Türkiye’nin en büyük üniversitesi: Mehmed Zahid Kotku

Şubat 2016

Hani büyük konuşup “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, müritler, dervişler memleketi olamaz” demişlerdi ya. Hah, işte şeyhin de müridin de dervişin de aslında ne olduğunu göstererek pırıl pırıl bir çağı haber veren o büyük meşaleyi yakan adamdı. Kafkas göçmeni bir ailenin oğlu olarak 1897 yılında atalar yurdunun kadim başkenti Bursa’da doğdu. 3 yaşındayken annesini kabettti. Kendisine “Oğlum Mehemmed “ diye seslenen babası İbrahim Efendi’yi ise 1929 yılında. Soyadı kanundan sonra ‘Kotku’yu tercih etti ailesi. Cüzdana düşülen açıklama notu ise bir ömrün özetiydi: Mütevazi.

Cihan Harbi başladığında 17 yaşında taze bir talebe iken Bursa Sanat Mektebi’ni yarıda bırakıp askere gitti; harbin tam göğsüne. Bombardıman altında kaldı, yanı başında arkadaşlarının şehit düşmesine sabretti, hastalıklar atlattı. Tam 6 yıl süren bir askerlik. Hani Hürriyet’in henüz 25inde parmağı ojeli aydınlanmış genç muhabirinin iştahla yaptığı irtica haberlerinde devlette – milllette düşmanmış gibi karikatürize edilen adam var ya, o işte. Yıllarca sürülen askerliğin ardından Osmanlı ordusu, Suriye’den çekilince bin bir güçlükle İstanbul’a geri dönebildi. Askerdeyken gün gün notlar tuttu. Olan biten her şeyi kayıt altına aldı.

Askerliğinin son zamanlarını yaptığı İstanbul’da çeşitli dersler ve sohbetlere devam etti. 16 Temmuz 1920 yılında Ayasofya’da kıldığı Cuma namazının ardından gittiği Gümüşhanevi Tekkesi’nde tanıdığı Ömer Ziyaeddin Efendi’ye intisab ederek ehl-i tarikler arasına katıldı. Ömer Ziyaeddin Efendi kim miydi? (T24 yazarları için de belirtmek gerekirse Ömer Ziyaeddin Efendi, Şeyh Şamil’in oğlu Gazi Mehmed Paşa komutasında Ruslara karşı çok uzun yıllar savaşmış, Arapça, Farsça ve Rusça konuşabilen bir Türk lehçeleri uzmanıydı… Akif’in yakın dostu Abbas Hilmi Paşa’nın da yakın dostuydu. Sultan Vahdeddin’in Şeyhülislamlık teklifini de geri çevirmiş bir adamdı. Kalpten yapılmış bir adam.)

 

27 yaşında hilafetnameyi almış, icazet aldığı kitapların derslerini Beyazıd, Fatih ve Ayasofya gibi camilerde sürdürmüştü. 1925 yılında tekkelerin kapatılması üzerine Bursa’ya dönüp evlendi. 29’da babasının vefatı üzerine önce köyde sonra şehirde 1952 yılına kadar imamlık yapt. 1952’de Gümüşhanevi Tekkesi postnişini Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatından sonra sevenlerinin ısrarı üzerine İstanbul’a geri geldi. 1958’de İskenderpaşa Camii’ne tayin oldu ve vefat ettiği 1980 yılına kadar burada vazifesine devam etti. Mahmud Efendi’nin kıldırdığı cenazesi o zamana kadar İstanbul’un nadir gördüğü kalabalıklardan birine şahitlik ederek Süleymaniye Camii’ne defnedildi.

Öğrencilik yıllarında yolu İstanbul Kıztaşı’nda ki öğrenci evlerinden geçen herkesin muhakkak sohbetine iştirak ettiği Mehmet Zahid Kotku’nun sade ve gösterişsiz bir hayatı vardı. Derslerinde, Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevi’nin derlediği Ramüzü’l-Ehadis kitabını okuyup açıklardı. ‘Selamı yayınız’ hadisini şöyle açıklıyordu mesela: “Selam sadece iyi dilek ve temennilerin sözle ifade edilmesinden ibaret kuru bir görev değildir. Gerçekte selam, yolda karşılaştığımız bir kardeşimizin ihtiyacının var olup olmadığını, varsa bizimle gidirebilecek bir tarafının bullunup bulunmadığını öğrenip elimizden geleni yaptıktan sonra yola devam edip gitmektir.”

