Oğuz Haşlakoğlu: “Kant, Estetik Tecrübeye Özerklik Üzerinden Bir Özgürlük Atfetmiştir”

Kant, bilgi bağlamını tamamen reddederek kendi estetiğini sonraki bütün yüzyıllara ve şu andaki bizim estetik dediğimiz kavrama kadar çerçevelendiriyor. Düşünün ki perdeyi güzel bulmaktan tutun da herhangi bir durumdan hoşlanmaya kadar. Kant, üst sanat-alt sanat ayrımlarının yapılmasını bile sağlayacak şekilde oluşturan inanılmaz bir çerçeve koymuş.

SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR

GİRİŞ: Doç. Dr. Oğuz Haşlakoğlu ile Platon’dan Aydınlanma’ya “sanat ve estetik” kavramları üzerine konuştuk. Haşlakoğlu; sanatı, Platon düşüncesinde techne ve episteme kavramları üzerinden Kant’ın yeniden nasıl ele aldığını ve Kant düşüncesinde “estetik özerklik ve sanat-episteme” ilişkisini Cins için değerlendirdi.

Sanat ve estetik anlayışını en sade şekliyle nasıl tanımlayabiliriz? 

Sanat ve estetik kelimelerinden bugün anladığımız ile birkaç yüzyıl öncesinde anlaşılan oldukça farklı. Sanatın zihnimizdeki çağrışımı tamamen modernite ile birdir. Modernite bütün tartışmaların içerisinde öyle veya böyle temel belirleyici olarak konumlanıyor. O yüzden de bütün bu kavramları doğrudan doğruya moderniteye bağlı olarak anlıyor ve ifade ediyoruz. Şunu söyleyeyim, dünyanın hangi coğrafyasında hangi dilde düşünürseniz düşünün, dünyanın neresinde olursanız olun, ister karşısında olun ister içinde olun, isterseniz modernizm tartışmalarında post-modern tarafta bulunun, isterseniz başka bir yerde oryantalizm oksidantalizm içerisinden konuşun. Yani ne yaparsanız yapanız meseleleri modernitenin içerisinden konuşmak zorundasınızdır.

SANAT VE ESTETİK KAVRAMLARINI MODERNİTE SÖYLEMİNİN İÇERİSİNDE KABUL ETMEMİZ GEREKİYOR

Modernite sonuçta tüm kavramlar dünyasının yeniden kurulduğu bir alan. Eleştirsek de her zaman modernitenin kalıpları içerisinde kalmak zorundayız, tam olarak bunu mu anlamalıyız?

Tabii, isterseniz modernite ve Aydınlanma’ya karşı birtakım eleştiriler geliştirmiş olun ki bunun en şiddetlileri Batı’da geliştirilmiştir. Mesela modernizm tartışmalarından önce Adorno ve Horkheimmer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği son derece ağır bir Aydınlanma eleştirisidir. Doğrudan Aydınlanma’nın kendisini bir mite dönüştüğü şeklinde yöneltilen bir eleştiridir. Dolayısıyla, öncelikle konuştuğumuz kavramların bu tarihsel bağlamını anlamamız lazım. Şimdi bu sebeple sanat ve estetik dediğimiz kavramları da bu modernite söyleminin içerisinde kabul etmemiz gerekiyor. Modernite eleştirileri şu anda çok ciddi boyutlarda, bütün o modernite eleştirileri şimdi mimarlara, örneğin Corbusier’e kadar gelmiş görünüyor.

