Zeliha Eliaçık: “Öfke ister olumlu ister olumsuz bir yönde olsun neticede bir çaresizlik hâlinin dışa vurumu”

Muhatabımıza ben hak ettiğim veya hatalar yaptığım için değil, sen hasta ve problemli olduğun için bana öfkelisin demeliyiz.

SÖYLEŞİ: SAMED KARATAŞ

Bugün Avrupa’da göçmenlere ve Müslümanlara karşı duyulan öfke ve ayrımcılık, organik bir davranış mı? Yoksa öğretilen bir davranış mı?

Bir meselenin bir değil, bin izahı olabilir. Öfke ve ayrımcılık var ama kimin öfkesi. Devletin mi, sokaktaki vatandaşın mı, kurulu düzenin mi öfkesi bu? Bir yanıyla evet sahici bir öfke. Nefret ve ayrımcılık var. Müslüman karşıtı ırkçılık, hatta terör var. Yeni Zelanda’da camide namaz kılarken öldürüldü Müslümanlar. Ancak bu nefret ve ayrımcılığı anlamaya çalışırken kendimizi merkeze alırsak yanılırız. Meselenin öznesi Müslümanlar değil. Kaynağı da onlar değil. Halkın öfkesi aslında bize de değil, ama bize yönlendiriliyor. Öncelikle bu nesneleştirme sürecinin farkında olmalıyız. Ama ırkçı faşist ve ayrımcı bir paradigma var. Evet, bu paradigmanın hedefinde farklı olan öteki olan herkes var. Diğer yandan Müslümanlığın kamusal görünümlerinin ve ifade biçimlerinin hedef alınması bu öfkenin seküler ve pagan karakteri hakkında da bir fikir veriyor. Eskiden Yahudilerdi, zencilerdi, şimdi Müslümanlar… Yani öfke ve nefret gösteren özneye karşı savunmacı veya hatta saldırgan olursak, onların bize saldırdığı yerden savunursak sadece bize biçilen bir rolü oynamış oluruz. Muhatabımıza ben hak ettiğim veya hatalar yaptığım için değil, sen hasta ve problemli olduğun için bana öfkelisin demeliyiz. Savunmacı pozisyon yanlış bir yol. Nedenini kendimizde ararsak yanlış çıkarımlar yapabiliriz. Neden Avrupa’da Müslüman karşıtlığı artıyor? Çünkü Avrupa’da işler iyiye gitmiyor. Müslüman çoğunluğun dindarlıkları, tutumları veya hayat tarzlarında önemli bir değişiklik yok. Irkçılık veya faşizm rasyonel değil, açıklayamazsınız. Her açıklama kendinizi suçlamayla neticelenebilir. Bu öfkenin nedenleri kadar onu nasıl karşılayacağımıza da kafa yormamız gerekiyor.

Müslümanlar öfkenin gerçek hedefi ama tek nesnesi değil. Yansıtıldığı ve araçsallaştırıldığı bir grup. Diğer yandan şunu da yok sayamayız: Hristiyan Batı da pagan ve seküler Batı da Müslümanları yadsır. Evet bu düşmancadır ve belli kodlarla bunu nesilden nesile taşınır. Bu kültürel ve tarihsel bir bilinçaltının tezahürü. Şu konunun açıklığa kavuşturulması gerek: Müslümanlar azınlık oldukları için mi, yoksa bizatihi Müslüman oldukları için mi hedefte. Belki ikisi birden. Diğer yandan siyasi açıdan da Müslümanlara yönelik nefret ve ayrımcılık hem iç hem de dış siyasette kullanışlı bir araç. Üstelik Avrupa bize yansıtılan “çok sesli ve farklılıklara açık” imajının aksine hep bir homojen toplum yaratarak var oldu. Farklılık meselesi çok vurgulanır çünkü kabulde ciddi sorunları var. Avrupa oldukça homojen bir yapıya sahip ve bunu uzun süren savaşlar neticesinde sağladı. Mezhep savaşları, sınıf savaşları vs… Müslümanlar da Avrupa’nın bu homojen yapısına uymuyor. Bir hizaya getirme ve format atma denemesi var. Bu bir toplumsal mühendislik. Bunu yaparken de Müslümanların tehdit oluşturduğu gibi bazı kurgulara ve ilerici Batı, gerici Doğu gibi bazı kodlara, kavramlara ihtiyacı var. Mesela radikal veya siyasal İslam gibi. Avrupa’nın Müslüman sorunu yoktu, sonradan icat edildi. Çünkü işe yarıyor. Bu Müslümanlara yönelik baskı rejimi üzerinden muhkim düzeni korumak için devlet eliyle gerçekleştirilen müdahaleleri de meşrulaştırıyor. Kabul edilemez yasalar, yasaklar ve baskılar kabul edilebilir hâle geliyor. O yüzden Müslüman karşıtlığı ve ayrımcılık; adil demokrat ve eşitlikçi herkesin sorunudur. Sadece Müslümanların değil.

