesed” (ruh artı beden birlikte) yaratıldığını hatırlamak elzemdir. Beden fâni (geçici) ama ruh ebedidir.

Evvel emirde tabi ki Sultan ul Enbiya, Şefî-i Rûz-i Ceza Efendimiz Muhammed Mustafa’nın “şefaat-i uzma” ları gelir ve “ente fîhim” hâli sadece Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı seniyyelerinde müminlerin arasında olmasını ifade etmez. Her insan hakikat-i Muhammedi ailesinin bir ferdi olduğu için, derinliklerinde, şahsi kapasitesi miktarınca (kabı aldığınca) “Ruh-u Resulullah” ile müşerreftir. Ve eğer söz dinlenirse yani tekâmül edilirse (meratib-i nefsaniyye de ilerleme ve yükselme) bu beraberlik şuuru artar. Varis-i Resulullah olan Allah dostları da, hayatın en zor anlarında hemen yanı başımızdadır. Yani neticede insan dünyaya fırlatılmış, atılmış zavallı bir varlık değildir, şah damarı kadar kendisine yakın olan Rabb’i ile yakın bir beraberlik halindedir ve sürekli “işaret”ler alır.

Fussilet suresi 53 ayet-i kerîmesinde…”Se nurihim ayatina fil afakı ve fi enfusihim hatta yetebeyyene lehum ennehul hakk…/ Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve kendi nefsleri üzerinden göstereceğiz. Ta ki, onun hak olduğu kendilerine ayan beyan belli olsun” buyurulduğu gibi.

Anskiyete, öfke, depresyon bugünün en büyük rahatsızlıkları arasında sayılabilir, sizden alıntıyla “içinde insan-ı kâmil olma potansiyelini taşıyan insan” bu “hâl”den sıyrılabilmek için ne yapsın?

Cevabı daha evvel de vermeye çalıştık, ek olarak şunları söyleyelim. Çoğu insan bize şöyle bir sual ile gelir, “Ben namazımı kılıyorum, zekâtımı veriyorum, umreye, hacca gittim, peki niye daha hala depresyon, evham, öfke patlamaları vb. hastalıklardan mustaribim?”  Cevap çok basittir, asgari olan ile yetindiğimiz için. Yani hayatın her alanında hep daha fazlasını isterken, ne hikmetse dinimizi yaşarken en alt seviyede kalırız, hâlbuki insanı esas rahatlatan nevafil (nafile: faydalı) ibadetlerdir. Ramazan dışı haftalık oruçlar, beş vakte ek, teheccüd, işrak, kuşluk, evvabin, abdest, hacet namazları ve her an her yerde dara düşmüş her varlığa yardım ve hizmet bu ek ibadetler kapsamına girer.

Evet, yaradılıştan gelen bazı hastalık eğilimleri vardır, mesela depresyon, evham genetik kalıtım yoluyla da geçer ve bunların tedavisinde hem ilaç ve hem de farklı psikoterapi yöntemleri kullanılır. Hasta remisyona girdikten (düzeldikten) sonra ilelebet (ölünceye kadar) ilaç kullanılmayacağına göre, psiko-sosyal tedbirler devreye girmelidir. Bunlar genel manada hayat tarzının değiştirilmesi ve hep daha fazla alan bir varoluş tarzından veren varoluş tarzına geçme demektir. Bu “reçete” uygulandığında emin olun hastalıklarımız düzelmeye başlar.

Sanırım “What The Bleep Do We Know” adlı yapımda, birkaç bin yoginin birlikte ve eş zamanlı olarak yaptıkları iki ay devam eden meditasyon neticesinde Washington DC’de suç oranının neredeyse yüzde 50 oranında düştüğü anlatılıyordu. Her yıl hacc vazifesi yaparken dua eden yaklaşık iki milyar Müslüman olduğu göz önünde bulundurulduğunda suç oranlarının düşmesini bilemiyor olabiliriz ama “İslam dünyası”ndaki “hâl”in gözle görülür ve müspetbir şekilde değişmemesini neyle izah edebiliriz?

Cevap yine basittir bir önceki sorunuza verdiğimiz yanıttaki ibadet uygulamalarını hangimiz yapıyoruz? Tabiri affedin, bu “çakma” Müslümanlıkla bu kadar olur. Mesela Türkiye de düzenli namaz kılma oranları yüzde 17 seviyesindedir. Peki, bu yüzde 17’nin yukarıda açıkladığımız manada ne kadarı, bilaistisna hepsi Şefi-i Rûz-i Ceza, Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet-i seniyyeleri olan nafile ibadetlerini eda eder?