Bu zaman içerisinde yapılan tenkitleri şöyle düşünelim mesela bir dönem her yerde canınızın istediği gibi sigara içebiliyordunuz. Sonra insanlar aile fertlerimi korumak için en azından “evde içmemeliyim” demeye başlıyorlar. Sonra zamanla bir de bakıyorsunuz ki aslında evde sigara içmek aslında yapılabilecek bir şey değilmiş. Bugün eskiden sigaranın her yerde içilebiliyor oluşuna, hepimiz şaşırıyoruz. Fakat eskiden her yerde içiliyordu; uçakta, otobüste çocukların yanında, her yerde. Aynı bu sigara örneğinde olduğu gibi kült figürler o karizmatik etkilerini yitirdikleri an, bir anda olay tersine dönüyor. Bunu biraz da popüleritenin, popülizmin bir etkisi gibi de görebiliriz. Hani şöhretlerin uğradığı hikâyedir, çok sevilirler ve çok nefret edilirler. Sevgi-nefret içerisinde giden bağlamlar çok güvenilir değildir çünkü. Modernite ve ona yönelen eleştiriler de bu bağlamda incelenebilir.

Peki sanat ve estetiği tanımlamamız gerektiğinde?..

Sanat ve estetiği tanımlamamız gerektiğinde karşımıza yine modernitenin içerisinde ama modernitenin kavramlarını sorgulayan yaklaşımlar da çıkar.  Bir tür arkeolojik kazı gibi. Bunun en iyi formu Martin Heidegger’in düşüncelerinde görülür. Heidegger, sanat kavramını techne esasında özellikle Aristoteles’le olan yakın ilişkisi sebebiyle önümüze koymuştur. Bir düşünce manzarası, tarihsel, toplumsal, kültürel tüm etkileriyle birlikte bir fikriyat manzarası sunar bize. O açıdan bakıldığında sanat kavramı da öyle ya da böyle kadim Grek kültüründe “techne” kavramı ile karşılandığını görüyoruz. Ancak meselenin ilginç esası odur ki; techne, kadim Greklerde hiçbir şekilde bugün sanattan anlaşıldığı gibi bir beceri ve yetenek meselesinden ibaret değildi.

ESTETİK KAVRAMI BAUMGARTEN’LE BİRLİKTE DUYULARA HAS İKİNCİL BİR BİLGİ TÜRÜ OLARAK ÖNERİLİYOR

Techne, bilgi ile teması olan bir kavram. Budan Kant’ın estetik özerklik kavramına da gelebiliriz aslında. Kant bilgiden azade bir “özgürlük” ile tanımlıyor estetik kuramını.

Techne esasen bilgi içeren bir şeydi. Bunu şimdi de biliyoruz bir sanatçı nasıl yapacağının bilgisi olmadan resim ve heykel yapabilir mi, yapamaz. Bu işin tekniği var, malzemesi var, metodu var vs. gibi. Çünkü aslında bu episteme bağlamının techne ile olan ilişkisi, bizim şimdi anladığımız techneye indirgenebilir gibi değil. Ama Heidegger bunu fark ediyor işte. Teknolojideki techneyi fark etmesi, ordan teknoloji eleştirilerine gelmesi bunun en iyi örneğidir. Mesele tam da bilginin estetikle ve sanatla ilgisinin olup olmadığı aslında. Sahnenin nasıl açıldığına baktığımızda, bu iki kavramın başlangıçta nasıl ortaya konduğunu görüyoruz. Estetik kavramı Baumgarten’le birlikte duyulara has ikincil bir bilgi türü olarak öneriliyor ve sanatla ilgili kısımlar da bunun bir parçası olarak kabul ediliyor. Fakat Kant, bilgi bağlamını tamamen reddederek kendi estetiğini sonraki bütün yüzyıllar ve şu andaki bizim estetik dediğimiz kavrama kadar çerçevelendiriyor. Düşünün ki perdeyi güzel bulmaktan tutun da herhangi bir durumdan hoşlanmaya kadar. Kant, üst sanat-alt sanat ayrımlarının yapılmasını bile sağlayacak şekilde oluşturan inanılmaz bir çerçeve koymuş.

ESTETİK VE SANAT KAVRAMLARI CİDDİ BİR ŞEKİLDE İLK DEFA PLATON TARAFINDAN ELE ALINDI

Platon’un technesi ile Kant’ın kurduğu estetik çerçevenin farklı yönlerini biraz açabilir misiniz?

