Prof. Dr. İsmail Coşkun: “Millî Mücadele Edebiyatı’nın Başyapıtı Küçük Ağa’dır”

Millî mücadele sonrasında yeni şekillenecek siyasetin alacağı yönelimlerle de mesela bir hesaplaşma diline düşmez Tarık Buğra. Çok bütün bir bakışla çelişkileri ve gerilimleri verir ve bir yargı belirtmez.

SÖYLEŞİ: YUSUF GENÇ

Elimizde 10 kitaplık bir liste var. Sizden istediğimiz ve sizin, bizi kırmayıp hazırladığınız bir liste bu. Önce bağlamını ve anlamını konuşalım isterim. Hususen niye bu kitaplar? Bu listeyi kurarken Cins’in muhtemel okurunu öncelediniz mi?

Cins, genç ya da kendini genç hisseden okurlara hitap ediyor gördüğüm kadarıyla. Okumayı ve kendisini ciddiye alan bir okur… Elbette okuma eylemi kritik bir süreç. “Ne doğru ne yanlıştır”ın dışında, öyle bir tartışmaya girmeksizin söylüyorum, kendi kişisel hayat tecrübemle ve kendi gençlik hikayemle birlikte düşününce bu metinlerin besleyici, ufuk açıcı, belli açılardan bakabilmeye imkân verdiğini düşünüyorum. Bir insani değeri, biyografik bir hikâyeyi ya da bir öyküyü öne çıkarmak anlamında önemsediğim metinler. Ben şimdi genç olsaydım ne okurdum, benim için ne önemli olurdu, bütün bu okumalar sürekli gençlerle birlikte olmanın getirdiği deneyimsel şeyler bir taraftan.

İçinden geçtiğimiz zaman dilimi baskın bir unsur mu burada? Miladi 2022 yılının başındayız. Bu zamanın krizleri, bu zamanın sorunları ya da soruları… O sorulara cevap arayışı…

Gündem merkezi düşünmekten yana değilim. Çağ değişti, iklim değişti, uluslararası ilişkiler değişti, ekonomik rutin karakteri değişti, gündelik hayatın örülme biçimleri, üretme biçimleri değişti. ‘Bu gençlere başka bir şey sunmamız lazım’ın ötesinde düşünüyorum. Yani yerleşik olan, kanonik olan, klasik olan üzerinden bakmak lazım. En eski zamanlardan itibaren insanoğlu sürekli olarak en klasik olanla doğrudan iletişim içindedir.

Klasik niye klasik oluyor?

İnsanı yakaladığı için. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği, dünü, bugünü, yarını ve eskiyi yakaladığı için. Hala İslam tarihinin, İslam orta çağının büyükleriyle ilişki kuruyoruz, hala Bin Bir Gece’yle ilişki kuruyoruz, hala Siyasetname ile ilişki kuruyoruz, hala Eflatun’la ilişki kuruyoruz. Yahut İskender’i merak ediyoruz. Ksenophon’dan Kyros’un Eğitimi’ni okuyoruz. Bunların hepsi tarihsel şahsiyetler tarihsel hikayeler… Düzenli olarak klasik olana ilgi var. Dolayısıyla gündem merkezde, evet benim dedem aşık oynuyordu, babam da aşık oynamaya devam etti ama ben çelik çomak oynadım. Benim çocuklarım bilgisayarda başka bir şey oynadı, vesaire. Bu bir döngü. Ama bütün bu hikayenin içeriğine baktığınızda en eski zamandan gelen insanın hikayesi bizi etkilemeye devam ediyor. Dönüp dönüp Hollywood Ben Hur’u çekiyor, yani klasiği çekiyor. Hatta tüketip tüketip çekiyor. Bu bir aşama. Dolayısıyla gündem merkezli düşünmekten yana değilim.

Modern olan, klasiklerin ele aldığı gibi insanı bütün boyutlarıyla ele alamıyor mu ki? O yüzden mi klasiğe gitmek zorunda hissediyoruz?

Yok hayır. Modernlik kendi kalıpları içerisinde yeniden insani ve tarihsel olanı başka bir düzeyde üretmeye devam ediyor. O anlamda bir radikal kopukluklara yakın olan birisi değilim. Süreklilikler üzerinden tarihi okumaya çalışan birisiyim. Şüphesiz modernliğin kendine göre sıkıntıları ve açmazları var. Ama bizi, insani olarak, kültürel olarak birleştiren klasik hikayelerdi. Edebiyatta da böyle, tarihte de bu böyle. Dolayısıyla buradan bir şekilde genç okurun bunlarla ilişki kurmasını önemsiyorum.

