Rüdiger Safranski: “Heidegger, Kamusal Alanda Söz Sahibi Olabilmek İçin Hitler’i Destekledi”

Heidegger felsefede güçlü bir benlik duygusu, yaşamının geri kalan alanlarında ise burjuvanın aşağılık kompleksi arasında gidip geldi. Bu çelişki, kızgınlıktan doğan güç fantezileri yarattı: Büyük filozof nihayet kamusal alanda söz sahibi olmak istedi. Bunu yapma fırsatını ise ancak 1933’te buldu. Artık bir filozof olarak kendisini bir hareketin başında konumlandırabileceğine inanıyordu.

Alman filozof ve Heidegger: Bir Alman Üstat kitabının da yazarı Rüdiger Safranski’yle Heidegger’i konuştuk. Safranski, Heidegger’in totaliter bir rejim tarafından nasıl kışkırtılabildiğini ve Hitler destekçiliğinin aslında yaşamındaki hangi eksikliklere ve arzulara denk düştüğünü Cins’e anlattı.

SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR

ÇEVİRİ: FERİDE KURTULMUŞ

Martin Heidegger, yaşarken ülkesinde büyük yıkımlara yol açan iki dünya savaşı gördü. Bu savaşlara doğrudan katılmış olmasa da sonuçta bu ciddi bir yaşam deneyimidir. Bu iki savaş onun bakış açısını nasıl etkiledi dersiniz?

Birinci Dünya Savaşı, Heidegger için çok önemli bir tecrübeydi. Özellikle entelektüel alanda. 19. yüzyılın ve savaş öncesi dönemin geleneksel değerleri sorgulanmış ya da çökmüştü. Ham madde savaşları ve milyonlarca insanın ölümüyle birlikte modernite ölümcül bir hâle gelmişti ve yeni bir düşünceye ihtiyaç duyuluyordu. Heidegger’in 1920’lerdeki varoluşçuluğunun ortaya çıktığı şartlar böyleydi. “Kaygı” (Sorge), “Fırlatılmışlık” (Geworfenheit), “Ölüme koşma”(Vorlaufen in den Tod) onun anahtar kelimeleriydi. Ayrıca geleneksel dini reddetti, onun düşüncesinde “Sevgili Tanrı” yoktur, inançlı daseina güvenilmez. Bireyler cesaret ve güveni kendinden almalıdır. Bu tür varoluşçuluk 20’li ve 30’lu yılların başında çok moderndir. Yani Heidegger, o zamanlar “modern” bir filozoftu. Heidegger’in ilk felsefesi kolektivist ya da gelenekselci değil bireyciydi. Ancak bu durum değişti, mesela “Eigentlichkeit” (Sahihlik) başlangıçta tamamen bireye dayanıyordu. Bireysel bir varoluş ideali, ancak 1933’te iktidarın ele geçirilmesiyle bütün bir halk “sahih” olmuştur. Bu ilk düşüncesindeki temel bir değişikliktir, bir ihanet olduğu da söylenebilir.

Heidegger için hazırladığınız biyografiyi incelediğimizde hayatında sürekli çelişkiler ve keskin dönüşümler görüyoruz. Bunu Heidegger’in düşünce dünyasında da görmek mümkün mü? Özellikle 1933 yılında rektörlük görevinden sonra sizce düşünceleri tamamen değişti mi? Yoksa hep sahip olduğu fikirleri miydi?

Bahsi geçen “sahihliğin” anlamlandırılmasında aşikâr hâle gelen şey, Heidegger’in hayatındaki çelişkinin refleksidir. Bir birey olma ihtiyacı ile bir kolektifin parçası olma ihtiyacının çelişkisi. Örneğin bağlı olduğu Katolik kilisesi kolektifinin bir parçası,  küçük-burjuva-köylü kolektifinin bir üyesi, ilerleyen zamanda ise akademik kolektifin hiyerarşik bir parçası olmuştu. Heidegger, gençlik yıllarında isyankâr, neredeyse anarşik bir mizaca sahipti.  O yıllarda dürüst akademik camiayı cesur tezlerle kışkırtmak, ama aynı zamanda onlar tarafından da tanınmak istiyordu. Diğerleri gibi “profesyonel bir aptal” olmak istemiyordu. Kendisini daha çok Sokratik öncesi dönemlerin vahşi soyundan gelen biri olarak görüyordu.  Heidegger felsefede güçlü bir benlik duygusu, yaşamının geri kalan alanlarında ise burjuvanın aşağılık kompleksi arasında gidip geldi. Bu çelişki, kızgınlıktan doğan güç fantezileri yarattı: Büyük filozof nihayet kamusal alanda söz sahibi olmak istedi. Bunu yapma fırsatını 1933’te buldu. Artık bir filozof olarak kendisini bir hareketin başında konumlandırabileceğine inanıyordu. Sonuç olarak o,  Sokratik öncesinin ve Hitler takipçilerinin bir tür sentezi hâline geldi. Gizli, anlaşılamayan “varlık” düşüncesi, Hitler’le birlikte ona gelmişti. Bu şekilde genel varoluş duygusunda derin bir değişiklik hissettiğine inanıyordu, politik bir mistisizm. Bunların hepsi kulağa oldukça çılgınca geliyor ve aslında çok tehlikeli şeyler.

