Prof. Dr. H. Yunus Apaydın: “Mezhepten Vazgeçmek Müslümanların İddialarından Vazgeçmesi Demektir”

Altını çizerek belirteyim ki biz mezhep derken bir rasyonelleştirme, nasları rasyonel bir zemine oturtma sürecinin sonunda ortaya çıkan ve hukuki ve sosyal ilişkileri düzenlemek üzere “üreten bir mekanizma”dan bahsediyoruz. Mezhep üreten mekanizmadır ve bir bakıma bir hukuk sistemidir. Maalesef çoğu kimse bilerek bilmeyerek mezhep deyince üretilmiş sonuçları ve onların olduğu gibi bugüne taşımayı anlamak istiyor ve bu anlam üzerinden mezhebi yargılayıp mahkûm ediyor.

SÖYLEŞİYUSUF GENÇ

Her bir mezhep kendi içinde sistematik tutarlılığa sahip birer “hukuk sistemi”dir. Her birinin temel kabulleri, temel ilkeleri ve bu kabuller ve ilkeler üzerinden ürettikleri hükümler vardır. Bu yönüyle her bir mezhep bir normatif bir düzen önerisidir. Adına mezhep dediğimiz sistematik kurgu olmadığı zaman, günümüzde yaygın olarak gördüğümüz gibi insanlar Kitap’tan yani Kur’an’dan ve sünnetten hareketle konuştuklarını söylüyorlar ama kitap ve sünnetin kendisi bir doğruluk kriteri olarak konumlandırılamıyor.

Derli toplu anlamak için belki en temelden başlamak gerekir. Fıkıh diye bir şey var. Televizyon ekranlarındaki ve “Merhaba, Youtube kanalıma hoş geldiniz!” diyen hocaların da hatırı sayılır katkısıyla epey tartışılan bir “şey” bu fıkıh. Mümkün olan en yalın haliyle ifade etmenizi istersek nasıl tanımlarsınız? Fıkıh denildiği zaman bugünün insanı ne anlamalı?

Önce fıkıh sözcüğünün sözlük anlamına, sonra da terimleşme sürecine ve en sonunda ulaştığı nihai anlama göz atmak ve içeriğini netleştirmek gerekir. Aksi takdirde aynı sözcükten herkes farklı şeyler anlayacağı için farklı kanaatlere sahip olduğumuz halde hemfikirmiş gibi veya hemfikir olduğumuz halde farklı kanaatlere sahipmişiz gibi durumların ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

Nedir sözlük anlamı peki?

Fıkıh, sözlük anlamı itibariyle ince anlayış, derin kavrayış ve bir sözü, söyleyenin maksadıyla birlikte anlamak gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de ve bazı hadislerde geçen “et-tefakkuh fi’d-dîn” (Mesela Peygamber’den rivayet edilen bir hadiste “Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fakih kılar.” denilmektedir.) şeklindeki kullanımının da yardımıyla fıkıh sözcüğü, ilk olarak dini anlamak, din konusunda ince anlayış ve derin kavrayış sahibi olmak gibi bir anlama doğru evrilmiştir. Din, vahyin lafızlara/metinlere ve eylemlere dökülmesiyle kendisini gösterdiği ve esas itibariyle neleri yapması ve nelerden kaçınması durumunda kişinin sonuç bakımından kurtuluşa erişmiş olacağından haber verdiği için fıkıh terimi bu lafızlar üzerinde ince anlayış ve derin kavrayış sahibi olmayı ifade etmeye başlamıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse fıkıh genel olarak din ve şeriat hükümlerini getiren lafızlar üzerinde düşünmenin ve bunları uygulamanın adı olmaya başlamıştır.