Konumuz uzun, yerimiz dar. “Okumadıysan Konuşmayalım” başlığıyla anons ediyoruz bu on kitabı…

Çok meydan okuyucu bir başlık bu. Her halükârda, okumadıysa da konuşalım yani…

Konuşalım Hocam, ilk seçtiğiniz kitap, metin de değil aslında bir konuşma kaydının dökümü. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun Dostluk Üzerine adlı konuşması…

Ben Fethi Gemuhluoğlu’yu bir okur olarak geç tanıdım. 80’li yılların sonunda. Burada Rahmetli Abdullah KUCUR ağabeyi anmak isterim, mekânı cennet olsun. Hatta başlangıçta ilk tanışıklığımızda biraz daha uzaktım. Zaman içerisinde fark ettim. Gençlerle ilişkileri bakımından değil. Evet, olağanüstü bir çabası vardı gençlere ulaşmak, onlara bir ufuk kazandırmak açısından. Dostluk Üzerine kritik bir metindir. İki bağlamda çok önemli bir metindir. Din diliyle, klasik geleneğin içinden konuşan bir metindir. Buna günümüz insanı olarak çok fazla ihtiyacımız var. Genelde kültürün özelde dini edebiyatın içinden süzülüp gelen bir dille konuşuyor. Eski kültürümüzde ve büyüklerin dilinde olan bir hususiyet bu. Bu dilden çok fazla uzaklaşıldı. Bu dille muhafazakâr anlamda değil ama mutlaka bir ilişki kurulması lazım. Ben dini olanla ilişki düzeyinden başlayarak insani olanla mesafeyi kapatıcı olağanüstü bir dili olduğunu düşünüyorum Dostluk Üzerine’nin. Birincisi bu. İkincisi ise, bu metin ideolojik bir metin değil. Bir ideoloji metni değil. Ama Türk siyasi tarihine ilişkin, modernleşme ve yenileşme süreçlerine ilişkin Türk toplumundaki bölünme, gerilim ve çatışma meselesini iyi okuyan, gerilimin ne olduğunu, ister Doğu-Batı ister ilerici-gerici tartışmalarında Türk siyasi tarihindeki uçları, yerli yerine oturtan nadir okumalardan birisidir. Kendi toplumuna yabancılaşan entelektüeli yahut siyasi çizgileri, çok radikal bir biçimde etraflıca değerlendiren bir metindir. Dolayısıyla onda, Türk sağının da muhafazakarlığın da dindarlığın da olmayan ölçüde net bir siyasi perspektifi vardır. İki nedenle, hem Türkiye’nin kendi hikayesiyle ilişki kurmak anlamında hem de en eski zamandan o süzülüp gelen dille buluşma anlamında ve modernlik tecrübesiyle insani olanla oluşan mesafeyi kapatmak adına ben Dostluk Üzerine’yi kuvvetle herkese tavsiye ediyorum. Nizamat verici ideolojik bir dile düşmez. Kucaklayıcı ve insani olanı ve dostluğu merkeze alır. Şüphesiz bunu kendi tarihi tecrübemizden, en eski tarihe kadar erken dönem İslam tarihine kadar peygamberimizin kendisine kadar uzanan o tecrübeden beslenen bir dilin içinden konuşma çabası var. Kritik olan da bu zaten kucaklayıcılığın kendisi.

İkinci kitap da Cicero’nun Türkçede ‘Dostluk Üzerine’ diye yayınlanan metni. Çiğdem Dürüşken Hoca’nın çevirisi. Bir çeviri metin. O niye burada?

Günümüz bireyleri olarak insan ilişkilerinde olağanüstü düzeyde birbirinden yalıtılmış, en insani olanla aramıza hayli mesafe girmiş durumda. Gündelik hayatımız tıkış tıkış. Modern üretime, ekonomiye ve kendimizi üretmeye ilişkin pratikler insanı kendisine bile bırakmıyor, değil başka biriyle teması sağlamaya imkân versin. Bu anlamda da günümüz insanı çok ciddi biçimde yalnızlaşma yaşıyor. Modernitenin doldurduğu, işgal ettiği, ötelediği bir ‘insani alan’ var. Cicero’nun metni, en eski zamandan başlayarak bugüne insan, dostluk, insani münasebetler ve dayanışma gibi meseleleri öne çıkarması itibariyle son derece önemli. Modernliğin yarattığı açmazlara çözüm şeklinde değil belki ama neyin yitirilip gittiğine, neyin kaybolup bittiğine, neyin inşa edilmesi gerektiğine dair gündelik hayatımıza işaret etme anlamında dostluğu öne çıkarmasını çok kıymetli buluyorum. Yani Gemuhluoğlu’nda var olan o dediğim dil ile Cicero’nun buradaki insana, insani olana ve dostluğa verdiği değeri birleştirici görüyorum ben. Üstelik burada, bunu doğu-batı diye ayırmaktan yana da değilim. O dostluk, o insanilik, o dayanışma, o saygı, o özen, o taşıyıcı olmayı öne çıkarma meselesi, ortak bir meseledir. Tamamıyla o konuşulan dilin kendisine gündelik şu günü yaşayan genç insan yetişkin insan buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. O dile ihtiyacımız var. Onun için sürekli dostluğu öne çıkarma anlamında bir işaret fişeği olması bakımından ‘bakın böyle bir şey’ var deyip onun bir nişan, bir tutamak noktası oluşturma çabasının altını çiziyorum. İnsani olanı merkeze almayı, dostluğu taşımayı, sahip çıkmayı, birlikte davranmayı ve başkasını düşünmeyi merkeze almakta bu iki metin öne çıkıyor.