Estetik ve sanat kavramlarının düşünce tarihinde ilk defa, özellikle Platon tarafından ciddi bir biçimde ele alındığını görüyoruz. Platon bunu bize diyaloglarında net bir şekilde gösteriyor. Platon’un ne söylediğini dikkate alacak olursak filozofyanın kendisinin bir techne oluşunu görürüz ve techne olması bakımından da aslında doğrudan tabii ki episteme olduğunu. Çünkü Platon aynı zamanda kültür aidiyetini mitoloji üzerinden kurulmasını da ciddi bir biçimde eleştiriyor. Ama kendisi ilginç bir biçimde Kalos’la Eros ve dolayısıyla da arzu, sevgi ve güzellik arasındaki ilişkiyi alıp çok ilginç bir biçimde filozofya hâline getiriyor. Platon’un sanatçılara tavırlı ifadelerinin pragmatik bir kültüre ait olan Amerikalılar tarafından anlaşılması pek mümkün değil. Ampirist bir kültür olan Anglosaksonlar tarafından da anlaşılması mümkün değil. Dahası, bu ampirik ve pragmatist kültürlerin doğrudan doğruya Platon’un sanatla olan ilişkisini anlamaları mümkün değil. Niçin? Bu bir zekâ sorunu değil. Buradaki sorun zihnin bir tür koşullanması sonucu aslında çok açık bir biçimde metinlerde söylenenleri dinlemiyorlar. Yani görmüyorlar. Sana açık bir şey söylenir  cevap olarak şudur veya budur dersin, kafanı sallarsın vesaire… Sonra karşındaki kişinin seni hiçbir şekilde duymadığını anlarsın. Burada tam olarak böyle bir görememe/anlayamama durumu var.

BİLGİ BAĞLAMINDA PRAGMATİZM VE AMPİRİSİZM HİÇBİR ŞEKİLDE YETERLİ DEĞİLLER

Donanım eksikliği değil de donanım farklılığı mı diyelim buna?

Diyebiliriz elbette ancak ben şimdi bu donanıma biraz daha ilginç ve meselenin içinden bir kavram getireyim isterseniz. Thomas Khun’un paradigması. Khun paradigmayla ilgili şunu diyor, bilimsel bilgi birikimle olmuyor, paradigmalar arası bir sıçrama yaşanıyor ve bu sıçrama krizle mümkün. Bu kriz sıçramalarıyla devrimsel bir nitelikte tümüyle bambaşka bir evrene geçiyoruz. Dolayısıyla da  geçtiğimiz evren, önceki evrenle alakasız. Bunun anlaşılması pek çok açıdan çok önemli. Dolayısıyla da bu paradigmaların karşılaştırılamayacağı gibi bir durum burada da söz konusu. Yani amprisizmin İngiliz düşüncesini bu şekilde belirlemiş olması onların bir tür bu mind set’te asılı kalmalarına sebep oluyor. Dolayısıyla da o paradigmanın içerisinden baktıkları için sadece o paradigmanın kendilerine söylediklerini görüyorlar. Dolayısıyla da o paradigma bir tür tercüme filtresi görevi görüyor. Platon’a  ve hatta kime bakarlarsa baksınlar bildiklerini okuyorlar. Tamamıyla herhangi bir meseleyi o ampirisist paradigmaya adapte edilmek durumunda kalıyorlar. Bu şunun ifadesi; aslında bilgi dediğimiz husus kesinlikle kültürel ve ideolojik bir meseledir. O yüzden de şunun doğru bunun yanlış olduğunu söylemek de garip bir hâl alıyor. Bana kalırsa pragmatizm ve ampirisizm kendi içerisinde bilgi bağlamında hiçbir şekilde yeterli değiller. Ama bilgi bağlamında neyin yeterli olduğunu ben söylesem, benim söylediğim de onlar gibi bir paradigma olarak anlaşılır ve denir ki bu da senin evrenin. Ama şunun da hakkını verelim. Orada bir evren ve dünya var. Mesela bizde yok. Bizim ne olduğumuz belli değil.