Kişisel izlenimlerinizden de yola çıkarak tersinden şunu da sormak istiyorum: Öfke, ayrımcılık, sömürge vs… Avrupa’nın kötü sicili malûm. Ama Avrupa hep kötü mü? Bunu söylerken, kendimizi de iyilik kavramı üzerinde otorite olarak görüyoruz sanki…

Bu bütünlük arayışının sonucu olan genellemeler zihnî bir konfor sağlıyor. Doğu-Batı, Avrupa, Asya vs. Rahmetli Attila İlhan’ın kitaplarına başlık olan soruları biz hep aklımızda tutmalıyız. Hangi Doğu, hangi Batı? Batı içinde Doğular, Doğu içinde nice Batılar bulabilirsiniz. Önce neden bahsettiğimi açıklığa kavuşturmak gerek. Merkeze insanı alan, ilahi bir referans kabul etmeyen, kapitalist bir paradigma ve bir Weltanschauung olarak batı veya bunun zıddı bir Doğu. Böyle bakınca ne Avrupa hep ve topyekûn Batı ne de Doğu hep “doğu”. Ne Avrupa hep kötü, ne biz hep iyiyiz. Ama kültürel kimlikler oluşturulurken öteki üzerinden bir karşıtlık üzerine kurulursa elbette herkes kendini olumlar. Daha mesafeli ve kesit kesit bakmak gerek. Nerde iyi, nerde kötü? Kime iyi kime kötü? Bir de böylesi bir “iyi Doğu” “kötü Avrupa” kurgusu ne işimize yarıyor? Yücelerde hep aynı şarkı terennüm edilirmiş. Bence Doğusu Batısı değil de zirveleri ve oranın bekçilerini kollamak gerekir.  Bu Batı-Doğu veya Türkiye’nin de makasın bir yanına konduğu ülke kıyasları anlamlı gelmiyor bana. Bu kıyaslar üzerinden bir şeyler yarıştırmak da yanlış. Ama kendi içinde bu yapıları değerlendirip bu iyi veya hayır bu insanlık hayrına değil diyebiliriz. Ben örneğin bir fert ve kadın olarak Avrupa’da daha rahattım ama bir Müslüman ve Türk olarak çok rahat ettirmediler. Neye göre kime göre. Hep bir bağlam içinde görmek lazım.

Medya bazında özellikle yapılan dezenformasyonlar, kitleleri gerçek hayatta düşündüğümüz kadar etkiliyor mu?

Medya hep bir kesit, yadsıma, hikâyeleştirme ve odaklaştırma üzerinden gider. Özellikle Avrupa gazeteciliği hikâye gazeteciliğidir. Vaka-i âdiyeden olaylar bile belli bir çerçeve, kurgu ve hikâye üzerinden verilir. Söylem ortaya koyulur. Nihayetinde etkilemek ister ve etkiler de. Örneğin Müslüman varlığının yok denecek kadar az olduğu Doğu Almanya’da Müslüman düşmanlığı çok fazla. Tuhaf değil mi? Tanımıyor, insan tanımadığına düşman denilebilir. Ama öyle de değil. Her tanımadığımıza düşman değiliz. Odağımıza özellikle ve belli bir çerçevede getirilen konulara tavır geliştiririz. Bizde örneğin Batı pek bilinmez ama hayranlık vardır. Orta Doğu hakkında pek malûmatımız yoktur ama düşmanlık ve kötü bir algı vardır. Çünkü medya veya diğer aygıtlarıyla birileri odağına buraları almış ve bu algıları üretmiş.