Tanımı, geniş haliyle Ebu Hanife belirliyor sanırım: “Fıkıh, kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” diyerek…

Bu tanımın, din ve şeriatin temel mesajının temerküz ettiği üç alanı yani inanç, ahlak ve amel (davranış) alanlarını içine aldığı ve kişinin gerek ahlâkî gerek itikadî ve gerekse amelî (davranışa ilişkin) alanlarda doğru/iyi olanı yapıp yanlış/kötü olandan kaçınmasını ifade ettiği açıktır. Fıkıh teriminin başlangıçta olmasa bile zaman içerisinde “fıkhetme süreci” yanında, yani inanç, ahlak ve davranış alanında yapılması gereken doğruların ve kaçınılması gereken yanlışların neler olduğunu belirleme yönündeki zihni faaliyeti ifade etmesi yanında, bu sürecin sonunda ulaşılan sonuçlara ilişkin bilgiyi de ifade etmeye başladığı görülür. Ebu Hanife’nin bu tanımı, fakih/müçtehit açısından bakıldığında fıkhetme sürecini tanımlarken, mükellef birey açısından bakıldığında bu sürecin sonucunda üretilen sonuçların bilgisini tanımlamaktadır.

İlerleyen süreçte, yaklaşık hicri ikinci asrın sonlarından itibaren ilimler birbirinden ayrıştıkça ahlâkî sahayı tasavvuf (ilmu’l-ahlâk), inanç alanını da kelâm (ilmu’t-tevhîd) almış ve fıkıh, yalnızca amelî konulardaki yorumlama ve sistemleştirme faaliyetini ifade eder olmuştur. Fıkhın ilk geniş anlamı ile sonraki dar anlamının arasını ayırmak için ikincisine fıkıh ilmi (ilmu’l-fıkh) demek uygun olabilir. Fıkıh terimindeki bu anlam daralması, Ebu Hanife’nin tanımına sonraki Hanefî usulcüler tarafından “amel bakımından” kaydı eklenerek yansıtılmıştır. Neticede fıkıh sadece amelî konulara ilişkin değer yargısı üreten bir ilme dönüşmüştür. Ameli konular derken, bireyin gerek kendisi, gerek Rabbi ve gerekse diğer insanlar karşısında sergileyeceği davranışların tamamı kastedilmektedir. Kısaca günümüz hukuklarının ilgilendiği bütün konular fıkıh ilminin ilgi alanına girdiği gibi fazladan ibadetler ve helaller-haramlar da fıkıh ilmi kapsamındadır.

Tüm bunlardan anlaşılan aslında günümüzde fıkıh denildiğinde -her ne kadar birbirleriyle ayrışamaz bağları olsa da ve fıkıh ilmi her daim inanç ve ahlak ilkelerini gözetmek durumunda olsa da- inanç ve ahlâk alanından ziyade davranışsal boyuttaki bilmenin/bilginin kast edildiğidir.

Sizin bir de din-şeriat-fıkıh ayrımınız var. Biraz bu ayrımı açabilir misiniz; fıkıh, bu iki kavramın neresinde durmaktadır?

Bu üç kavram arasında ayrım yapılmasına ihtiyaç var, çünkü bu konuda zihinler hem karışık, hem de bu ayrım yapılmadığında fıkhın ‘din’ ve ‘şeriat’la özdeşleştirilmesi gibi tehlikeli sonuçlar doğabiliyor. Bu üç kavram arasında benim yaptığım ve sonuçta fıkhın din ve şeriata göre konumunu, daha açık söyleyecek olursak fakihin/müçtehidin Allah ve Peygamber yanındaki konumunu belirginleştirmeye hizmet eden bu ayrım günümüzde fıkhın mahiyeti ve işlevinin ne olduğu sorusuna sağlıklı cevap vermeye hizmet edecektir.

Din, genel olarak “hiçbir peygamberde değişmeyen temel inanç ve ahlak ilkeleri” şeklinde tavsif edilmektedir. Hatta “Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran 3/19) ayetinde bu noktaya işaret edildiği söylenmektedir. Din, içeriği temel inanç ve ahlak ilkeleri olan, vahiy mahsulü, değişmez, sabit ve statik ilkelerdir. Şeriatın içeriği ise genel olarak ibadet ve muamelata ilişkindir. Gündelik yaşayışa ve hukuki ilişkilere dair hükümler bu kapsamdadır. Şeriat da din gibi vahiy ürünüdür, fakat peygamberden peygambere değişme özelliğiyle ondan ayrılır. Literatürde din ve şeriat terimlerinin özdeşmiş gibi birbirlerinin yerine kullanılması aralarında işaret ettiğimiz farkların bulunduğu gerçeğini değiştirmez.