Dolayısıyla benim çeviri vurgum yersiz oldu bu durumda. Birlikte yürümek ve insana temas etmenin doğru yolları… Bu iki metin üzerinden altını çizdiğiniz yer burası.

Evet dostluk, dayanışma, arkadaşlık, birbirini taşıma, gözetme, saygı duyma, özenli davranma ve birlikte birikme…

Girişte söylediğiniz modern zamanlar bunu yok ediyor, üretim biçimleri dolayısıyla mı yok ediyor yoksa insanoğlu da çeşitli tecrübeler sonrası buraya mı savruluyor?

Modern uygarlığın ciddi bir toplumsal, siyasi ve ekonomik çözüm içerdiği muhakkak. Ama 19. yüzyıldan Marx’tan itibaren, insani olanın yitimi ağır bir biçimde, modernliğin gündeminde. Doğululara, muhafazakarlara has bir şey değil, Batı içi geleneğin kendisinin de insani olanın yitimi konusunda feryat figan etmesi söz konusu. İnsani olanın yitimiyle ilgili edebiyat üzerinden bir şekilde bağ kurulması gerektiğini düşünüyorum. Modern hayat yarattığı gündelik pratiklerle üretimden, gündelik hayatın örgütlenmesine kadar bireyin kendisini üretmek için yaşamak zorunda kaldığı pratikler sürekli olarak insani olanı baskılıyor. Marx, 1848’de sakin ve coşkulu, sistematik bir bir dille Komünist Partisi Manifestosu’nda bunu söylüyor. Rahibi bile ücretli hale getirdi, aileyi tüm manevi duygusal bağlarından sıyırarak basit bir çıkar birlikteliği haline getirdi, diyor. Bu anlamda insani olanın ötelenmesi anlamında modernliğin böyle yıkıcı bir tarafı da var. İşgal edici bir tarafı, maruz bırakıcı bir tarafı var. Modern insan Black Mirror karakteri gibi sürekli pedal çeviriyor.

Üçüncü metnimiz Doğan Cüceloğlu’nun, Var Mısın? söyleşisi…

Deniz Bayramoğlu’nun Doğan Bey’le yaptığı bir söyleşi kitabı bu. Mimarisi iyi kurulmuş, iyi çalışılmış güzel bir metin. Toplamda Doğan Cüceloğlu’nun hayatı boyunca odaklandığı meseleleri başlıklar halinde kategorize edip onunla temas kurmayı sağlaması anlamında çok işlevsel. Aynı zamanda bir derinlik de içeriyor çünkü Doğan Bey’in tüm hayatından süzülüp gelen bir öykü var kitapta. Doğan Bey, bu toplumdan çıkmış iyi yetişmiş, ülkenin insanıyla toplumuyla meseleleriyle sürekli ilgili olmuş, insan yetiştirme gayretinde, bütün hikâyeyi kendi insanıyla paylaşma çabasında olmuş bir entelektüel. İki bakımdan önemli, hem genç insana gündelik hayatın dağdağası içerisinde ihtiyaç duyduğu sorunlarda, karşılaştığı problemlerde ve içine düştüğü kaygılı durumlarda ne yapması gerektiğine ve önüne nasıl hedefler koyması gerektiğine dair bir hedeften söz ediyor hem de baş etme stratejilerine dair ciddi bir çerçeve sunuyor. Herkes için el kitabı olması gereken bir metin bu. Sadece genç insanlar için de değil üstelik, ebeveynler için de böyle. Ciddi bir kılavuz metni bu. Büyük bir hayat tecrübesinin içinden konuşan ve bunu yaparken sağlıklı ve yakınlaştırıcı bir dil kullandığı için, öyle bir metin onun için önemsiyorum.