Bu “biz”i biraz açmak ister misiniz?

Biz derken bu ülkenin insanlarını kastediyorum. Bu kültürü ve bu toplumu kastediyorum. Dolayısıyla bizim eğer ne olduğumuz belli olsaydı biz de çıkardık derdik ki “biz sizden iyiyiz”. Mesele şu: Modernitenin kendisi de bir paradigma, biz bu paradigmanın içerisindeyiz hâlâ. Ama bu paradigmanın sınırlarına da gelmiş durumdayız. Bu sınırlardan kastım 80’ler 90’larda tükenen modernizm değil. Post-modernizm gibi bir ifade duyduğumda karşımdaki insan için üzülüyorum hâlâ post-modernizm kavramlarıyla konuştuğu için. Çünkü her mevzunun da bir tükenişi vardır dönüp dolaşıp aynı yere gelinmez.

Dolayısıyla sanat ve estetik kavramlarını önümüze koyduğu anda bu sorunla karşılaşıyoruz. Yoksa bu kavramları ben alırım Kant’ın tarif ettiği gibi kullanırım, Hegel’in tarif ettiği gibi kullanırım, Platon’un Aristoteles’in tarifi gibi hakeza… Bu, işin en kolayı.  Yani bütün bunları yapabilirim ama sonuç öyle ya da böyle bunlardan bizim ne anladığımıza geliyor. Biz derken biraz daha mevzuyu daha kestirmeden söyleyeyim isterseniz; aynı dili konuşan insanlar. Yani biz kendi dilimiz içerisinde bir düşünce tesis etmeyi başarabildik mi? Bunu tesis edemeden olmuyor. “Serbest radikal”e dönüşüyorsunuz. Radikal olmasının sebebi o, nereye çarpacağımız belli değil.

SANAT VE ESTETİĞİ FELSEFİ BİR PROBLEM HÂLİNE GETİREN İLK İSİM PLATON’DUR.

Anladığım kadarıyla sizin tespitlerinize göre, bizdeki eksikliği oluşturan detay “normatif ifade eksikliği”, bu doğru mu? Dayanağımız ve standardımız yok, düşüncenin değerleri açısından.

Norm ya da normatif ifadeler, doğru. Bunu söyleyebiliriz. Çünkü norm/normatif aslında standartlarla ilgilidir. Normların olması demek referans noktalarının bulunması demek. Siz bir referansla konuşuyorsunuzdur o referansın orada bir standardı vardır. O söylemin arka planında standartları vardır. O standartları oluşturur norm dediğimiz şey. Dolayısıyla da normatif ilke öyle çalışır. Mesela episteminin de normatif bir alanı vardır. Epistemeyle ilgili felsefenin işi bitmiştir.

Şimdi toparlayıp sanat ve estetiğe gelirsek. Greklerde ne olmuş ne bitmişse bu insanlar meydana getirme faaliyetlerinin tümüne bu ismi vermişler. Sanat ve estetiği felsefi bir problem hâline getiren ilk isim Platon’dur. Ona göreepisteme dediğimiz şey ilhamla olmaz. “İlhamla ilgili sanatları biz başımızın tacı yaparız.” der. Yani “şair kutsal kanatlı birisidir.”  Tüm bu ifadeler Phaidros’ta geçiyor. Ona göre sanatçı ile filozof arasında çok özel bir ilişki vardır. Yani Platon aslında asıl sanatçıyı filozof olarak asıl sanatı da philosophy(felsefe) olarak görür.  Ardından kendi öğrencisi ve çırağı olan Aristoteles’le beraber hemen ilk elden, izi bırakılamayacak derecede ortadan silinen, iptal edilen şey tam olarak budur. Çünkü o, sanatçıyı filozof olarak sanatı da philosophy olarak değil herkesin yapabileceği bir muhakeme faaliyeti olarak ele alır ve  dönüştürür. Tabii buradan “Platon’da elitizm var, Aristoteles bunu halka açtı” anlamı çıkarılmasın. Felsefe, beşer olduğu müddetçe zaten söz konusu olması gereken bir şey. Bu Platon’da da böyledir Aristoteles’te de. Ama Platonda felsefe bir sanat olarak bir techne anlamındadır. Tabii şimdi biz burada moderniteden anladığımız sanatı alıp “felsefe sanattır” dersek de hata yaparız. Çünkü adamın mindset’ini(zihniyet) kendi zihnine kıyafet gibi geçirmişsin. Mesela Paris Moda Haftası’nda giyilen kıyafetler daha sonra bütün dünyada giyilmeye başlanıyor değil mi? Herkes de etkileniyor. Sürekli değişiyor moda, ondan sonra sen modaya uymayan bir kısa yakayla dolaşınca ne oluyorsun? Demode. 

