Celâleddin Çelik: “Biraz da Mimarlık”

Meslek erbabı olsun olmasın, herkesin, hepimizin meselesidir bu. Bu köşede, “obskurantizm” dedikleri mesleki kapatıcılıktan kaçınarak, herkesin ortak kültürü ve tartışma konusu olması  gereken mimarlık meselelerini açmaya çalışalım. Bunu yaparken ister istemez biraz mimarlık dışı konuları konuşmak gerekecek. Çünkü başı göklerde, ayakları yerde olan bu sanatın başında hangi yeller esiyor tanımadan, sadece ayaklarına bakmakla yetinemeyiz. Hatta biraz abartırsak, burada aslında mimarlık ürünlerinin hepsinin arka planında soyut kavramlar, düşünce dünyaları, inanç sistemleri ve insanî birçok hususiyet olduğunu anlatıp duracağız denebilir.

CELÂLEDDİN ÇELİK

Mimarlık son bir kaç yılda meslek dışındaki insanlardan giderek artan bir ilgi görmeye mi başladı, bize mi öyle geliyor? Gözlemlemesi zor değil, herkes fark etmiştir, önce eski eserlerden başlayan bir şehir hassasiyeti yaygınlaşmadı mı? Yıllardır herkesin görüp bildiği, ama hiç öyle yaygarası yapılmayan graffitili çeşmeler, pvc doğramalı medreseler, çanak antenli minareler, beton sıvalı taş duvarlar, iş makinesi ile kazılmış arkeolojik alanlar her gün daha çok paylaşılmaya başlandı… Her biri en azından gözlerimizi, bazıları kalbimizi de acıtan bu karelerin gördüğü ilgi gün geçtikçe arttı. Şehir kültürü ve hassasiyeti biraz okumuş yazmış, muhalif / mesafeli herkeste
bir karşılık bulmaya başladı. Hatta yapılan kötü restorasyonları, çirkin ekleri, yakışmayan tabelaları twitter’da paylaşmak o kadar yaygın bir şey oldu ki, oradaki yeni tabirle “ekmeğe” niyetlenip, gitmediği, görmediği, uzmanı olmadığı fotoğrafı paylaşıp âh u vâh arasında aldığı etkileşimi kâr sayanlar da az değil. Bence bugün artık çirkini paylaşmak “mainstream”dir, sıradandır. Şunu kesin bir hakikat olarak biliyoruz ki, mimarlık ve şehir meselesinde sınıfta kaldık, ma’mûr etme okulunun kara tarihine geçtik, eğitilmezdir diye yaftalandık. Haklı olarak bizi en acıtanı,
ayak bastığı her yeri şenlendirmiş, bayındır etmiş mucizevi bir mimarlık kültürünün mirasçısı olmamızdır. Mirasçılık edebiyatın da belki bu yüzden terk etmekte fayda görüyorum, gerçekten atadan dededen kalan mirası yiyip bitiren şımarık bir tipe benzedik bu inşai faaliyetlerimiz ve tavırlarımızla.

İşin bir tarafı eski eser hassasiyeti iken, diğer tarafı ise yeni tasarladıklarımız, yapıp ettiklerimiz. Bence asıl mesele de bu zaten. Biz şehri, elimizdeki kıymetli şeyleri gözünün yaşına bakmadan, acımadan, üzülmeden ve kıymetini bilmeden yiyip bitirdik. Burası kesin, ama ah vah ile ve matemcilikle de daha iyisini geri getiremiyoruz. Bir nostalji batağına saplanıp kalacak hâlimiz yok. Diyelim ki restorasyonlar çok nitelikli, korumacılık bilinci çok üst bir seviyeye geldi. Hayal edemeyeceğimiz kadar iyi işler yapılıyor, bir mezar taşı bile kırılmıyor, muhafaza ediliyor. Bu hayal gibi ortamı sağlamak hepimizin görevi ve ideali, olacaktır da inşallah. Peki, bunu sağladıktan sonra mı aklımıza gelecek, “evlerimiz, içinde yaşadığımız otomobil kölesi sokaklar, hapishaneden hâllice okullar, penceresiz ofisler ne olacak?”
sorusu…
“Mimarlığın başı göklerde, ayakları yerdedir” diyor Quatremère de Quincy.*

Meslek erbabı olsun olmasın, herkesin, hepimizin meselesidir bu. Bu köşede, “obskurantizm” dedikleri mesleki kapatıcılıktan kaçınarak, herkesin ortak kültürü ve tartışma konusu olması gereken mimarlık meselelerini açmaya çalışalım. Bunu yaparken ister istemez biraz mimarlık dışı konuları konuşmak gerekecek. Çünkü başı göklerde,  ayakları yerde olan bu sanatın başında hangi yeller esiyor tanımadan, sadece ayaklarına bakmakla yetinemeyiz.
Hatta biraz abartırsak, burada aslında mimarlık ürünlerinin hepsinin arka planında soyut kavramlar, düşünce dünyaları, inanç sistemleri ve insanî birçok hususiyet olduğunu anlatıp duracağız denebilir.

Devamı Cins’in 2019 Haziran sayısında…

 

Posted in Genel