Ve hangi devirde, fuhşiyatın, kışkırtmanın had safhalara ulaştığı şu günlerde.

Evet, İslâm, bir Amerikalı babanın dediği gibi bir “hayat sigortası” dır. Çünkü İslâm’la müşerref olduktan sonra, oğlu içkiyi, kumarı, gayr-ı meşru gecelik ilişkileri bırakıp evlenmiş, adam dede olmuştur. Ama rezilliğin üzerimize bir tsunami gibi geldiği çağımızda artık birinci vitesle gidemeyiz, ikinci, üçüncü viteslere takmak gerekir.

Vites değiştirme, üst viteslere geçme ise özellikle “yüksek insanî tekâmül akademilerinde” yani tarikatlarda öğrenilir ve bildiğimiz gibi 1923’den itibaren bu irfan odaklarının kapılarına kilit vurulmuştur.

İslâm dünyasındaki psikohijyen (ruh sağlığı) konusunda pek o kadar da kötümser olmayalım, farklı ülkelerin psikolojik hastalık ve bağımlılıklarını gösteren dünya haritasına baktığımızda, İslâm ülkeleri diğerlerine göre olumluluklar gösterir.

Mesela her kötülüğün başı olan alkol tüketimi açısından, uluslararası bir karşılaştırmada 2003 yılı itibarıyla Türkiye’de son 30 günde kafayı bulma oranları genç erkeklerde yüzde 9 genç kızlarda ise yüzde 2 çıktı. (İrlanda yüzde 31/33, Almanya yüzde 31/24, Ukrayna yüzde 28/15, Bulgaristan yüzde 26/16)  İntihar oranları da genellikle İslâm ülkelerinde çok daha aşağı seviyedir. Esas yapmamız gereken akademik araştırma, hakiki manada İslam’ı yaşayanlarda ki depresyon, kaygı, narsisizm, öfke kontrolü, bağımlılıklar vb. hastalıkların oranları olmalıdır ki, benim bildiğim kadarıyla şimdiye kadar böyle ciddi bir araştırma yapılmamıştır.

Sorunuz ikinci kısmında işaret ettiğiniz, toplu ibadetlerin psiko-hijyeni düzelttiği ve suç oranlarını düşürdüğü doğrudur, maalesef Ramazan, Hacc ve Umre ibadetleri ile bu mevzuda ciddi akademik çalışmalar yapılmamıştır. Sebebi ise umumiyetle psikoloji ve psikiyatri akademik çevrelerinin İslam’a menfi bakışları ile ilgilidir.

Bahsettiğiniz toplu meditasyon deneyiminde, farklı sebeplerle suç oranları düşmüş olabilir ama ABD’nin bugünkü suç oranlarına baktığımızda bu tarz uygulamaların uzun vadede fayda vermediğini hatta ince analizinde zarar bile verdiğini görürüz, 900 Katlı İnsan kitabımda, “aidiyetsizlik depresyonu” teşhisi altında bu durumu açıkladım. Ayrıca, hâlâ pek münevver sayılmam ama cahiliyye dönemlerinde o meditatif deneyimleri yaşadığım ve o çevrelerle temasım olduğu için, oralarda aslında ne olup bittiğini “içerden” bilirim, hiç de dışardan göründüğü gibi değildir.

Hem Dokuz Yüz Katlı İnsan hem de Nefs Psikolojisi kitabınızda sık sık geçen “nefsin gürültülü bodrum katı”nda olmanın emareleri nelerdir, buradan “balkon”a nasıl çıkılır?

Nefsin bodrum katlarına sıkışıp kalmış olmanın en açık emaresi, insanın kendi kendisi, diğer insanlar, yakın çevresi ve Rabbi ile kavgalı olmasıdır. Bütün aşırı alışkanlıklar ve özellikle asrımızda gördüğümüz sanal bağımlılık bu sıkışmışlığın dışa vurumudur.

Ancak hayat tarzı anlamlı bir şekilde değiştirilir ve tabiri mazur görün “Yapımcı”nın bize gönderdiği kullanma kılavuzuna harfiyen uyulursa, usulca bir yükselme ve dolayısıyla bir iç muhasebe başlar.