Fıkıh, bu ikisinden farklı…

Evet, Fıkıh din ve şeriat verileri üzerinde düşünme faaliyetinin adıdır. Daha açık söylenirse, fıkıh gerek din, gerek şeriat içerisinde yer alan temel ilkelerin yaşanılan zaman ve zemin dikkate alınarak sistematik bir inşa faaliyetiyle hayata geçirilmesidir. Fıkıh bu yönüyle bir yorumlama faaliyeti olmakta ve bu faaliyet beşer tarafından yapılmaktadır. Burada herkesin bu işe ehil olduğunu söylemiyorum. Kuşkusuz fıkıh faaliyeti, özel yetenek ve uzmanlık gerektiren bir iştir ve sadece ehil olanlar tarafından yapılabilir. Fıkıh beşer tarafından yapılır derken altını çizmek istediğim husus, onun vahiyden farkını göstermektir. Din ve Şeriat koymak Şâri’in işi, fıkhetmek ise bizim işimizdir. Fıkhın din ve şeriatle irtibatı, onları hareket noktası ve kaynak kabul etmesiyle kurulmuş oluyor. Bununla birlikte fıkıh “insan eliyle yapılan” bir anlama, yorumlama ve hayata geçirme işlemidir. Diğer ikisiyle fıkıh arasındaki bu farklılık esas itibariyle fıkhın epistemolojik zeminini de oluşturmaktadır. Şunu kastediyoruz: Her içtihat zandan ibaret olduğu için fıkıh alanı büyük ölçüde zanların rekabet alanıdır; temel ibadetler ve temel yasaklar dışarıda tutulursa fıkıh alanında kesinlik neredeyse söz konusu değildir. Hal böyle olunca sözü edilen temel ilkelerin hayata geçirilmesi sürecinde farklı yaklaşımlar, anlayışlar olabilir. Dolayısıyla tanımı ve mahiyeti gereği fıkhın kendi içinde dinamik bir yapısı vardır. Çünkü bu ilkelerin hayata aktarılması, içinde yaşanılan zemin ve zaman şartları dikkate alınarak yapıldığı için ister istemez bunlara paralel olarak değişiklik göstermesi kaçınılmazdır. Bunun sistemi, yöntemi, hızlılığı, yavaşlığı ayrıca tartışılabilir ama fıkıh aslında böyle bir şeydir ve fıkıh insan olarak bizim işimizdir.

İnsanlar için insanlar tarafından yapılan bir yorum yani. Bu yorumu ortaya koymanın bir usulü ve metodolojisi var haliyle. Bu, nasıl işletiliyor peki? Fıkıh Usulü dediğimiz zaman ne anlamamız gerekir?

Fıkıh verili olan üzerine bir düşünme faaliyetidir. Bu düşünme faaliyeti esas itibariyle “Nasıl davranacağım?” sorusunun cevabını aramaya yöneliktir. Bu yönüyle fıkıh, “Şâri, kendine karşı, diğer insanlara karşı, diğer canlılara ve tabiata karşı benden hangi durumda nasıl davranmam istiyor?” sorusunun cevabını verir.

Elbette fıkıh yapmanın belli ilkeleri, temel kabulleri ve bir metodolojisi var. Modern dönemde bugüne kadar karşılaşılan yeni problemlerin çözümü konusunda izlenmesi gereken yöntemin, fıkıh usulü olduğu zannedildi. Hala da bu düşünceyi devam ettirenler var. Ancak biz aksi yönde bir iddia ortaya attık ve fıkıh usulünün, özellikle ilk üç dönemdeki fıkıh faaliyetinin nasıl işlediğini ortaya koymanın ve bu faaliyet sonrasında ortaya çıkan sahih anlamı temellendirmenin yöntemi olduğunu söyledik. Belki şöyle de söylenebilir fıkıh usulü, özellikle sahabe dönemi olmak üzere ilk üç nesildeki fıkıh faaliyetinin hangi ilkeler, hangi esaslar üzerinden yürüdüğü üzerine bir düşünme faaliyetidir. Bu yönüyle belki fıkhın felsefesidir bir anlamda. Fakihlerin vardığı sonuçlarla Kur’an ve sünnet nasları arasındaki bağı, meyvenin kökleriyle olan bağını ortaya çıkarır gibi çıkarmış bir ilimdir. Fıkıh usulü bu temellendirme faaliyetiyle sahih anlamın korunması işlevini yerine getirmiştir. Bu manada bugün bir mesele ile karşı karşıya kaldığımızda fıkıh usulü kitaplarını açıp oradaki esasları adım adım izleyerek çözüm üretmemiz zor görünmektedir. Geçmişte de bu şekilde olmamıştır. Fıkıh usulünün temel işlevi genel olarak üç nesilde ortaya çıkıp belirginleşen “sahih anlam”ı korumak olduğu gibi, bunun yanında fıkıh usûlünün, belli bir fıkıh mantığı ve tekniğinden hareketle ulaşılacak yeni hükümlerin sağlamasını yapma, onlar için bir sahihlik kriteri olma gibi çok önemli bir işlevi daha vardır.