Düşünce de böyle. Yani düşüncenin böyle çok özel bir yeri falan yok, o da dünyanın bir parçası. O yüzden de bunu Heidegger’in anladığı ve getirmeye çalıştığı mevzularla karıştırmamak lazım. Heidegger çok net bir biçimde bir Aristotelesçi oluşunun verdiği doğallıkla der ki; felsefe elbette bir techne değildir. Yahu, sen gerçekten Platon’u anladın mı? Çünkü sana göre aslında şiir, düşünce. Şiir hakikati dile getiriyor yani öyle ya Van Gogh’un köylü botlarının dile getirdiği hakikati şiir mi dile getiremeyecek? Sana göre elbette, şiir hepsinin üstünde. Peki şimdi sen ne yapmış oluyorsun, sanatla hakikati birleştirip düşüncenin ifadesi olarak ele almış oluyorsun. Şimdi bir Platon’u okuduğunda sen bunu göremiyor musun? Göremezsin. 

Batlamyus diye bir adam var, Aristoteryen. Yaklaşık 1500 yıl sürüyor bu adamın evren tasavvuru. Bildiğimiz en temel ve bilimsel ilk paradigma. Yani kozmolojik anlamda en makro ölçekteki bilimsel yaklaşım olarak ilk paradigma.

Dünyanın merkezde olduğu, Ortaçağ’ın sonuna kadar hem Doğu’nun hem Batı’nın uzun süre sahiplendiği evren tasavvuru…

Evet. İslam, Hıristiyan coğrafyaları hiç fark etmiyor, o yüzden Doğu-Batı hikâyeleri ile ilgili mevzuya da doğru yaklaşmak lazım. Biz Doğu falan değiliz. Bunu kim çıkarıyor? Bunlar tamamen siyasi mevzularla belirlenmiş hikâyelerdir. Bir erk varsa erkin söyleminde belirlenir. Tıpkı “Yakın Doğu” gibi. Yakın Doğu diye bir şey kaldı mı? Kaldı. Kütüphanelerde var… Boğaziçi’nde “Yakın Doğu koleksiyonu” var. Olağanüstü de zengindir. Yakın Doğu diye bir yer var mı şu an dünyada? Yok. Yok, çünkü Osmanlı İmparatorluğu diye bir şey yok. Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı orayı yakın doğu yapıyordu.

Ve şimdi de bizi Doğu yapan Avrupa. Avrupa neresi? İtalya, İspanya, Yunanistan, Bulgaristan, Polonya… Orada bir ters üçgen var. Londra, Berlin, Paris, değil mi? O güç merkezi tamamiyle mevzuyu Kuzey Avrupa’ya çektiği ve onu merkeze aldığı için doğrudan doğruya biz “Anatolia” yani “Doğulu” olduk. Çünkü adamın durduğu yere göre sen doğusun. Tıpkı Osmanlı’nın durduğu yere göre onun yakın doğu olması gibi. O yüzden İslam ya da Hıristiyan coğrafyası fark etmeksizin Platon’dan, Aristoteles’ten söz ediyorsak bunu Batı fikriyatı adı altında tanımlamaya, böyle bir düşünceye kapılmaya hiç gerek yok.