İnsanlar farklı bir gerçeklik yaşasalar bile en ufak bir olumsuzluk ve bu gerçekten sapmayı kendilerine sunulan bu çerçeve ve resim üzerinden algılayabilirler. Ve toplum mühendisliği için de zemin oluşur. Örneğin Türkiye’de de 28 Şubat döneminde ne okullarda ne de gerçek hayatta bir başı açık-başörtülü karşıtlığı, yani gerçek bir çatışma yoktu. Ama bu yapılacak bazı operasyonlar için üretildi. Toplum da bunlara tepki verir oldu ve yaşananlar ortada. Neticede insanların gündelik hayatta yaşadıkları medyayı her gün yalanlasa da en azından bu algı ve resimleri toplumsal mühendislik projelerinde kullanmak isteyenler için elverişli bir zemin oluşturulur.

Türkiye’de mikrofon uzatılan herkes konu ne olursa olsun öfkeyle başlıyor sözüne. Dünya halklarında da durum böyle mi? Medya dilinin bunda bir etkisi var mı? Ya da Türk medyasının müşterek bir dili var mı?

Türkiye’de tuhaf bir durum var. O da öfkenin öncelikli olarak ve acımasızca kendine veya kendinden olana yönelmesi. Çok fazla olumsuzluğa odaklanıyoruz. Türkiye’deki insanları dinleyince dünyanın en lanetli ülkesinde yaşadığımız düşünülebilir. Diğer yandan kapalı bir toplumuz. Öfkemiz de kendimize yöneliyor. Dışarıyı tanımıyoruz. Anlamakta mahir değiliz, donanımımız yok. Diğer yandan çok şeye maruz kalıyoruz. İnsanımız daha çok özne olmalı. Bunca maruz kalınma bizi çok yordu. Algılar üzerinden ezbere bir takım söylemler dolaşımda. Küreselleşme sonucunda medya ve internet üzerinden bize akan imajlar var yurt dışından. Gerçeği yaşamanız gerekir. Türkiye’yi tecrübe ediyor ama Avrupa’dan bize sunulan imajları izliyoruz. Gerçek acıdır. İmajlardansa hesap sorulamaz ve daha cezbelidir.  Kurgulanmış bir hayal ve gerçek yarışınca özellikle de gençlerin zihninde hayal kazanır

Diğer yandan öfke, çatışma hâlleri medya açısından da çok “seksi”. Herkes oraya bakar. Bu da izlenme oranının yüksek olması demek. Bu nedenle güzel yanlarımız, daha insaflı ve sakin yönlerimiz çok kadraja girmiyor.

Öfke adaletsizliğe, haksızlığa, adam kayırmacılığa vb. konulara yönelikse hakkaniyetli ve asil olabilir. Öfkenin de bir itibarı var. Benim endişem ilkelerden çok insanlarımızın kendi bireysel çıkarları üzerinden devşirdikleri bir öfkeyi tüm ülkeye hatta insanlara yöneltmesi. Şunun gibi; insanlar birilerinin kısa yoldan para kazanmasına mı öfke duyuyor, kendisi neden kazanamıyor diye mi öfkeleniyor. Kendisi de kazanırsa sorun çözülecek mi. Yahut insanlar liyakatsizliğe mi, yoksa kendi çocuğunun neden o kayırmacılıktan istifade edemediğine mi tepkili. Ancak öfke ister olumlu ister olumsuz bir yönde olsun neticede bir çaresizlik hâlinin dışa vurumu. Bu kadar çaresizlik gerçek olamaz ve çok yorucu.

Kendimize yönelen bu öfkenin ve kötücül imajın nedenleri ne olabilir?

“Biz Türkler” diye başlayan her olumsuz cümle mazoşist ve hasta bir ruh hâlini yansıtıyor. Sanki bu öğretilmiş gibi. Birileri bize “Siz Türkler!” demiş biz de içselleştirerek, “Biz Türkler!” diye bunu tekrar edip bul algıyı yeniden üretiyoruz.  Mesela “Türkler hep geç başlar. İyi organize olamaz.” Akla ziyan bir genelleme. Gerçekten Türkler kötü organizatörlerse imparatorluk nasıl yürüdü. Demek ki Türkler değil, bazı Türkler. Yahut bir süredir Türkler şöyle böyle demek icap ediyor. Son 200 veya son 2 yıl üzerinden koca bir milletin ve ülkenin okuması yapılabilir mi? Ne ki bize geçmiş de öğretilmedi. Kendimizi fazla güzellemeden gerçeğimizi tanımamız lazım. Türkiye’nin gerçeği son 200 yıla sıkışmış olamaz. Ama ondan öncesi de değil tek başına. Bu bütünü görürsek sağlıklı bir Türkiye tasavvuru çıkar ortaya. Gerçekse ortada bir yerlerdedir. Lanetli bir ülke algısı da kutsal millet inancı da sorunlu ve gerçekle irtibatımızı kesiyor.