Hocam dördüncü metnimiz Oğuz Atay’ın ‘Bir Bilim Adamının Romanı-Mustafa İnan’ adlı eseri…

Oğuz Atay hem Türk düşüncesinde ve Türk edebiyatında çok okunan, aynı zamanda ne kadar içine girildiği, nüfuz edildiği bana göre biraz tartışmalı olan isimlerden biri. Hem erken dönem eserleri hem de ikinci dönem metinleri ile Türkiye’nin meseleleriyle ilişki kurma denemesinde bulunan, sorular soran, bunu tartışan ve kafasında bu sorularla yaşayan bir entelektüelimiz, bir yazarımız, bir düşünce insanımız ve bir üniversite hocamız. Bu kitap, 1911’de Adana’da doğmuş, büyümüş bir ailenin çocuğu olan Mustafa İnan’ı ele alıyor. O dönemin bütün sıkıntılarını yaşamış, iki dünya savaşını görmüş bir isimin hayat öyküsüne odaklanıyor. O şartlar içinde eğitim alabilmiş, devlet tarafından yurt dışına gönderilmiş, yurt dışında kalmayı tercih etmemiş, ülkeye dönmüş, kendi alanında mekanik ve mukavemet alanında çok ciddi biçimde insan yetiştirmeyi merkeze almış, o günkü ülke şartları içinde olağanüstü verimli olmuş, öğrencilerle ilişkisi de asistanlarla ilişkisi de örnek almamız gereken çok kıymetli bir sima. Rahmetle yad edelim.

Böyle aile projeleri var değil mi Oğuz Atay’ın? 

Evet, mesela Uşaklıgil ailesini yazmak istiyor. ‘Türkiye’nin Ruhu’nu yazmak istiyorum’ dediği bu tür çabalar işte… Oğuz Atay’ın Mustafa İnan metni, Atay’ın bu anlamdaki arayışlarını çok sıcak bir biçimde ortaya çıktığı, deli gibi bu konuya, Türkiye’nin Ruhunu yakalama çabasına odaklanmak istediği bir dönemin ilk metnidir. Diğerlerini yazamamıştır, bu ilk sayılır. Mustafa İnan, öğrencileriyle ilişkisi, insanlarla ilişkisi, ülkeyle ve ülke gerçekleriyle ilişkisi çok sağlıklı bir isimdir. Hayatı ve yaşamayı seven bir isimdir. Sıcakkanlıdır. Ve piyasa ilişkilerinden uzaktır. Kendi meslektaşları, piyasayla başka düzeyde ilişki kurarken benzer bir ilişki kurmayı seçmeyen, bunu kendisine yakıştıramayan, bütün o sıkıntılı şartlarda hayatını sürdürmeye çalışan çok kıymetli bir bilim insanımız. Siyasetle ilişki konusunda olağanüstü mesafeli, ülkenin meseleleriyle yoğun bir biçimde ilgilidir.  Dolayısıyla okur, bir bilim insanı olarak Mustafa İnan’ı okuduğunda, Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin bir kurumsal yapı içerisinde aktörlerin konumunu, siyasetle ilişkileri, insan yetiştirme çabalarımızın karşılaştığı sorunları görmüş olacak. Benim son derece beslendiğim bir metindir bu eser. Bizim bölümde, İstanbul Sosyoloji ( @iuefsosyoloji )’de dönem dönem lisansa yeni başlayan arkadaşlarımıza hediye ettiğimiz kitaplar arasındadır Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı kitabı…

Beşinci kitap, listenize iki kitapla giren tek isme ait. Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi. Önce bunu sorayım neden Bir Mülkiyet Kalesi? Ama Kemal Tahir, neden iki metinle yer alıyor önce onu sorayım?

Etrafında olan biten tüm ilişkiler üzerinde düşünmüş, bütün gündelik hayatı, ilişki biçimlerini karakterleştirmiş, toplumun kendisini dahi karakterleştirmiş ve roman karakterine dönüştürmüş bir kalem Kemal Tahir. Buna rağmen kendi hayat öyküsüyle ilgili elimizde çok fazla kayıt yok. Ama Bir Mülkiyet Kalesi ölümünden sonra yayınlanan tüm metinler içerisinde, en ham olmaktan uzak, en tam metindir. Yani işlenmiş ve nihai biçimini almıştır. Diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kemal Tahir, çok titiz çalışan bir yazarımız. Kendisine, yaptığı işe, okura, ülkeye ve topluma saygısı çok yüksektir. Yazdığı her cümlenin hesabını vererek yazan birisi. Bunu en iyi Sağır Dere’nin ikinci baskısını hazırlarken yaptığı tashihleri üzerinde görürüz. Bu metin, aile hikayesi etrafında Abdülhamit’in son döneminden başlayarak Millî Mücadele’den tek parti dönemine kadar uzanan bir ailenin öyküsü ve erken çocukluk dönemi de kendisinin dahil olduğu bir hikâye. Otobiyografik bakımdan Kemal Tahir’le ilişki kurmak bakımından önemli. İkinci olarak Türkiye’nin yakın tarih macerasını, Abdülhamit döneminden beri dağdağalı bir dönemden geçtiğimizi ülke olarak ele alması bakımından da önemli. Bana göre Yorgun Savaşçı’yı önceleyen bir metindir. Birinci dünya harbi şartları, cephe öyküleri bakımından bana göre dönüp dönüp okunması gereken bir eserdir Bir Mülkiyet Kalesi.  Yakın dönem Türkiye hikayesi bakımından da, Türk edebiyatının bu mümtaz ismi ile tanışma bakımından da çok önemli otobiyografik bir eserdir.