Düşünce sadece orada doğmuş, büyümüş gibi üstten bir bakış var sanki, hiç bu tarafa; İsfahan’a,  Semerkant’a, Harezm’e dokunmadan bir düşünce tarihi yazmışlar. İlginç yani.

Evet, mesela medrese kavramını da kendi başına orda yeşermiş bir şeymiş gibi alıyorlar. Yahu olur mu, üniversitenin o taraftaki adı “medrese” işte. Bu kadar basit. Sen curriculumuna(müfredat/eğitim programı) bir bak bakayım ne var orda. Curriculum, Platon’un politeye de söylediği şey mi değil mi?

Kant sonrası estetiğin sekülerleşme sürecine de bir değinebilir misiniz ?

Esasında Ortaçağ’dan sonra sadece estetik ve sanat değil felsefe de sekülerleşti. O tarihsel sürece uygun olarak sekülerleşti. Bu sekülerleşmenin sonucu olarak da felsefe, ilahiyatla tamamiyle bağlarını kopardı. Modernitenin aslında Aydınlanma zemininde felsefeyle olan ilişkisinde en temel belirlediği şey bu olmuştur ve bu konuyu Kant büyük bir hassasiyetle hâlletmeye çalışmıştır.

Öyle ya da böyle sen metafiziği bilimsel düşünceye çevirmek istediğin için epistemeyi/bilgiyi, ampirik nesneye doğru daralttın. Etik ve estetik meseleleri de temellendirmek lazım. Dolayısıyla Kant, ikinci ve üçüncü kritiği yazdı ve üçüncü kritiğin ilk yarısını estetik yaptı, ikinciyi ise teleolojik. Bakın bu teleolojk bağlam da enteresan bir şey. Kendi içinde anlaşılmaya muhtaç ve önemli bir durum. Konuyu dağıtmamak adına fazla üzerinde durmayalım ama Kant gerçekten kavramsal çerçevesi çok zengin bir düşünür. Kant’ın etkisinin bu kadar zengin ve derin oluşunun nedeni bu kavramsal çerçevesidir.

Etik ve estetiğe gelince mesela ampirik nesne ile bilgiyi daralttığı mevzusu bir yandan anlamını yitiriyor çünkü sen etikte mükellefiyetten bahsedebilmen için, bir insanın bir işte birine kefil olabilmesinin koşulu, onun sorumluluğunu üstlenmesidir. Sorumlu olabilmesi için de insanın özgür olması gerekir.

Şimdi burada estetik özerklik mevzusunu da açabiliriz sanki…

Kant, estetik özerklikle bu bahsettiğimiz meseleyi sağlamaya çalışıyor. Esasında estetiğin sekülerleşmesi dediğimiz şey Hegel’in problematiği, Kant’ın değil. Çünkü Kant, doğrudan doğruya bir estetik temellendirme yapıyor. Çünkü Hegel aynı zamanda bir Protestan kimliği inşasına girişiyor. Böyle en saf, felsefenin özü metinler diye anacağınız şeyler, Tinin Fenomenolojisi gibi gayet tarihsel, toplumsal kültürel problemlerin çözümüme yönelik birtakım önerileri ve düşünceleridir Hegel’in. O yüzden de estetik bağlam tarihselleştirilerek Hegel’de gündeme geliyor. Estetiğin tarihselleştirilmesi içerik bakımından mümkün. Oysa estetik dediğimiz şey Kant için tamamen biçimsel bir problem. Dolayısıyla o, biçimsel problemin belli bir mesafeden tecrübe edilmesiyle bir tür özerkliği ve özgürlüğü olduğunu düşünüyor o yüzden de özgürlük meselesini doğrudan sanatla bu şekilde ifade ediyor.