Tüm dünya halklarını tanımıyorum. Ama tecrübelerimden yola çıkarak diyebilirim ki insana dair ne varsa her yerde vardır. Tüm güzel ve çirkin taraflarıyla. Her toplumda öfke var. Ama bunların dışavurumları, ifade biçimleri farklı olabilir. Avrupalılar sofistikedir. Pasif agresif bir yapı var. Kör parmağım gözüne yapmazlar pek işlerini. Estetiktir, göze batmaz. Yani görmeyecek kadar incedir. Şiddet her yerde var. Bizde biraz orta yerde her şey. Akdenizli mizacı olabilir. Bizim sevgimiz de öfkemiz de gürültülü. İyi ya da kötü demiyorum, bu bir mizaç. Biz gerçeğimize en kaba hâliyle maruz kaldığımız, onu apaçık görebildiğimiz için bu denli öfkeliyiz kendimize. Avrupa’da bunu görmeniz güç; ama yaşarsınız. Çok erken yaşlarda kabullenir ve zaten sistemin içinde size ayrılan yere bile isteye oturursunuz. Çünkü örneğin ayrımcılık, sınıfcılık, kastvari bir toplumsal yapı vardır ve bunlar kurumsal olarak çok erken yaşlarda yapısal süreçlere sindirilerek oluşturulmuştur. Bir haksızlık hissetmezsiniz çünkü göremez ve sorgulayamazsınız.

Sanıldığının aksine çok kontrolcü bir toplum ve devlet de değiliz bence. Avrupa’da bazı şeyler temayül olarak yayılmaz. Öfke, adi suçlar, bir milletin kötü ve bayağı hâlleri ancak bulvar medyasında yer bulur. Bunun da itibarı yoktur. İstatistiklere yansıyan kadın cinayetleri, çocuk istismarları vb. suçlar medyada yer almaz pek. Temiz steril bir toplum algısı Avrupa’da böyle korunuyor.

Herkesin medyayı anlık olarak takip ettiği bir çağda, medyanın toplum mühendisliği ve duygu yönetimi hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Medya diye apayrı bir güce inanmıyorum. Medyanın mühendisliği onu finanse eden, bağlı bulunduğu devlet, şirket veya kişilerden ayrı düşünülemez. Yani medya diye hudayinabit kendi başına var olmuş bir yapı yok. Duygu yönetiminin de özellikle sosyal medya üzerinden başarıldığını düşünüyorum. Ama medyatik operasyonların en zayıf yönü bunların birer kurgu olması. Gerçeğin gücüyse bizatihi gerçek olması. Medya, kurgu ve hikâyelere dayandığı için biz ana akım medyanın kurguladığı hikâyelerin karşısına ne kadar çok yeni ve gerçek hikâye koyarsak o kadar başarılı olabiliriz.  Ortaya konan resmin sorgulanması için alternatif hikâyelere ihtiyaç var. Bu tüketim çağında anlık tüketilen her şey gibi medya üretimleri de anlık tüketiliyor.

Sosyal medya üzerinden herkes kendi medyasını oluşturuluyor. Burada hesapverilebilirlik açısından yeni bir şeyle karşı karşıya toplumlar ve devletler. Bu yeni gerçeklikte medya etiği yeniden düşünülmek zorunda. Mevcut duygu manipülasyonlarına karşı acaba “neden bu” ve “neden şimdi” bana gösteriliyor diye sorgulamak; bize gösterilmeyenin ve neden gösterilmediğinin peşine düşmek gerekiyor. Bir şeyi olduğu gibi görmek çok zor artık. Her şeyi bize gösterildiği ve sunulduğu kadar görebiliyoruz. Gözün gördüğüne inanması çok güç artık. Çünkü göz olanı değil gösterileni görüyor sadece. Akıl ve bilgi sorgulayıcı olarak devreye girmek zorunda. Dijital okur yazarlık öğrenilmek zorunda.

Düzeltme: Söyleşi Nisan 2022 sayısında ” Avrupa’daki öfke, seküler ve pagan karakterlidir” olması gerekirken sehven, “Türkiye’deki öfke, seküler ve pagan karakterlidir” şeklinde basılmıştır.

Posted in Genel