Savaş. Ş. Barkçin: “Sanat ve Hayat”

Sanatı bambaşka bir hayat türü olarak tanımlayınca sanat dışındaki insan faaliyetleri birden silikleşiyor. Bu hayatı da, sanatı da kendi yerinden ediyor, dolayısıyla bir haksızlığa yol açıyor. Ama dikkat edelim, sanatı hayattan ayrıştıran yaklaşım ile onu metâlaştıran yaklaşım aynı düşünceye dayanıyor. Sanatın hayattan üstün sayılması sanata ve sanatçıya insan-üstü bir konum veriyor. O zaman sanatçının her türlü yanlışı, ahlâksızlığı, kişiliksizliği meşrulaştırılıyor. Oysa sanatçı da hayatın içindedir, özel bir yerinde olsa bile…

SAVAŞ Ş. BARKÇİN

Benjamin Zander adında bir İngiliz orkestra şefi var. Aynı zamanda çellocu ve besteci… Klasik Batı müziği camiasında meşhur birisi… Zander, ABD’nin Boston şehrindeki bir konservatuarda müzik yorumu dersleri veriyor. Youtube’da videoları var. Bu derslerde genç müzisyenler sahneye çıkıp klasik eserlerden birini çalıyorlar. Zander, konservatuar hocaları ve diğer talebeler de dinliyorlar. Sonra Zander talebenin yanına geliyor, önce onu güzel sözlerle teşvik ediyor. Ardından ona eseri yorumlarken yaptığı hataları gösteriyor, tekrar tekrar çaldırarak eserin ruhunu kavramasını sağlıyor. Bunu yaparken de ilerleyen yaşına bakmadan çok canlı, espirili ve hareketli bir şekilde konuşuyor.

Zander’in verdiği derslerin alt başlığı ilginç: “Hayat Dersleri.” Çünkü Zander, müzikte hayatın anlamının bulunabileceğine inanıyor. İnsanın kendisini tanımada müziğin ne kadar önemli olduğuna dair çok güzel yorumları var. Bir örnek vereyim. Zander’in bir talebesi İngiliz besteci Elgar’ın Çello Konçertosu’nu çaldı. Bitirince Zander ve dinleyiciler hararetle alkışladılar. Sonra Zander ayağa kalktı, gencin yanına geldi. Önce genci takdir eden cümleler sarfetti. Sonra “Sana ilginç bir hikâye anlatacağım,” dedi. “Ben 16 yaşımdayken dünyaca meşhur olan çello üstadım ile Avrupa turuna çıkmıştım. Bir konserde üstad çok kötü çaldı. Prova yapmamıştı, gerçekten felâketti. Fakat o anda yanımda oturan kadına baktım, kadının gözlerinden yaşlar akıyordu. O zaman anladım ki esas mesele üstadın nasıl çaldığı değilmiş, nasıl olduğuymuş.” Zander, bunu üstadının insanların kalbine dokunabilmesine bağlıyor: “Çoğu iyi müzisyen bunu yapamaz çünkü onlar eserleri doğru çalmakla meşguldürler.” Zander, talebeye bakarak devam etti: “Senin çalgını çalman dinleyicilerin kalbine giden bir yoldur. Kalbin kendisi değildir.”

Bu hikmetli sözleri dinleyip de “Gönülden gönüle gider yol gizli gizli” diyen Neşet’i hatırlamamak mümkün mü? Evet, müzik bir gönül dilidir. Gönüller arasında yol açar, köprü kurar, bağ inşa eder. Bunun için müzisyenin önce bir gönle sahip olduğunun, sonra da müziğin müthiş bir nimet olduğunun farkında olması gerekir.

Ama müzisyenlerin çoğunluğu, aynen doktorlar, öğretmenler, kunduracılar veya bürokratlar gibi kendilerindeki hazineden habersiz. Allah’ın onlara verdiği bu eşsiz özelliği bir rutin içinde harcayıp gidiyorlar. Gönülleri bir eseri iyi çalmakla meşgul olduğu için o eserin içine giremiyorlar. Dolayısıyla o eseri kendileştiremiyorlar. Öyle olunca en baba eser bile bu müzisyenlerin elinde veya dilinde heba oluyor. Böyle müzisyenlerden ilerleyen yaşlarında müzikten nefret edenleri bile gördüm.

