Abdülaziz Bayındır’a Açık Mektup – 2

EREN SAFİ

Cins dergisinin son sayısında Abdülaziz Bayındır’a açık mektup başlığıyla bir yazı yayımladım. Ancak sonrasında hem sosyal medyada hem de gündelik hayatta öyle tepkilerle karşılaştım ki birkaç noktayı açıklığa kavuşturmazsam içimde kalacak. Kısa bir not, bu sefer internette, yayımlamak istediğimde sağ olsun İsmail Kılıçarslan anlayış gösterdi. Aynı anlayışı okuyucudan da istirham edip söyleyeceğimi söyleyeyim. Bu arada hocanın bizzat kendisinin ve üslubunun Abdülaziz Bayındır’ın yanlış anlaşılmasına yol açtığını söylediğim bir yazıda yanlış anlaşılmak da harika oldu. İyice karmaşıklaştırayım da sonra da bu yazıyı düzelteyim. Güzel.

Sevgili arkadaşlar benim söze konu yazıda amacım asla Abdülaziz Bayındır’ı karalamak, yolunun yanlış olduğunu, yaptığı işin eksik olduğunu söylemek filan değildi. Aksine acizane, hocanın yaptığı işin ve tutturduğu yolun çok değerli olduğunu düşünüyorum. Hatta sadece değerli olduğunu düşünmüyorum aynı zamanda Kur-an’ı Kerim’i okumanın en doğru yolunun Abdülaziz Bayındır’ın önerdiği, açtığı yol olduğunu söylüyorum. Benim şehadetimin bir kıymeti varsa eğer, hocanın yaptığı işi Allah rızası için yaptığını biliyorum. Bu yüzden de büyük bir heyecanla acaba benim gibi düşünen ve ehli sünnet yoluna ve akidesine sıkı sıkıya bağlı arkadaşlarıma görmedikleri bir şeyi işaret edebilir miyim diye düşünmüştüm. Evet sizi rahatsız eden ve kulaklarınızı kapatan şeylerin tamamı beni de rahatsız ediyor ama biraz daha yakından ve berat-ı zimmet esasıyla bakarsanız rahatsız olduğunuz şeyin fikirler olmadığını görürsünüz demeyi denemiştim.

Rahatsız olduğunuz şey Abdülaziz Bayındır’ın müdafaa ettiği fikirler değil. Zira eserlerinde de bir çok örneğini görebileceğiniz gibi hoca, daha önceden savunduğu bir görüş, kendi kurduğu bir fikir bile olsa doğrusu gösterildiğinde veya kendisi gördüğünde mutlaka o görüşünü terk edip doğrusuna intisap ediyor. Rahatsız olduğunuz şey, Abdülaziz Bayındır geleneğe, tarikatlara, mezheplere, kadim görüşlere ve bu görüşleri savunan alimlere eleştiri getirirken seçtiği kelimeler, dikkatsizlik, takındığı üslup ve tarz. Bir de bu açıdan bakın istedim. Bunu yaparken hocaya hitaben yazar gibi bir mektup kaleme aldım. Çünkü aynı zamanda hocaya, hocam, sizin görüşlerinize ve ilminizin yol göstericiliğine ihtiyacımız var, siz Kuran’ı iki elinizle tutmuşsunuz ama sizin tuttuğunuz yerden tutmayı deneyen insanların da eline vuruyorsunuz demeye çalışmıştım.

Hocam,

Geçen seferki mektubu kaleme alma sebebini hatırlatayım. Ben bugün, bütün toplumsal ve kişisel sorunların kaynağının faiz olduğunu düşünenlerdenim. Siyaset bir sahneyse, onun kulisi tefeciliktir, faizciliktir. Faizle ve tefeciyle mücadele etmenin kararlılığıyla çıkılan yolda da bereket ve Allah’ın yardımının olacağını, tersinin de mümkün olmadığını düşünüyorum. Yani faizle mücadele etmeden, tefeciyi ve faiz düzenini alt etmeye namzet fikirlerin gerçekliğine inanmadan bereketin de Allah’ın yardımının da gelmeyeceğini düşünüyorum. Abdülaziz Bayındır (ve tabi özellikle olumlu görüşler öne sürdüğüm yerlerde Abdülaziz Bayındır dediğimizde, Abdülaziz Bayındır ve arkadaşları olarak okuyun.) ısrarımın temel sebebi de birçok başka fıkhi konudaki yetkinliği, Kur-an’ı Kerim’i doğru okuma biçimi önerisi gibi bir çok hayati konunun yanında faiz konusudur. Tekrar edeyim, konuyla ilgilenenlerin hemen teslim edeceği gibi Abdülaziz Bayındır bugün Türkiye’de değil tüm dünyada bu konuyu, ticaret ve faiz konusunu, her yönüyle ve diğer fıkhi vecheleri içinde mukayeseli olarak ele almış ve gerçekten çözümleriyle birlikte çalışmaları ortaya koymuş ve çalışmaya devam eden neredeyse tek ilim adamıdır. Yirmi seneye yakın bir süredir konuyu çalışıyorum. Abdülaziz Bayındır’ın çalışması gibi bir çalışma görmedim. Allah razı olsun, Allah güç versin, Allah atalarıyla, kendinden sonra gelen nesliyle ve bizlerle birlikte cennete koysun.