Dikkat edin, bu gözden kaçıyor: Etik meselenin esasında özgürlük var çünkü önce özgür bir birey oluşturmanız lazım. Yani hür irade sahibi bir birey. Hür irade sahibini oraya koymadan kimi neyden sorumlu kılacaksın? Kim, neyin sorumlusu olacak? Bir insan özgür olacak ki sorumlu olsun. Eğer özgür değilse sorumluluk duygusunu taşımadığı yönünde bir ithamın muhatabı olamaz. Hiç kimse bir insanı özgür olmadığı hâlde sorumlu kılamaz. Yani birisine  “Sen özgür değilsin, hür iraden yok ama yine de sorumlusun” deme imkânımız yok. Mesela dinsel inancın sorumluluğa bakışı da tamamen inançla ilgilidir. Ama toplumsal bağlamdayken aramızdaki ilişkileri tanımlayabilmemiz için bir hukuk olmalı ve bu hukuk kurgusu içerisinde bir bireyi hürriyetini esas almadan nasıl sorumlu tutabiliriz? Ya da Hobbes gibi “insan insanın kurdudur”, dolayısıyla da “aman bunun zincirlerini çözme” diyeceğiz. Kant bunu çok net bir şekilde fark etmiştir. Bunu, Birinci Kritik’teki pratik akıl kavramı üzerinden anlıyoruz. Orda akıl, pratik akıl oluyor. Pratik akıl üzerinden de tabii ki irade ortaya çıkıyor. Çok akıllı, olağanüstü zeki birisi Kant.

Kant’ın estetik algısı, akla değil  beyne değil hislere sesleniyor diyebilir miyiz?

Elbette. Öyle olunca da estetikten her türlü bilgiyi koparıyor. Bakın dikkat edin az önce söyledim, Platon için estetik, bizatihi filozofya(felsefe). Ama Platon’da filozofyaya değinince de her şey birbirine karışır. Tüm kafa karışıklığının sebebi yine Aristoteles’in her şeyi dümdüz etmesidir. Filozofyanın kendisinin iptaline dayandığı, hakikatinin hiçbir şekilde net olarak ifşa edilememesidir.

Yani şimdi bakın bir baba katli var ortada ama Platon’un o sofist diyaloğundaki gibi ifşa edilen bir baba katli değil. Orada ifşa ediyor, şimdi babamızı katledeceğiz diyor. Ve babasını niye katlettiğini de açıklıyor. Aristoteles öyle bir şey yapmıyor. 2500 yıldır bu baba katli aynen yaşanıyor. Yani Aristoteles’ten itibaren düşünceyle uğraşan herkes,(bu herkese Nietzsche’ye de dahil edebilirsiniz, Thomas Aquinas’ı da, İbn-i Sîna’yı da Farabî’yi de) babasının burçlardaki hayaletiyle karşı karşıya kalan Hamlet’tir aslında. Bir farkla ama.  Burada Hamlet, babasının hayaletiyle yüzleşen, durumunu fark eden değil, ona sırtını dönen bir konumdadır. Bu yüzden, Kant’ından Hegel’ine varıncaya dek bütün düşünürlerin yaptığı her kurgu, aslında tekrar ve tekrar babanın katline dayanır. Ama hiç kimse bu katlin gerekçesini ve itirafını dayapmaz.

O yüzden işte Platon’da filozofya sanattır dediğimizde bunu anlamak mümkün olmuyor. Çünkü çok kere katledildi bugüne dek.  Bakın özgürlük bağlamı sanatta Kant’ta var ama buradaki ironiye dikkat. Kant’taki o özgürlük bağlamı nedir biliyor musunuz güzellik tecrübesi itibariyle “Doğrudan ampirik olanla özerkleşmektir.” Ampirik olandan kurtuluyoruz, bu sayede özgür oluyoruz. Ne yaptı Kant? Bizi Birinci Kritik’le bilgiye bağladı ama bilgi neymiş? Özgürleştirmiyormuş bizi aslında.

Peki bu Kant için “kendini de yıkmak” olmuyor mu?