Bozgun hikayesi mesela?

Bozgun’un daha geniş bir versiyonu yayınlanmıştır, o da tam bir öykü olarak değerlendirilebilir. Ayrıca da okunabilir. Bu anlamda hem Kemal Tahir’in biyografisine ilişkin bizzat yazarın inşa  karakter üzerinden, kendini inşa etmesini izleme fırsatı vermesi bakımından önemli. Ayrıca Türkiye’nin yakın tarihini, sıkıntılı hikayemizde gerçek bir resim vermesi bakımından da önemli. Genç ya da yetişkin okur bence Kemal Tahir’e başlayacaksa en iyi metin Bir Mülkiyet Kalesi’dir.

Birisi buna cesaret etse de Bozgun’u film yapsa…

Türkiye, hikayesi zengin bir ülke. Gerilimleri ve çatışmasıyla, yükseliş ve düşüşleriyle, çok zengin bir o kadar da dinamik bir tarihe sahip ülke. Hikayemiz zengin. Bozgun çarpıcı olmanın, gerçekçi olmanın ötesinde olağanüstü bir öyküdür.

Kemal Tahir’de öncelikli ‘şu senaryolaşmalı, bu film olmalı’ dediğiniz ne var…

Sağlığında tecrübe edilmiş, epey senaryolaştırma çalışmaları var malum. Çok deneniyor, en son da Kemal Tahir bir yakınına “olmuyor” der. Yani ‘bazı metinler senaryoya gelmiyor’ der. Devlet Ana için söyler bunu. Kurt Kanunu ve Yol Ayrımı yapıldı… Göl İnsanları hikayesi Arabacı hikayesi hepsi tek başına sinemalık öykülerdir. Rahmet Yolları Kesti, taşradaki çıkar ilişkilerinin, kurumların, bir kurum olarak dedeliğin çözünmesini, eşkıyalığın da nasıl bir çıkmaz olduğunu anlatır. Orada genellikle eşkıyalık yüceltmesine karşı okunur bu metin fakat salt bu değildir. Sadece buradan okunması metni sınırlar. Kasaba ilişkileri içerisinde, çıkar ilişkilerinin nasıl döndüğüne ilişkin çok net bir resim verir bize. Rahmet Yolları Kesti’nin salt eşkıyalık üzerinden okunması o metne haksızlık. Çok hızlı akan da bir metindir, o anlamda sinemaya aktarılabilir.

Listenizdeki altıncı kitap, Tarık Buğra’nın büyük metni Küçük Ağa…

Millî mücadele edebiyatında Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı çok net bir biçimde başyapıttır. Bana göre birinci sıradadır. Tarık Buğra, tüm enerjisini, sanki iliklerine kadar Küçük Ağa’ya vermiştir. Destansı bir hikâye kurmak istemiştir. Millî mücadelenin, toplumun tüm katmanlarının dahil olduğu bir hikâye olduğunu merkeze alan bir anlatıdır. Salt bir kadro hareketi olarak görmez. Sadece ordu kadroları ya da İttihad ve Terakki’den arta kalan devlet kadroları öncülüğünde gerçekleşen bir hikâye değildir milli mücadele. Hemen herkesin, okumuşuyla-aydınıyla, entelektüeliyle-gelenekçisiyle, efesiyle-mor feslisiyle en küçük insan kırıntısına kadar hemen herkesin dahil olduğu bir hikâye olması son derece kritiktir. Millî mücadele de budur zaten. Sadece bir ekibin ve bir kadronun işi değildir. Şüphesiz kadro tecrübesi, devlet tecrübesi önemlidir, öncülükleri vardır ama salt bunlar üzerinden okumaya itirazı içerir Küçük Ağa. Ayrıca imparatorluğun yıkılışı ve bunun yarattığı boşluk sonrasında çeşitli kışkırtmalar karşısında, azınlık konusu ve dışarıdan kaynaklı diğer ilişki biçimlerinin yarattığı gerilimi de çok nesnel bir biçimde ortaya koyar. Orada bizzat tanıklık unsurları içerisinde yaşanan gerilimi de imparatorluğun çöküşü karşısında nasıl bir tutum belirlenmesi konusunda da radikal ayrılıkçı bir çizgiye evirilen unsurları tam aksine ‘biz bu insanlarla hep birlikteyiz’ deyip imparatorluk refleksi veren bir yazar olarak anlatır, dolayısıyla çok zengindir. Millî mücadele yapıldığı için biz devlet olduk tekrar. Bu açıdan dönüp dönüp Türk edebiyatında milli mücadele dönemine ilişkin yazılmış bütün metinlerle ilişki kurmak durumundayız. Küçük Ağa da bunun doruk metnidir, baş eserdir.