Sanal dünyada, âyet, hadis ve Mevlana sözleri “paylaşım rekorları” kırarken, siz sanal dünyada eşya ve insanın hakikatine nüfuz etmek mümkün değildir diyorsunuz. Bütün bu manevi (!) “paylaşımların” bir karşılığının olmamasını ve hakikate nüfuz edilememesini neyle açıklıyorsunuz?

Duyu organlarımız vasıtasıyla zihnimize ulaşan bilgi, ancak manevi kalbe yükselirse ve burası önemli, hayatta bilfiil uygulanırsa bir şey ifade etmeye ve fayda vermeye başlar. Fazla bilgi, “deliklerden” akar gider. Durumu yaşanmış bir hikâye ile açıklayalım, kendinin âlim olduğunu zanneden bir zat, bir mevzuyu danışmak için, daha âlim, hatta bilge birisine, sözde danışmak için gider ve dinlemek yerine sürekli konuşur. Yaşlı bilge tebessüm eder ve “Çay içer misiniz?” diye sorar. “Evet, lütfen.” dediğinde, çay kâsesine çaydanlıktan çayı boşaltmaya başlar, kâse dolar, taşar ama bilge doldurmaya devam eder. Danışmaya gelen adam, “Ama görmüyor musunuz, kâse doldu.” dediğinde, yaşlı bilge yine tebessüm eder ve… “Peki siz dolmuş bir zihinle bendenizden bir şey öğreneceğinize nasıl inanırsınız?” der.

Tabii ki birde, bildiğiniz gibi o Matrix kuburundan, yani cep telefonundan, sadece fayda verebilecek bilgiler akmaz, bütün bir rezillik enflasyonu da üzerimize yağar, farkına varmadan ahlâkımız bozulur ve güzel ahlâk olmadan da ilim olmaz.

Niye insan psikolojisi değil de nefs psikolojisi, insanla nefs arasında psikoloji bilimi açısından nasıl bir farklılık var?

Psikoloji diye sözde bir ilim olduğu için, “psike” ye karşı, daha bütünsel bir anlatım sunma amacıyla “nefs” tabirini kullandık. Aslında değişmesi gereken “psikoloji” tabiridir, yerine “nefs ilmi” desek daha uygun olur. Nefs tabirinin kullanılmasının bir sebebi de, bildiğimiz gibi “Büyük Yapımcı” nın bu tabiri tercih etmesidir.

Bakın o “Yapımcı” Habib’inin fem-i saadetlerinden bizi nasıl davet ediyor:

“Ya eyyetuhen nefsul mutmainneh / İrcii ila rabbiki radıyeten mardıyyeh…”

“(Allah şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!”

“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (Fecr suresi 27-28)

Nefs, can ve insan… İç içe oluşu ve her birinin nerede başlayıp nerede bittiğine dair neyi bilmemiz gerekir?

Rabbimizin yarattıkları arasında âlimleri en çok şaşırtan H20 molekülü, yani sudur. Su bir sihirbaz gibidir, kâh derelerden akar gider, deniz olur, kâh buharlaşır, göklere yükselir ve zamanı gelince yine yerlere doğru rahmet olarak iner, kâh donar kar olur toprak anayı donmaktan korur, kâh da buzul olur yazın eriyerek vadilere hayat verir. Nasıl su buzdur, buhardır diyemiyorsak ruh, nefs, can, kalp de böyle iç içe var olan o mutlak “Bir” in farklı tezahürleridir. O “Bir” nedir diye sorarsanız, Medine-i Münevvere’nin mehtaplı bir gecesinde, Uhud Dağı eteklerinden belki kulağımıza bir nida gelir…”La ilahe illallah!” ve karşı yamaçtan yankılanır “Muhammeden-Resulullah!”…

Ülkeleri bir insan olarak tahayyül edersek, Türkiye hangi nefs mertebesinde sizce?

Zerre kadar şüphe yok ki, İslam’ı çok yetersizce yaşıyor olsak da, elhamdülillah Müslümanız ve böyle bir yüzeysel Müslümanlık bile başka kıyas kabul etmez. Her insan hakikat-i Muhammedî büyük ailesinin bir ferdidir, çünkü bütün varlık ve insan, hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, Rabbimizin ilk tecellisi olan Muhammedî nûrdan yaratılmıştır. Ama biz pek farkına varmasak da “kelime-i şehadet” ile müşerref olduğumuz için, bu ailenin uzak akrabaları değil, yakın ferdleriyiz. Ve o “yakınlar” arasında öyle yakınlar da vardır ki, belki onların yüzü suyu hürmetine, bizleri de alıp bir yelere götürürler… Aşk olsun.