Ben iki yüzlü birisi değilim. Birkaç ay önce hocayla tanışmak için ziyarete gittim. Oraya da bunları söylemek için gitmiştim. İnşallah ilk fırsatta yine yaptığı işin bir parçası olmak için kapısını çalacağım. Durum buyken yüzüne gülüp şimdi arkasından ne kendisine ne yaptığı işe dil uzatacak değilim. Diğer taraftan kendisinin samimi bir Müslüman ve Kur-an’ın rehberliğiyle yürüyen birisi olduğuna inandığım için hiç eğip bükmeden eleştirebileceğimi de biliyorum. Bunun gibi, yanlış olduğuna inandığım şeye yanlış dediğimizde de alınmak gücenmek yerine o yanlışı, yanlışsa eğer, tashih edeceğine eminim.

Arkadaşlar, benim gördüğüm, Abdülaziz Bayındır’ın tek derdi Kur-an’ı Kerim’i dosdoğru şekilde anlamak ve anlatmaktır. Bu çaba başka benzer örneklere baktığımızda çoğunlukla teorik bir geleneği karalama alışkanlığına, hayalet avcılığına ve ilahiyat usulü reddiyecilik fetişine dönüşüyor. Abdülaziz hocanın televizyondaki veya internetteki ilk göze çarpan imajı da bu yanlış algıyı destekliyor. Halbuki hocanın eserinin üzerindeki o reddiye tülünü kaldırıp altına baktığınızda katman katman bir deryayla karşılaşıyorsunuz. Ama ilk bakışta o tülü görenlere de haksızlık edilmemeli. Adam baktığında altta ne var, bir altında ne var, daha altında ne var göremez ki. Kaldı ki bugüne kadar Kur-an Müslümanlığı diye, mealcilik diye, Kur-an merkezcilik diye öyle pespaye öyle eciş bücüş işler yapıldı ki, o zavallı dört yıllık fakülte alimlerinin(!) başta Maturidi’ye, Ebu Hanife’ye, Şafi’ye ve diğer sayısız alime hatta sahabeye öyle hakaretlerine şahit olduk ki insanların yoğurdu üfleyerek yemesine de şaşırmamak lazım. Sahtekar, dolandırıcı tarikat şeyhleri var da üçkağıtçı, düzenbaz mealci, vahhabi, ilahiyatçı mı yok? Tonla.

Hocam,

Siz insanlara fazladan misliyle yumuşak davranacaksınız ki insanlar ilk duyduklarında sizin görüşlerinizi bu pespaye modernist güruhtan ayırabilsin. Yoksa sizin önerdiğiniz her doğru işaret de o aynı torbaya doldurulmaya devam edecek. Yeri gelmişken, hocam, hiç kusura bakmayın, bazen resullere bile hiç kimse inanmamış diyorsunuz. Bu sizin durumunuzun sağlaması olamaz zira hiçbir söylediğine kimsenin inanmadığı ama yanlış görüşler savunan da sayısız insan var. Bir de ben doğruları söylediğim için işlerine gelmiyor diyorsunuz ya, öyle değil. Benim işime geliyor vallahi. Tam da o yüzden, bunları, başkalarının da işine gelsin diye söylüyorum.

Söylediklerinizi, savunduklarınızı kucaklayarak, şefkatle, güzellikle söylemek zorundasınız. Bir kardeşin diğer kardeşlerini samimiyetle uyardığını ve aynı zamanda her şeyin nasıl da kolaylıkla hemen dosdoğru kurulabildiğini neşeyle göstermek zorundasınız. Böyle yapsanız da olur demiyorum. Bence böyle yapmaya mecbursunuz. Çünkü ben eğer böyle bir üslupla çağırarak, çoğaltarak ve güzellikle anlattığınızda koşa koşa gelecek insanların hepimizi şaşırtacak kadar çok olduğunu görüyorum. İlk mektupta da söylemiştim, mutaassıp sayılacak bir Nakşi çevrede yetiştim. Hem ailemde, hem büyüdüğüm çevrelerde, üniversiteye kadar okuduğum okullarda Ehli Sünnet anlayışına bağlı, bir tarikata müntesip en kötü ihtimalle saygılı insanlarla bir arada yaşadım. Edebiyat yapmıyorum. Hakikaten bu çevrelerde sayısız genç insan sadece doğru yolda yürümeyi kendisine dert ediniyor. Yaptıkları yanlışları da bile bile değil bilmediklerinden yapıyor. İnanın bana, bu böyle. Hepsinin vebali tek tek omuzlarınızda. Bu da böyle.

Artık bu sefer de yanlış anlaşılırsa ben de daha ikinci denemede sizi geride bırakıp bunlara bildiğimi söyleyeceğim. Ben sizin gibi alim de değilim. Bu arada bize hemen kafa göz girişen arkadaşları uyarayım, ucundan şair dedikleri ve en fazla biraz eli kalem tutan bir sokak çocuğuyuz neticede. Hocanın sabır taşı sağlam da bizimkini camdan yapmışlar.

Bilvesile hürmet ederim.

 

Bu yazıya konu olan ilk mektup, Aralık 2105 sayımızda yayınlanmıştır.

Posted in Genel