Geniş kapsamlı ve gerçek fotoğraf sunuyor yani…

Çok nesneldir, evet. Millî mücadele sonrasında yeni şekillenecek siyasetin alacağı yönelimlerle de mesela bir hesaplaşma diline düşmez Tarık Buğra. Çok bütün bir bakışla çelişkileri ve gerilimleri verir ve bir yargı belirtmez. Hikâye bu yönde akmakta, okurun yargı geliştirmesini bekler. Tezli roman, tezsiz roman meselesine düşmez. Gerçekten bir sanatçı duyarlığıyla okura bırakır. Hem çok kritik eleştirel bir metindir hem de çok nesnel bir metindir.

Yedinci kitap, Mithat Cemal’in Akif üzerine yazılmış efsane metinlerden biri kabul edilen Mehmet Akif’i. Hacmi itibariyle de üstelik Mithat Cemal’in bir Namık Kemal’i değil…

Öncelikle Mehmet Akif’le ilgili oluşmuş literatüre baktığımızda Hasan Basri Çantay’ın Akifname’si, Mehmet Emin Erişirgil’in İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif metni. Bunlar istisna tutulduğunda Akif’le ilgili yazılmış metinler Akif’in karakterini Mithat Cemal Kuntay’ın deyişiyle seciyesini, ahlakını, gündelik olaylar, siyasi olaylar ve toplumsal olaylar karşısında konumunu ve gösterdiği insani refleksi vermekten uzak, kapalı metinlerdir. Soğuk, bilgi yüklü metinler. O insan sıcaklığını vermekte, üzülerek belirteyim, sıkıntılı metinler. Akif’le ilgili çalışan çok kıymetli isimlerimiz var, Ertuğrul Düzdağ var başta mesela. Çok kıymetli çalışmalara imza attılar ama Akif’in uzun yıllar yanında olmuş, ayrılmaz ikili gibi aralarından su sızmaz bir biçimde dostluk ettiği isimdir Mithat Cemal Kuntay. O dostlukların onda bıraktıkları üzerinden, insan olarak Akif’in portresini biz Mithat Cemal’de görürüz. Bu tarafıyla önemli. Akif’le ilgili tüm değerlendirmelere baktığınızda bu ahlaki yönü, insani yönü, ahlaksızlığa, haksızlığa tahammül edememesi, ümmetin hikayesiyle devletin hikayesiyle nasıl sürekli bir hemhal oluşu, nasıl sürekli bir dertlenme içerisinde olduğu bu kitaplar üzerinden çok okunamaz.

Onun için bana sorarsanız Mehmet Akif’le ilgili iki kitap vardır, öncelikli olarak. Mithat Cemal Kuntay ve Mehmet Emin Erişirgil’in eseerleri. Hasan Basri Çantay’la dostlukları var epey, bir hikâye de, tanıklık da var orada özellikle Ankara dönemine dair… Eşref Edip Bey’in çalışması, mücadele arkadaşlığı ona ilişkin kayıtları vermesi bakımından önemli. Ama sıcak bir biçimde insan olarak Mehmet Akif’i verme konusunda Mithat Cemal Kuntay’ı dönüp dönüp okuyorum.

Listenin sıralaması tesadüf değil elbette ama Bir Mülkiyet Kalesi, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı ve Akif. Ne anlamalıyız?

Ülke olarak olağanüstü şartlardan, tecrübelerden geçerek biz bu günümüze geldik. Bu koşullar içerisinde bir örneklik manasında, hem ülke meseleleriyle doğru ilişki kurma, dertlenme hem de gündelik hayattaki insani sorunlar karşısında sergilediği ahlaki tavır anlamında Akif gerçek bir şahsiyettir. En radikal muarızları bile Akif’i insan olarak değerlendirme konusunda başlarını eğerler. Kimsenin olumsuz bir sözü yoktur. Yani şimdi… Bir ihbar gelir İttihat ve Terakki kadrolarına. İşte, şöyle bir fesat cemiyeti oluşturulmakta, Akif de bu fesat cemiyetiyle ilişkili, işin içinde diye. Şikâyet üzerine Kara Kemal önce şikâyeti ciddiyeti alıp odaklanmak ister sonra Akif’in ismini görünce “Akif’in olduğu yerde fesat olmaz” der. Herkesin emin olduğu bir insandır yani. Dostluklarıyla, mücadelesiyle, seciyesiyle, ahlakıyla güzel insandır. Onu da, dostlarını da, Babanzade Ahmet Naim’i, Süleyman Nazif’i, Mithat Cemal Kuntay’ı burada rahmetle yad edelim.

Son gerçek insanlardan biri Akif… Sekizinci kitaba geçelim, yine bir çeviri metin, David Arnold’un Coğrafi Keşifler Tarihi. Bu akışta da yeri biraz tuhaf oldu gibi.