Buraya kadar kâğıt üzerinde her şey anlaşılır gibi duruyor. Fakat bitmeyen de bir tartışma sürüyor diğer taraftan. Tartışma konusunun altında yatan asıl neden nedir sizce? Üniversite koridorlarından kahvehanelere kadar Türkiye’nin uzun gündemi din ve etrafındaki tartışmalar oluyor. Çözüme kavuşturulamayan yahut bir şekilde tartışma konusu olan ‘şey’ nedir?

Açıkça modern dönemdeki din bilimciler, hadi ulema diyelim, ne tarihsel tecrübede olup biteni layıkıyla anlayıp açıklayabildiler, ne olmakta olanı doğru bir şekilde görebildiler ne de kendi tarihsel toplumsal siyasal şartları içinde olması gerekenin ne olduğu üzerinde gereğince düşünebildiler. Böyle olunca ifrat ve tefrit arasında salındılar. Mürekkep yalamışların büyük çoğunluğu tarihsel tecrübedeki ehl-i hadis zihniyetinin farklı renk ve tonlardaki modern versiyonlarını temsil ettiler. Geniş halk tabakası ve birtakım cemaatler de geleneği olduğu gibi muhafaza ve yaşatma sevdasına tutuldu. Ehl-i hadis zihniyeti derken -burada bütün niteliklerini saymam tabii ki mümkün değil- özellikle her daim metne dönen, her durumda metnin kendisinden hareket etmeye çalışan zihniyeti kastediyorum. Reyi (rasyonaliteyi) ve yaşanmışlıkları dikkate almayan her yaklaşım, az veya çok ehl-i hadis zihniyetiyle maluldür. Bu bakımdan otorite fikrine savaş açan her anlayış, farkında olunsun olunmasın, içinde ehl-i hadis zihniyetinden bir iz, bir öz taşır. Zahiriliğin, selefiliğin, hatta bir yönüyle tarihselciliğin bu kapsama dâhil edilmesi mümkündür. İfrat ve tefrit arasındaki salınım sonucunda tefrit ucunda kalanlar -hayatın akışından bağımsız- kendilerince dinlerini yaşayabileceklerini düşündükleri gettolar, cemaatler oluşturdular. İfrat tarafında yer alanlara gelince bunların bir kısmı ya akıp giden hayata müdahale edememenin ve bu akışta aktif rol alamamanın yol açtığı hırçınlıkla radikalleştiler ve siyasallaştılar; bir kısmı da kendini bu akışa entegre etme anlamına gelecek bir çizgi tutturdular. Dolayısıyla sizin “bitmeyen tartışma” dediğiniz şey, çizdiğim bu çerçeveden bakıldığında sanal bir tartışmaya, “avara kasnak” misali semeresiz konuşmaya dönüşüyor. Evet, modern dönemde Müslüman aydınlar, ulema, modern hayata müdahale etmenin teorisini oluşturamamıştır. Acı gerçek budur.

Mezheplerin varlığı meselesi de bugün yeterince anlaşılmamış bir başlık sanıyorum. Bu bağlamda onu da ele almak gerekir sanıyorum. Nedenleri ve bağlayıcılığı açısından nasıl düşünmek lazım mezhepleri?