Zander’in derslerinde sıklıkla yaptığı bir şey, talebenin önündeki notayı alıp kenara koymak. Çünkü notaya bakarak icrâ etmek bir kolaylık gibi görünse de müziğin oluşunda ve olduruşunda bir engeldir. Nota, okunan her şeyde olduğu gibi göz ve zihni aynı anda meşgul eder. Bir besteyi notaya bakarak okumak veya çalmak, bir metni okuyarak konuşmaya benzer. O metin ne kadar güzel yazılırsa yazılsın, birinin onu okuması gönlü devreden çıkarır, işin tadı tuzu kaçar. “Gönülden gönüle giden yol” kapanır.  Notaya bakarak müzik icrâ etmek de güzel bir besteyi aynen böyle çoraklaştırır.

Elbette nota, müzik okur-yazarlığının temelidir, önemlidir. Fakat müziğin kendisi değildir. En büyük faydası eseri öğrenirken ve saklarken hatırlatıcı olmasıdır. Ama bizde nota bilmek neredeyse yüce bir bilgi olarak kabul edilir. Çünkü milli eğitimimiz nihayet yedi harften oluşan nota alfabesini altı-yedi yıl boyunca öğretemez.

Geleneğimizde nota bilmek ayrı, notadan icrâ etmek ayrı tutulmuştur. Notaya bakarak eser meşkedilebilir ama notaya bağlı kalarak icrâ etmek hoş görülmez. İsmâil Dede, Zekâî Dede, Ahmed Avnî Konuk gibi büyük üstâdlarımız nota bilmezlerdi. Beceremediklerinden değil, tercih etmediklerinden… Konuk, nota öğrenmeyi “mûsikî edebim bozulur” diyerek reddetmişti.

Gönülden gelmeyen söz de, yazı da, ses de, çizgi de, renk de âleme bir yüktür. Maalesef hayatımızda gönülsüz yaptığımız pek çok iş var. Birçoğumuz işimiz bu olduğundan, klişelere uymak kolay olduğundan, yenilemek ve yenilenmek zor olduğundan basmakalıp olan şeyleri tercih ederiz. Konuştuğumuzda az ve öz konuşmayı beceremeyiz. Uzun nutuklar, uzun konferanslar, uzun yazılar, uzun kitaplar… Bağıra-çağıra, muhatabımıza tepeden bakarak, vaiz havasında parmağımızı sallayarak! Maalesef üslûbumuz bozuk, çünkü usûlümüz bozuk. Usûlümüz bozuk çünkü idrâkimiz bozuk. İdrâkimiz bozuk çünkü ihlâsımız bozuk.

Sanatçılardaki samimiyetsizlik teknik değil insanî, yani ahlâkî bir eksiktir. Bunun bir sebebi müziğin ve sanatın hayatın dışına, ayrıcalıklı bir mevkiye konulmasıdır. Bunun iki gerekçesi var. Birincisi, sanatın hayatın olağan işleyişindeki kötülüklere bulaştırılamayacak kadar saf, temiz ve yüce görülmesi. İkincisi ise, sanatın ve sanatçının müstesna varlıklar olduğuna inanılması. İki bakışta da haklılık payı var elbette. Ama “sanat” ve “zanâat” kavramlarının aynı kökten geldiğini ve bizde de, Batı’da da bu ikisinin arasına büyük bir duvar inşâ edilmesinin nisbeten yakın bir geçmişe dayandığını hatırlamalıyız. Meselâ Osmanlı’da müzisyenlerin aynen kunduracılar veya yaşmakçılar gibi kendi loncaları vardı. Çünkü ilhâma mazhar olan tek alan sanat değildir. Bunun yanı sıra her özel olan ayrıcalıklı olacak demek değildir. Sanatın ayrıcalıklandırılması öte taraftan hayatı yeknesak, mekanik ve sıkıcı görmeye yol açar. O zaman sanat ve sanatçı kendiliğinden yaratıcı, dinamik ve renkli sayılabiliyor.

Sanatı bambaşka bir hayat türü olarak tanımlayınca sanat dışındaki insan faaliyetleri birden silikleşiyor. Bu hayatı da, sanatı da kendi yerinden ediyor, dolayısıyla bir haksızlığa yol açıyor. Ama dikkat edelim, sanatı hayattan ayrıştıran yaklaşım ile onu metâlaştıran yaklaşım aynı düşünceye dayanıyor.

Sanatın hayattan üstün sayılması sanata ve sanatçıya insan-üstü bir konum veriyor. O zaman sanatçının her türlü yanlışı, ahlâksızlığı, kişiliksizliği meşrulaştırılıyor. Oysa sanatçı da hayatın içindedir, özel bir yerinde olsa bile… Başkalarından daha az sorumlu olamaz, daha az ahlâklı da… Aksine belki daha fazla olması beklenir. Çünkü ona herkese verilmeyen büyük bir nimet verilmiştir. Her nimet ise mesuliyet demektir.

Devamı Cins’in 2020 Eylül sayısında…

Posted in Genel