Kendini yıkmak olmuyor, onu güzelce anlatır sana der ki “Bilgi ile elde edilen özgürleşme dediğim şey başkadır.” Bilginin özgürlüğünü biliyoruz. Ama belki de biz bunu Kant adına şu şekilde ayırt edebiliriz. Özgürlük ve hürriyeti birbirinden ayırt ederek. Özgürlük malum, özün gürleşmesi… Hangi özün gürleştiğini anlamayız… Hani mesela Nazi Almanya’sı Nazizm’in bir öz olarak gürleşmesi değil mi? Sonuç şu, Almanya’yı da özgürleştirdi. Öyle bir özgürleşti ki Moskova’yı falan almaya kalktı adam. Özgürlüğünden ne yapacağını şaşırdı. Bunun yanında hür olmak ise serbestlik demek. Yani bağlarından kurtulmak. Şimdi dolayısıyla da bilgi demek ki bizi özgürleştiriyor ama bu doğaya hakimiyet mitosları üzerinden özgürleştiriyor. Oysa sanatta özgürlük değil hürriyet var. Bakın bu söylediğim çok kritik. Bu ayrımlar hiçbir şekilde yapılmamıştır. Bu eleştiriler Kant’a yöneltilmemiştir. Dolayısıyla da Kant özgürlüğü bir yandan estetik tecrübe ya da sanat bağlamında bir özgürleşme olarak anlar. Mesela sanat niye yaratıcı olarak biriciktir ve yegânedir. Çünkü Kant’a göre hiçbir zaman sanat doğanın taklidi olamaz. Onun için hayal gücünün bir iç görüsü olan estetik, ideayı inşa eder. Yapıtta onu forma yükler.

Söylediklerinizden yola çıkarak bir retorik çıkarmak adına “Kant estetik algıyı özgürleştirmiştir.” Diyebilir miyiz?

Kant estetik algıyı özgürleştirmiştir diyemeyiz de, “Kant estetik tecrübeye özerklik üzerinden bir özgürlük atfetmiştir” diyebiliriz.

Kant’a göre estetik tecrübe, estetik yargı olarak bizi ampirik bağlamdan serbestleştirmesi anlamında özgürleştirir. Çünkü ampirik bağlam determine olandır. Bu determinizm zemini arka planda anlaşılamıyor da. Niye anlaşılamıyor? Çünkü paradigma öyle.  Bunu anlayan, normalde paradigmanın zeminini sorgular. Ama kimse paradigmanın zeminini sorgulamıyor. Çünkü anlayamıyor, göremiyor. Niye göremiyor? Herkes kendi zihinsel kurgu ve alışkanlıklarından bakıyor, o yüzden göremiyor.

Kant’ın bu ifadelerinin anlamı da bu yüzden tam olarak anlaşılamamış zaten, anlayamamışlar.Bu bir paradigma meselesi bakın yanlış anlaşılmasın. Zekâ meselesi değil, bunu net bir şekilde söylüyorum. Burada söylemeye çalıştığımız şey basit: “Göremiyor”. Kant’a bakanlar o zihinsel kurgu ve alışkanlık içinden bakınca bunu göremiyor… Burada esasında determinizm bağlamı işin merkezinde. Çünkü Kant diyor ki, “Bilgi ancak deterministik bir evrende mümkündür.” Deterministik olmayan bir evrenin bilgisi olamaz diyor yani. Bu problem doğrudan doğruya Luis Borges tarafından bir Kant yorumu olarak kendi complementarity kuramının zemininde yer alır. Çünkü Noumenon tam olarak içerisini açıp bakamayacağımız kuantum bağlamıdır. Çünkü kuantum bağlamı, kuantum mekaniği itibariyle hiçbir şekilde nedenselliğe bağlı olmadığı için deterministik bir evren sunmaz bize. Kant bunun o zaman farkına varmış ve diyor ki, “hiçbir şekilde etik ve estetik tecrübe deterministik olanın üzerine inşa edilemez”. Hikâye bu. Onu da ironik olarak söyleyeyim: Episteme ile kapıyı kapatıp etik ve estetikle iki pencere açıyor . Diğerleri de hızla o pencereleri kapatmaya çalışıyorlar.

Posted in Genel