Sanayi devrimi sonrasında insanlık için pek çok şey değişti. Bu değişimin bizdeki etkisi, geri kalmışlığı geleneğe fatura etmek ve geri kalma sebebi olan bu gelenekten, geleneksel olandan özgürleşmeye çalışmak şeklinde olmuştur. Mezhep kavramı da bundan nasibini almış, son dönemde neredeyse ilahiyat camiasında bile dışlanmış, tabir caizse ötekileştirilmiştir. Ben yaklaşık yirmi yıldır “ekol sistematiği” adlandırması üzerinden mezhebe itibar kazandırmaya çalışırken genç veya kıdemli pek çok akademisyen hocamız bunu yadırgamıştı. Hatta -tatlı bir hatıra olarak nakledeyim- bir toplantıda ben kendimi “Hanefi mezhebindenim” diye takdim ettiğimde (bana olan sevgi ve güveninden emin olduğum; benim de hürmette kusur etmemeye çalıştığım) hocaların hocası olan büyük bir hocamız “Yunus hoca bile kendini bir mezheple kayıtlarsa gerisini siz hesap edin!” mealinde serzenişte bulunmuştu.

Mezhep kelime olarak kişisel görüş demektir. Bahsettiğimiz terim anlamı ile de sistemleşmiş, iç tutarlılığı gözetilmiş görüşler üreten yapılardan başka bir şey değildir. Bu manada fıkıh mezhepleri ne ayrıştırıcı ne dini sabote eden yapılar, ne de olmuş bitmiş görüşlerden ibaret “paket programlar”dır.

Altını çizerek belirteyim ki biz mezhep derken bir rasyonelleştirme, nasları rasyonel bir zemine oturtma sürecinin sonunda ortaya çıkan ve hukuki ve sosyal ilişkileri düzenlemek üzere “üreten bir mekanizma”dan bahsediyoruz. Mezhep üreten mekanizmadır ve bir bakıma bir hukuk sistemidir. Maalesef çoğu kimse bilerek bilmeyerek mezhep deyince üretilmiş sonuçları ve onların olduğu gibi bugüne taşımayı anlamak istiyor ve bu anlam üzerinden mezhebi yargılayıp mahkûm ediyor. Bu vesileyle o dostlarımızı anlamaya ve insafa davet etmiş olalım. (gülüyor)

Hâlbuki doğrusu mezhebi, “üreten mekanizma” olarak düşünmektir. Bu anlamda mezhepten, ekolden, ekol düşüncesinden vazgeçmek kanaatimce Müslümanların kendi iddialarından vazgeçmeleri anlamına gelir. Bu kadar açık, net ve kesin. Çünkü tutarlı, nitelikli, yararlı, etkili ve kalıcı düşünce üretmek böyle bir sistematikten hareketle yapılabilir. Bunun haricindeki sözler söylemler, yukarıda da ifade ettiğim gibi ifrat ve tefrit arasında salınır, etkili, kalıcı olmaz ve İslam’ı sadece popüler düzeyde var kılmaya ve sürdürmeye yarar.

Fıkhi yorumun bağlayıcılığı meselesi de gündeme geliyor burada. “Onun yorumu neden benim yorumumdan daha üstün olsun” sorusu…

Doğru ve önemli bir nokta burası. Basitleştirerek söyleyecek olursak fıkhi yorum, -buna rey de diyebiliriz- epistemolojik olarak zan ifade eder. Yani yaptığımız içtihat sonucunda ulaştığımız görüşü “Bu kesinlikle Allah’ın hükmüdür.” diyerek lanse edemeyiz. Ben yorumumu, sadece sübjektif olarak ve dolaylı biçimde Allah’a nispet edebilirim. Yani “Şu şu ilkelerden hareketle, şu yoldan yürüyerek vardığım sonuç benim kanaatimce Allah’ın bu konudaki hükmüdür.” diyebilirim. Çünkü hiç kimsenin kendi sübjektif yorumunu, sanki Allah’ın açık ve kesin buyruğuymuş gibi gösterme hakkı yoktur. Yeri gelmişken insanlar arasında yaygın yanlış bir anlayışa da işaret edeyim. O da şu: “Dini konularda bana göre, kanaatimce diyerek görüş açıklanamaz.” deniliyor. Hâlbuki hem yanlış hem de tehlikeli olan şey, içtihadi konularda “bana göre” demeden bir görüşü, doğrudan Allah’a veya Peygamber’e nispet etmektir. Ama tabii ki bu “bana göre” sözünü söyleyecek kimsenin içtihat ehliyetine sahip olması, bir yetkinlik ve uzmanlığının bulunması ve sistematik bir kurgudan hareketle görüş açıklıyor olması gerekir. Yoksa ki oturduğu yerden, içtihadi yetkinliği olmayan birinin görüş açıklama hakkı bile yoktur.