İstisna, evet. Şu ana kadar üç kategoride metinler oldu bu listede. Kendimizi üretme noktasında neye yaslanacağız, neyi tutamak alacağız diye sorarak dostluk üzerine metinleri öne çıkardık. Doğan Cüceloğlu Hocanın söyleşi kitabı daha çok gündelik ilişkiler içinde karşılaşılan zorluklarla baş etme anlamında bir kılavuzluk, tutamaklar sunuyor. Bundan sonrası kendi hikayemizle ilişki kurma anlamında Kemal Tahir, Tarık Buğra. Ve Akif..

Şimdi içinde yaşadığımız dünya, modern uygarlık. Geldiğimiz yerde, modernlik-modernleşme dediğimiz üç beş asırlık devasa bir hikâye var. Tam da bu anlamda David Arnold’un Coğrafi Keşifler kitabı çok ince, çok kritik ve önemli bir metin olarak karşımızda duruyor. Ben, modern dünyanın şekillenmesi konusunda Batı literatürünün, coğrafi keşifler ya da denizaşırı yayılma olarak adlandırdığı, benim sömürgecilik olarak gördüğüm hikâyeyi, Batı modernleşmesinin temeline yerleştirmekten yanayım. David Arnold’un kitabı başlangıçta sömürgeci yayılmanın nasıl bir yönelim gösterdiğini, hangi istikametlere aktığını ve bunun sonuçlarının nasıl Avrupa coğrafyasını etkilediğine ilişkin bize çok az bir sayfada çok net bir resim veriyor. İlla bu konuda ikinci bir kitap öner derseniz, bir İtalyan komünisti var Raimondo Luraghi’nin E Yayınlarından çıkan Sömürgecilik Tarihi. O yayınevini kuranları Cengiz Turan ve Aydın Emeç’i rahmetle anmak isterim. David Arnold’un kitabı çok ince, az bir sayfada çok işlevsel bir eser. Yormayan çok hızlı ilişki kurulan ve bütün resmi size çok az zamanda veren bir metin.

Dolayısıyla listede hemen arkasından gelen Yıldızın Parladığı Anlar’da da batıdaki serüvenin aşamalarına işaret etmesi açısından bizi ilgilendiren bir şey var…

Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, İstanbul’un fethini de konu edinir orada, Amerika kıtasının İspanyol kaşif korsanlarını da. Zweig, Büyük okyanusun keşfi, İspanyol korsanların Amerika kıtasında yapıp ettiklerinden baharat ticaretine kadar Yeniçağ başlangıcında gerçekleşen bir dizi tarihi ve siyasi hadiseleri çok ayrıntılı bir biçimde edebi bir dille verir. Bu metin sadece tarihsel olarak modern uygarlığa temelinde yer alan bu tarihi siyasi olguları ele almakla sınırlı değildir. 20. Yüzyılı belirleyen bir çok hadiseye de yer verir. I. Dünya Savaşı şartlarında gerçekleşen, artık çok duyulmak istenmeyen bir hikâyeye, Almanya’dan Lenin’in zırhlı özel bir trenle Rusya’ya gitmesi hadisesine işaret eder. Kitabın son yazılarından biridir. Dolayısıyla devrim de kendiliğinden olmuyor. Sıkıntı var, gerilim var. İlişki kuran aktörler var. Almanya burada yatırım yapan bir aktör. Çok net. Zweig bunu üç beş sayfalık yazı içerisinde anlatır. Sadece sömürgecilik hikayesine ilişkin değil, sadece İstanbul’un fethine ilişkin değil, bugünkü dünyanın şekillenmesi açısından da önemli bir metindir Yıldızın Parladığı Anlar.

Dolayısıyla listedeki sekiz ve dokuzuncu kitapları da dünyanın fotoğrafını göstermek üzere listeye koydunuz.

‘Modern uygarlığın kaynakları’ ve ‘tarihsel gerçeklere ilişkin ne önemlidir’ sorularını merkeze alma çabasında bir öneri diyelim.

Geldik onuncu kitaba Hocam. Listeyi, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı ile kapatıyorsunuz. Kemal Tahir’i ilk gördüğümüz yerde sorduğum soruyu yeniden hatırlatayım, listenizde iki kitapla yer alan tek isim Kemal Tahir. Ne var Kemal Tahir’de? Ve Devlet Ana’da?

