Klişe bir soru soracağım: Mektup kağıdı alıp, renkli bir zarf seçip sevdiğinize mektup yazdınız mı hiç? Sonra o mektubu masaya usulca bırakıp ‘sonra okursun’ dediniz mi? Anladım. ‘Çok âşıksınız’ fakat. Elbette. Mutlaka.
İSMAİL KILIÇARSLAN
Selman, bir nedenle telefon rehberimi kendisine yedeklediğinde bir ıslıkla başlayarak şöyle dedi: ‘Abi be, tam tamına iki bin beş yüz elli dört insan kayıtlı rehberinde.’
Şunu düşündüm: Ortaçağ’da bir insan teki, -tüccar, gezgin ya da asker değilse hayatı boyunca 900 civarında insan görüyormuş. O şanslı civanmertin gördüğü insanların tamamıyla ‘ilişki’ye girmediğini de hesaba katalım lütfen.
Soru şudur değil mi: Hangi ilginç çağa erişmiş olmalıyım ki telefonumda iki bin beş yüz elli dört insan tekini barındırabiliyorum? Bunca insanı hangi aralıkta, nasıl biriktirdim? Daha da acıklı olanı ise şu: Bu kadar insanla nasıl sahici, hakiki, birbirine temas eden bir ilişki düzlemi kurabileyim?
Eşyanın ve insanın tabiatına aykırı bir ‘ilişkiler çağı’ bu. Durmaksızın iletişim halinde, durmaksızın ilişki içerisindeyiz. Günün sonunda muazzam bir yorgunlukla, akıl almaz bir kederle pelteleşiyorsak bunun en büyük suçlusu işte bu düzenektir.
Herhangi bir insan tekiyle kurduğumuz herhangi bir ilişkiyi sürdürebilmek artık olağanüstü bir çaba gerektiriyor. Oysa iletişim araçlarının çoğaldığı, ilişki biçimlerinin çeşitlendiği böylesi bir dönemde bu işin daha kolay olması gerekmez mi?
Elbette hayır. Hayır, çünkü iletişim de, ilişki de en temelde ‘yavaşlık’ ve ‘gayret’ ister. Usul usul gelişmesi, usul usul demlenmesi gerekir.
Nazif Tunç Hoca anlatmıştı. Gençliğinde gazetede çalışırken Tarık Buğra’ya teliflerini elden götürme vazifesi hocanınmış. Her ayın belirli günü Tarık Buğra ile bir pastanede buluşurlarmış. Tarık Buğra, Nazif Hocaya bir bardak limonata ısmarlar, bu arada edebiyattan, hayattan, Türkiye’den konuşurlarmış. ‘O günü iple çekerdim’ diyor hoca, ‘Türk edebiyatının devlerinden biriyle geçirdiğim o on beş dakikalar bana öyle çok şey öğretti ki…’
Hadi şunun adını dürüstçe koyalım. Yaşasaydı Tarık Buğra’nın bir İBAN numarası olacaktı. Gazetenin insan kaynaklarının onayladığı telif miktarını muhasebe tek tuşla hesabına geçecekti. Bir delikanlı Boğaz’ı vapurla geçip Kadıköy’e inmeyecek, Buğra ile buluşmayacaktı. Böylelikle belki içine yönetmenlik ateşi düşmeyecek, belki de okuduğu o binlerce kitabı okuyacak bir motivasyonu olmayacaktı.
Devamı Cins Dergi Aralık sayısında..