Heidegger Katolik kilisesinden ayrıldıktan sonra metafiziğe dair görüşlerini revize ediyor âdeta. Bu durum bize felsefenin inançtan ayrı tutulamayacağını hatta felsefenin doğrudan inançtan etkilediğini mi gösteriyor?  Ayrıca Heidegger’in bu önkabulsüz sorgulama cesareti onu birden fazla dönemde incelememizi de gerektiriyor galiba. Ne dersiniz?

Elbette, Heidegger’in ömrü boyunca “varlık” ile ilgili sorgulamasının her zaman dinsel alanla bir ilgisi olmuştur. Nihayetinde bu manevi bir sorudur. Doğrudan doğruya duyumsamanın ötesine geçen bir deneyim boyutunun “açılması” ile ilgilidir. Bu “açılma” teolojik-spekülatif veya dinî-dogmatik değildir. Belki de bunu tanımlamanın en iyi yolu “yoğunluk”(Intensität) terimini kullanmaktır. Heidegger tarafından çok güçlü bir şekilde vurgulanan “sahihlik”, örneğin, böyle bir yoğunluktur. Önceden bunu daha aktivist bir anlamda anlasa da sonraki felsefesinde ise pasif-mistik yankılar baskın hâle gelmiştir. Öyleyse şöyle söylenebilir; eski bir Katolik adayı olarak bir fenemenolog sonra bireysel bir varoluşçu, sonra kolektif bir varoluşçu (Hitlerizm bağlamında) sonra bir tür Avrupalı Budist veya Schwarzwaldlı bir Taocu olmuştur. 20’lerin şiddetinden sonra ise onun için varlığın koruyucusu bir pastoral hâline gelmiştir.

HEIDEGGER FELSEFİ VARLIĞINI HUSSERL’DEN KURTARMAK İSTEDİ

Heidegger’in sadece felsefe yaparken değil insani ilişkilerinde de çok keskin eleştiriler yaptığını görüyoruz. Örneğin, hem arkadaşı hem de hocası olan Husserl’e fenomenoloji konusunda eleştiriler yaptığını görüyoruz. Hem bu ayrışma hakkında hem de Heidegger’in bu karakteri hakkında ne söylemek istersiniz?

Husserl onu derinden etkiledi. Her şeye yeniden başlamaya yani bilinçte olup bitenlere yeni bir bakış açısıyla bakmaya teşvik etti. Husserl ona yeni bir başlangıç önerdi fakat felsefi açıdan oldukça yaratıcı olan Heidegger kendi yolundan ilerlemeyi tercih etti. Fenomenolojik olarak sadece bilinci değil, aynı zamanda “dünya içinde varolmayı” da inceledi. Bu onun bilinç-fenomenolojisinin bilinç hapishanesinden dünyaya doğru dahiyane bir şekilde infilak etmesiydi. Yol onu bilinçten varlığa götürdü. Heidegger, Husserl’e minnettardı ama aynı zamanda ikircikli bir hisse de kapılıyordu. Kendini Husserl’den kurtarmak zorunda kaldığı için, başlangıçtaki minnettarlığı Husserl’e karşı duyduğu kötü hisle birleşti. İlk başta bunun Nazi dönemiyle hiçbir ilgisi yoktu fakat Nazi dönemi sorunu daha da kötüleştirdi. Artık sadece kararsızlık değil, aynı zamanda Heidegger’in kişisel korkaklığı da ortadaydı çünkü tecriti sırasında Husserl’e insani olarak destek olmayı ihmal etti.

HEIDEGGER ÜNİVERSİTLERİ BİR PLATON AKADEMİSİNE ÇEVİRMEYİ AMAÇLIYORDU

Genç Heidegger hiç terfi alamazken Hitler’in akademiyi tekeline almak için yapmış olduğu değişikliklerle beraber Heidegger’in de yükseldiğini görüyoruz. Heidegger, Hitler’i bunun için mi destekledi? Gücü mü kullandı yoksa onun hakikatte fikirleri Hitler ve Nazi hareketine paralel miydi?