Bu konuyla ilgili diğer bir husus da şudur. Mezheplerin kurulmasıyla birlikte, artık herkesin istediği müçtehidin peşine düşmesinin, istediği görüşü almasının önü de teorik olarak kapanmıştır. Çünkü mezhepler, iki alanda, yani bireysel dindarlık ve hukuki ilişkiler alanında insanlara kendisine uyulacak teorik bir çerçeve sunmuşlardır. Hukuki hayatın düzenli ve tutarlı bir şekilde yürümesi için siyasal otorite bir mezhep bütünlüğünü dikkate alma ihtiyacını hissetmiştir. Aynı şekilde bireysel olarak da tutarlı ve ahlaklı bir dindarlık artık bir mezhep sistematiği içinde kalarak mümkün olmaya başlamıştır. Maalesef modern dönemde bu husus göz ardı edildiği için, insanlar adeta işlerine gelen fetvanın peşinde koşturulmuş, bu da ahlaki duruştan yoksun pragmatik ve oportünist Müslüman tipini ortaya çıkarmıştır. Yazık ki ne yazık!

Birbirinden farklı iki “meşru” yorum söz konusu olabiliyor. İkisi de kabul görebiliyor. Bir üçüncü yorum neden meşru olmasın?

Evet, az önce de ifade ettiğimiz gibi yorum kapısı açıktır. Ancak bunun bazı sınırları vardır. Mesela özellikle ekranlarda sık görülen -akademisyen veya değil- hocalar oturdukları yerden ayetlere anlam veriyorlar ve “Ben böyle anlıyorum.” veya “Ben böyle yorumluyorum.” vs. diyorlar. Kimse kusura bakmasın, Kur’an-ı Kerim herkesin kafasına göre anlayacağı bir kitap değildir. Artık herkesin şunu anlaması ve kabul etmesi lazım ki Kur’an salt Arapça bilgisiyle kendisinden hüküm çıkarılabilecek bir kitap değildir. Gelenekte olanı anlamaya ve açıklamaya çaba göstermeyen ve bugünü/kendisini “bir şekilde” geleneğe eklemleme çabası içinde olmayan kimselerin din adına söylediklerinin değerli olup olmadığını ciddi şekilde tartışmak lazım.

Kısmen değindiniz ama belki açarsınız diye yine de altını çizmek isterim; klasik fıkıh ve orada üretilen veriler zamanla mukayyet midir? Klasik fıkıh, bugünün insanına konuşabilir mi?

Fıkıh, günün insanına konuşmak zorundadır. Fıkıh olmuş bitmiş ve bugünün insanına dikte edilecek hükümler bütünü olarak görülürse bu mümkün olmaz. Mezhep yani ekol sistematiği canlandırılıp mezhepler üreten mekanizmalar olarak görüldüğü takdirde ancak bugünle iletişim kurulabilir. Ancak bunun için muhatabın da buna istekli olması gerekiyor. Bu iki taraflı bir şey.

 Az önce de birkaç kez atıf yaptınız, geçtiğimiz ay yayınlanan Din ve Fıkıh Yazıları kitabınızda da “Hukuk alanında karşılaşılan sorunları nasıl çözeriz, sorusuna benim cevabım, ‘ekol sistematiğini işleterek’ şeklindedir” diye bir cevabınız var. Nedir bu “ekol sistematiği?”