Kemal Tahir, 1910 doğumlu. İmparatorluğun kaybını yaşıyor, Birinci Dünya Harbi’nin olumsuz şartlarını yaşıyor, Millî Mücadele’yi yaşıyor, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşıyor, kıtlığı ve yoksulluğu yaşıyor, Taşrada ve şehirde yaşıyor. Bütün bu hikâyeye birebir tanıklık etmiş birisi. Bu dönem bizim hikayemizde çok sıkıntılı olduğumuz bir dönem. Yani iktisadi bakımdan, siyasi bakımdan çok sıkıntılar yaşadığımız bir dönem. Kemal Tahir, yola çıkarken ‘ben bu dönemi anlatacağım, bu dönemin açmazlarını anlatacağım’ diye yola çıkmış değil. Yaşadığı, gördüğü o günkü Türkiye’nin resmini verme, o resmi hikayeleştirme ve romanlaştırma derdinde. Dramla insanın ve devletin hikayesini, çelişkilerini ve açmazlarını gösterme niyetinde. Bu anlamda Kemal Tahir, büyük çözülüşün öyküsünü verir metinlerinde. Devlet Ana istisnadır ama. Tüm Kemal Tahir külliyatı içerisinde olağanüstü bir istisnadır. Bu istisnalık, bütün bu sıkıntıyı, bu çözülmeyi, bu daralmayı ve bu yenilgiyi ufkunu tarihe çevirerek anlama çabasında. Ve tarihe bakması, muhafazakâr bir biçimde değildir, bir yüceltme alanı olarak almaz tarihi. Bugünkü sorunlarımızı anlamaya ışık tutma, çıkış nerede sorusuna cevap arayışı olarak alır. Dikkatini ve ufkunu buraya, bizim tarihi tecrübemize çevirir. Devlet Ana, bu anlamda tüm Kemal Tahir metinleri arasında çıkış /çözüm arayışı itibariyle bir istisnadır. Çıkış arayışına ilişkin bir metinleşme, eserleşme, bir roman inşa etme, bir karakter inşa etme teşebbüsüdür. Onu istisnai kılan da budur.

Nasıl yapıldığına dair bir arayış.

Bu işlerden nasıl çıkacağız, nasıl yeni bir hikâye kuracağız deyip tarihsel tecrübeye dönüp oradan bir şeyleri arama, sorgulama, değerlendirme… Asla ve asla kutsallaştırmaz. Tarih kutsallaştırdığınız ölçüde sizi ketler çünkü.

Peki tarihte geri gidiyor, bugün yaşadıklarımıza nasıl cevap bulabiliriz’i yoklarken. 1300’lü yılların başında duruyor. Neden daha fazla geriye gitmiyor?

Birkaç ay. Birkaç aylık bir hikayedir Devlet Ana’da anlatılan. Birkaç aylık Osmanlının kuruluş sürecidir, Osman Bey etrafında döner. Orhan Bey etrafında döner, kuruluş tecrübesine kendisine odaklanır.

Neden onu seçti onu anlamaya çalışıyorum. Daha da geriye gidebilirdi, o kadar geriye gitmeyebilirdi…

Şimdi bu coğrafyada varlık haline gelmemiz Osmanlı İmparatorluğu ile başlıyor aslında. Yani Selçuklu tecrübesi daha geride, önceki coğrafyada var açıkçası… İran’dan Anadolu’ya uzanan bir coğrafya üzerinde. Bugünkü tarihsel İran coğrafyası, Selçuklunun esas coğrafyası orası. Osmanlı tecrübesi, üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada, bizim nasıl bir siyasi, toplumsal ve ekonomik düzen kurduğumuza ilişkin bir odaklanma. Tamamen bu yönde bir arayış. ‘Budur demez’ zaten Kemal Tahir. Bir üzerine düşünme, bunu hikayeleştirme. Ve romanın sonu birçok bakımdan çarpıcıdır. Kitabı Siyasetname’den alıntılarla bitirir Kemal Tahir. Kelile Dimne, Felekname, Kabusname ve Siyasetname. Dört tane klasik metinden alıntılarla bitirir. Basit sıradan bir Doğuculuk değildir Kemal Tahir’in yaptığı. Başka bir hikâye var burada, deyip dikkatini bu tarafa çevirir.  Dolayısıyla bu dikkat bizatihi kıymetli. Bir çıkışa işaret etmesi, bir ufka işaret etmesi bakımından önemli. Millî Mücadele edebiyatında Tarık Buğra, Küçük Ağa benim için birinci sıradadır, Osmanlı’nın kuruluşuna odaklanan metinlerin içerisinde de Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı birinci sıradadır. Bir başyapıt. Bir şaheser.

PROF. DR. İSMAİL ÇOŞKUN’UN OKUMA LİSTESİ

  1. Dostluk Üzerine, F. Gemuhluoglu 
  2. Cicero, Dostluk Üzerine (Çev. Çiğdem Dürüşken)
  3. Doğan Cüceloğlu, Var mısın? -Güçlü Bir Yaşam İçin Öneriler, Deniz Bayramoğlu söyleşi- 
  4. Bir Bilim Adamın Romanı -Mustafa İnan- Oğuz Atay
  5. Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir
  6. Tarık Buğra, Küçük Ağa 
  7. Mehmet Akif, Mithat Cemal
  8. Coğrafi Keşifler Tarihi, David Arnold
  9. Yıldızın Parladığı Anlar, Zweig
  10. Devlet Ana, Kemal Tahir 
Posted in Genel