1933’te Heidegger bir yandaş ya da bir fırsatçı değildi, kendini bir devrimci gibi hissediyordu. Sadece dışa uyum sağlamakla kalmadı, zehir içine de işlemişti. Nazi hareketini kendi lehine etkilemek istedi. Net bir politik anlayışı yoktu, sadece belirsiz bir vizyonu vardı. Fikirleri; kitle demokrasisinin olmadığı ve daha çok sınıf temelli bir toplum amaçlıyordu. Federal Gençlik Hareketi’nin karizmatik lider ilkesine aşinaydı ve bunun toplumun her yerinde olması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre büyük kiliselerin siyasi etkisi azaltılmalı, üniversiteler biçimlendirici güç olarak yenilediği felsefeyle yeniden bir tür Platon akademisi hâline gelmeliydi. Bu onun “kişisel” nasyonal sosyalizmiydi, yanıltıcı ve “resmi” doktrinden oldukça uzaktı. Yine de Heidegger, 1930’ların ortalarına kadar Hitler’e hayranlığını sürdürdü. Heidegger daha sonra bu sempatisinden hiç bahsetmedi ya da analizini yapmadı. Felsefi olarak neden bu kadar yanıldığına dair hiç düşünmedi. Totaliter düşünce tarafından nasıl bu kadar kışkırtıldığı hakkında hiç mülahaza etmedi, ettiyse de bunu halka açık bir şekilde yapmadı. Mistisizmin politik mistisizme dönüşmesi hakkında hiç düşünmedi.

ALMANYA’DA İNSANLAR ARTIK SADECE HEIDEGGER’İN SİYASİ GÜNAHLARINI KONUŞUYOR

Heidegger bugün Almanya’da nasıl değerlendiriliyor. Ayrıca dil olarak da benzersiz bir düşünür olarak Heidegger, Alman aydınları tarafından yeterince okunuyor ve doğru anlaşılıyor mu dersiniz?

 Heidegger’in düşüncesinde bugün hâlâ önemli yeri olan bazı felsefi dürtüler var, örneğin Dasein’ın, Varlık ve Zaman’daki fenomenolojik ve günlük yaşam bağlamındaki analizi, varoluşsal açıdan “Sahihlik” felsefesi, teknoloji felsefesindeki son dönem eleştirileri ve doğanın yıkımı ve sömürüsünün felsefi eleştirisi bunlardan bazılarıdır. Ancak ne yazık ki Almanya’da insanlar artık neredeyse sadece Heidegger’in siyasi günahları hakkında düşünüyorlar. Heidegger vakasında, genç felsefe akademisyenleri genellikle felsefi bir ruha sahip olmayan siyasi savcılara dönüşüyorlar. Belki de politik doğruculuk bazen felsefi cehaleti gizlemek için kullanılan bir kılıftır. Diğer konularda da, cehalet genellikle ahlaki olmaya teşvik eder.

Heidegger’in maruz kaldıklarını da göz önünde bulundurulursa sizce bir felsefeci siyasete dahil olmalı mıdır? Yoksa birbirine temas etmemesi gereken iki ayrı dünya mı siyaset ve felsefe?

 Siyasi kararların her zaman felsefi düşüncelerle bir ilgisi vardır. Ancak bu bir nedensellik değildir. Heidegger’in 1920’lerdeki felsefi düşüncesinden politik olarak tamamen farklı sonuçlar çıkarılabilir. Örneğin, Sartre, Heidegger’in “tarihsellik” kavramını, 1939/40’ta sol siyasi angajmana dönüşünü haklı çıkarmak için kullandı. Felsefe ile siyaset arasında bir bağlantı vardır, ancak nedensellik yoktur. Bu şu anlama gelir, Heidegger’in felsefi düşüncesi, Nazi döneminde oynadığı rol nedeniyle bir bütün olarak gözden düşmez.

Heidegger’in iddia edildiği gibi basit ve sıradan bir mistik olduğunu mu savunursunuz yoksa yeniden inşa etmek isteyen ve sorgulama cesareti gösteren bir usta mı?

Heidegger, rasyonalite ve gerçeklik kavramının tehlikeli tek boyutluluğunu derinlemesine gösteren bir filozoftur. Bunu yaparken, zaman zaman neredeyse kaçınılmaz olarak mistik bir boyuta da dokunur. İnsanlar sanal ortamda gittikçe daha fazla hareket etmeye devam ettikçe ve artık gerçekte kim olduklarını bilemez hâle geldikçe varoluş dürtüsü güncel kalmaya devam edecektir.

Posted in Genel