İlave olarak şunları söyleyebilirim. Her bir mezhep kendi içinde sistematik tutarlılığa sahip birer “hukuk sistemi”dir. Her birinin temel kabulleri, temel ilkeleri ve bu kabuller ve ilkeler üzerinden ürettikleri hükümler vardır. Bu yönüyle her bir mezhep bir normatif bir düzen önerisidir. Fıkhi mezhepler bağlamında söylersek bu ekoller birbirleriyle gizli veya açık rekabet içindedirler ve bu rekabet onların olumlu anlamda gelişmelerine, kendilerini revize etmelerine, karşılaşılan hukuk problemlerinin çözümünde gelişkin alternatif hazırlamalarına imkân verir. Bu nokta oldukça önemlidir. Adına mezhep dediğimiz sistematik kurgu olmadığı zaman, günümüzde yaygın olarak gördüğümüz gibi insanlar Kitap’tan yani Kur’an’dan ve sünnetten hareketle konuştuklarını söylüyorlar ama kitap ve sünnetin kendisi bir doğruluk kriteri olarak konumlandırılamıyor. Biraz açacak olursak o diyor ki ben Kur’an’a göre konuşuyorum, diğeri de aynı şeyi söyleme hakkına sahip. Aynı ayetten veya farklı ayetlerden hareketle öne sürülen farklı görüşler nasıl yenişecekler. Maç her zaman 1-1 berabere biter. Ama ilkeler, temel kabuller ve yöntem üzerinden gidilebildiğinde bir görüşün dayandığı temel kabul, ilke ve uyguladığı yöntem eleştirilebilir ve yanlışlanabilir. Bu yönüyle mezhep sistematiği dediğimiz şey “din konusunda düzgün düşünmeyi mümkün kılan bir araç” olarak da konumlandırılabilir.

Ayrıca mezhep tahakkümcü zihniyeti ve tahakkümcü söylemi de önleyen bir işleve sahip. Mezhep sistematiği içinde gidildiğinde, mezhebin kılcal damarlarına ve her bir hücresine Kur’an ve sünnetin anlamı sinmiş olsa bile, olur olmaz yerde “Allah diyor ki…”, “Peygamber diyor ki…” gibi, içeriğine bakılmaksızın dinleyeni kabule zorlayan bir üslup pek olmaz. Bunun yerine takdim edilen görüşün mahiyeti, dinin temel hedeflerine uygunluğu, işe yararlığı, pratikliği gibi hususlar ön planda olur ve sunulan görüş bu noktalarda kendi ayakları üzerinde durabilen bir görüş olur. Allah’ın dediği tabii ki başımızın gözümüzün üstüne ama… Senin filan ayete verdiğin yalın anlam gerçekten Allah’ın dediği mi; mesele bu. İşte mezhep Kur’an ve sünnet arasında bütün lafızları tek bir cümle gibi düzenleyerek, ilaveten sahabe uygulaması başta olmak üzere tüm yaşanmışlıkları göz önünde tutarak oluşturulmuş bir yapıdır.

 Bir başka yerden konuşmak gerekirse şunu sormak isterim; fıkhın kaynakları olarak öncelikle Kuran ve sünneti alıyoruz. Fakat genel olarak sünnet, özel olarak da hadisler etrafında da bir tartışma yaşandığını görüyoruz. Hadisleri Kur’an’a arz etme meselesinden, tarihselciliğe kadar bir dizi farklı başlıklar var.