Şimdilerde Müslüman’ın antiemperyalist tavrının türlü maskaralıklarla alet edenlere aldanmayınız lütfen, emperyalizm karşıtı ya da kapitalizme itiraz mı dediniz? Belki süslü cümleler, parlak soganları yoktu ama bu topraklarda ki en uzun sessizliği de bozmayı o başarmıştı. Ferdi başarıların bir araya getirilerek ‘toplum yararına’ yatırımlara dönüştürülmesine işaret etti. “Bu kapının önğnde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum. Yabancı diyarlara ekmek parası için giden işçilerin o diyarlara gitmemesi var iken buna mecbur kalınması beni üzüyor. O getirilen otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa ve aç susuz vatandaşlara iş bulunsa, hem onlar İslam diyarında yaşama imkanı bulur, hem de biz yabancıların kölesi olmazdık” diyorduk.

Eşyalara ve olaylara, Peygamber(sav)’in baktığı gibi bakmayı öğretti. Türkiye’nin ekonomik bağımlılığının doğrudan kültürel bağımlılığa dönüşeceğini tane tane anlatıyordu. Kültürel bağımlılığın da fark edilmez bir çürümeyle sonuçlanacağını söylüyordu. Tüm bu sohbetleri şeyh postunda yapıyordu. Batıya tutsaklıktan kurtulmak adına Müslümanların kalkınması için birleşmelerini, ibadet gibi algılamalarını istiyordu. “Teşebbüsler, şirketleşerek yapılırsa daha kalıcı, daha güçlü, daha heybetli ve daha güzel olur” diyordu. Milli sanayinin kurulmasını öneren bir şeyh efendi düşünün işte.

talebelerina makam, mevki ve para tutkunu olmanın tehlikelerini anlatan bu sakallı sarıklı hoca, bir yandan da Türkiye’nin yönetimine talip olmaya yönlendiriyordu onları. Necmettin Erbakan’dan Turgut Özal’a, Recai Kutan’dan Sabahattin Zaim’e kadar sayılamayacak kadar çok isim tedrisinden geçti. Talebeleri büyüttü. Cumhuriyyet devrimlerinin gürültüsünden başka bir şey işitmemiş matruş suratlı bayların ve şık görünümlü bayanların uzaktan uzağa bir köylü kıyafeti içinde gördükleri, türk filmlerinde kendilerine öğretilen şeyh imajı içinde değerlendirdikleri bu yaşlı hoca, istikametinden koparılan bir ülkeyi yeniden yoluna çekmenin en büyük gayretini tek başına ortaya koymuştu.

Türkiye’nin ilk yerli motor fabrikasının kurulmasına öncülük eden bir şeyh efendi düşünün. Nasıl da bütün öğretilen o ‘din adamı’ imajlarını yerle bir ediyor değil mi? 1956 yılında hutbedeyken; “evde elime toplu iğne kutusu aldım, baktım yabancı malı… Daha bir iğne yapamayacak mıyız?“ demesi üzerine cemaat harekete geçmiş ve Erbakan Hoca’nın öncülüğünde, sonraları adı Pancar Motor’a dönüşecek olan Gümüş Motor Fabrikası kurulmuştu. Gümüş adı elbette Gümüşhanevi Tekkesi’nden geliyordu. İlerlemeci kemalistler için oldukça ironik, öle değil mi?

1000 yıllık berrak sözleri, yeniden örüp de kendi yüzyılında kurdu. Şimdi kırpıp kırpıp, tartışıp tartışıp ‘sahih hadis’ bırakmayan çokbilmiş modern hocaefendilerin aksine, talebelerinin dilinden en tesirli yönü, hayatta sünnetleri ihya etmesi, Peygamber Efendimiz(sav)’e uygun yaşaması, yani hal ve hareketlerini ona uydurması idi. Merhum Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatmıştı onu: “Sanki Resullulah(sav)’ı görüyor da O(sav) nasıl hareket ediyorsa öyle hareket ediyordu.” Vefatından bir hafta önce, haccdan dönerken Medine’de şöyle söylemişti: “Dünyada her şey boş, para da boş, kitap da boş, dervişlik de boş, şöhret de boş. Mühim olan iyi bir kul olabilmektir. İnsan bunu seksen yaşından sonra anlıyor. Ne devişlikte ne şeyhlikte iş yok. İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte. İş, Allah’a sevgili kul olabilmekte.”