Maalesef modern dönemde hadislere yaklaşım konusunda da notumuz kırık. Girizgâh yapmadan, yumuşatmadan direkt söyleyeyim, hadislere yaklaşım konusundaki en temel hata muhaddislerin, yani hadisleri birtakım kriterlere göre tespit edip kitaplara kaydeden hadisçilerin, mesela Buhari’nin, Müslim’in, Tirmizi’nin kendi sıhhat kriterlerine göre senetlerini sahih bularak “sahih” dedikleri hadisleri kullanmanın, bunlarla amel etmenin gerekliliğine inanmak olmuştur. En temel hata bir hadisçinin sahih dediği bir hadisle amel etmenin gerekliliğini düşünmektir. Tarihsel birikime vakıf olsak büyük Hanefi fakih ve usulcü Ebu Bekr Razi el-Cessas’ın, sonraki usulcülerin çoğunluğunca paylaşılan “Ben bir hadisçinin sahih demesiyle yetinip o hadisle amel eden bir fakih görmedim” sözünden haberdar olurduk. Kim olursa olsun, ister Buhari, ister Müslim fark etmez, bir hadisçinin bir hadise “sahih” demesi bir şeydir; ama onunla amel etmek, o hadis üzerine şer’î hüküm bina etmek başka bir şeydir. Hadis üzerine hüküm bina etmek fakihin işidir ve bunu yaparken hadisçinin sıhhat kriterlerinden daha fazlasını kullanmak durumundadır. Bu fark anlaşılabilse kanaatimce çok şey değişir. Yaşanmışlıklar dikkate alınmadan, daha açık söylersek bir hadisin içerdiği hüküm konusunda uygulamanın ne yönde cereyan ettiği bilinmeden sahih diye nitelenen hadisler üzerine hüküm kurmak doğru olmaz. Mesela Buhari’de geçen -Kurayzaoğullarıyla konuşmak üzere görevlendirilen Sa’d b. Muâz geldiğinde Hz. Peygamber’in “Kûmû ila seyyidikum” (Büyüğünüz için ayağa kalkın.) rivayetiyle İmam Malik amel etmemiş ve amel etmeyişini de bu yönde bir uygulamanın olmayışıyla gerekçelendirmiştir. Biraz sınırları zorlayarak Malik’in tavrından hareketle bir yorum yapılacak olsa -zannedilenin aksine- “rihle fi talebi’l-hadis” (hadis toplamak için başka şehirlere yolculuk etme) faaliyetinin, sözünü ettiğim ilkesel yaklaşım açısından çok da matah bir şey olmadığı söylenebilir.

 Son olarak şunu sormuş olayım müsaadenizle; ‘din’le rabıtasını sağlıklı kurmak isteyen bugünün insanı için giriş düzeyindeki temel öneriniz ne olur? Anlam ve yorum arayışını bu tartışmaların dışında tutmak isteyen biri ne yapmalı, nerede durmalı?

Öncelikle bu İslam dininin temel metni olan Kur’an’ın bir zaman ve yerde sahih bir şekilde anlaşılmış olduğunu kabul etmek gerekiyor. Esasında bu, sahabenin Peygamber’den dini doğru öğrenip yaşadığı ve aktardığına inanmak anlamına gelmektedir. Çünkü eğer onlar doğru anlamadı ve yaşamadı ise bizim doğru anlayıp yaşadığımızın garantisi ne olacaktır? Böyle bir şey, geleneği, özellikle sahabenin anlama ve uygulama biçimlerini bir kenara iterek metni sadece dil kurallarından ve bugünün yargılarından hareketle yeniden anlayıp oradan hareketle yeniden bir din inşa etmek mümkün değildir. Kitabımız Kur’an’ın lafızlarının korunması ve nakledilmesi konusunda olduğu gibi anlamlarının korunması ve nakledilmesi konusunda da onlara güvenmek durumundayız. Bu nedenle din konusunda nasıl Allah’a, Peygamber’e inanıyorsak, sahabeye de güvenmemiz gerekiyor. Asistanım Tuğba Gül’ün klişe haline getirdiği ifadeyle: “Peygambere iman, sahabeye güven…” Sonrasında onlar tarafından sayesinde bize ulaşan bu “sahih anlam”ın devamlı yeniden keşfedilecek bir şey olduğu yanılgısından kurtulmamız lazım. Sahih anlam, devamlı yeniden gömülen bir hazine değil ki yeniden keşfedilsin.

Benim kısaca ifade ettiğim iki önemli kavram var: Birisi ‘sahih anlam’; diğeri ‘meşru yorum.’ Bir kere sahih anlamı tahriften koruyup sürdürdüğümüz sürece, o anlam üzerinden yorum üretebiliriz. Böyle yapmayıp devamlı yeni anlamlar icat etmeye kalkışırsak, sahih anlamı yitirme ve yapılacak yorumların meşruiyetinin sağlamasını yapamama riski ile karşı karşıya kalırız. Ancak ona itibar edip onu koruduğumuz takdirde meşru yorum kapısı bizim için her zaman açıktır ve esasında bugünkü teorik ve pratik sorunlarımızı çözmek için meşru yorum yeterlidir. Sorun çözmek için sahih anlamı olduğundan farklı görmeye, göstermeye ihtiyaç yoktur.