Necip Evlice: “Nuri Pakdil ve Edebiyat Dergisi Tam Anlamıyla Bir Okuldu!”

Kırk küsur kitabından, on beş yıl boyunca çıkardığı bir dergiden çok daha öte; onun aslında geriye bıraktıkları hepimizin yüreğine verdiği bir tavır alma duygusu, bir reddetme duygusu ve bir dik durma duygusudur. Bunlar ondan bize kalan en önemli miraslardır. Önemli bir çağa bu anlamda damga vurmuştur.

Klas Duruş’un ve Derviş Hüneri’nin sahibi kelimenin tam anlamıyla “Ustamız” Nuri Pakdil, gerçek yurdumuza, ebedi âleme göçtü. Sağıyla soluyla, seveniyle sevmeyeniyle herkeste izler bırakmış, herkese sesini ve tavrını ve yazdıklarını duyurmuş bir kalem ustasıydı o. Yüzyılın en namuslu kalemlerinden biri olarak Nuri Pakdil artık aramızda yok. Hepimizin gideceği ebedi yurdumuza göçtü. Biz de hem hatırasını yâd etmek hem de dünyasının kapısını biraz daha aralamak için 40 yıllık dostu, yol arkadaşı ve öğrencisi Necip Evlice ile Nuri Pakdil’i ve geride kalan şeyleri konuştuk.

SÖYLEŞİ: YUSUF GENÇ

Bugünden değil, o günden başlayarak konuşmak isteriz. 1969 yılının başında Edebiyat Dergisi’ni çıkarıyor Nuri Pakdil. İlk soru bu olsun: Nuri Pakdil’i doğuran şey neydi?

Nuri Pakdil Maraş’tan çıktıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini 1961’de bitiriyor. Yani 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni okuldayken yaşıyor. Türkiye’de çalkantıların, öğrenci olaylarının, kötü dönemlerin yaşandığı ve çok trajik bir biçimde Adnan Menderes’in ve arkadaşlarının asıldığı döneme tanıklık ediyor. Okulu bitiyor ve Bitlis’te 2 yıl askerlik yaptıktan sonra İstanbul’a dönüyor ve İstanbul’a döndükten sonra avukatlık stajını da tamamlayıp hayata atılmak istiyor…

Ama aslında avukatlık yapmak gibi bir düşüncesi yok…

Evet, ama İstanbul Barosu’nun kayıtlı avukatlarından avukatlık stajını yaparak avukatlık belgesini de alıyor tabii.  O zaman daha önceden de tanıştığı ve her zaman destek yardımlarla birbirlerini cesaretlendiren Sezai Karakoç’un Diriliş Dergisi’ne hem insan kaynağı, yazar ve şair anlamında; hem de ekonomik anlamda katkılarda bulunuyor. Kendisi de bazı gazete ve dergilerde gerek iş gerekse yazılarını yayımlama hususunda çalışmalarını sürdürüyor. Bu süreç 1967 yılına kadar devam ediyor. 67 sonlarında Diriliş Dergisi kapanıyor ve o dönemde başkaca da nitelikli edebi ürünler yayımlayabilecek bir dergi maalesef yok; daha çok popüler ve siyasi içerikli dergiler mevcut. O yıllarda Pakdil bir biçimde İstanbul’da tutunamıyor ve Ankara’ya dönüyor. Ankara’da işe başlıyor ve orada o dönemde Rasim Özdenören, Âkif İnan, Erdem Beyazıt ve birkaç arkadaşı daha bulunuyorlar.  Dolayısıyla, uzun yıllardır, lise ve üniversite hayatından itibaren, sürekli bir büyük tedirginlik ve kaygı içerisinde olan bu insanlar, bir şeyler yapma düşüncesiyle bir takım fikir alışverişinde bulunuyorlar. Ve o yıllarda yolları bir biçimde Fethi Gemuhluoğlu’yla da kesişiyor, tabii onunla da zaman zaman bir araya gelip görüşüyorlar.

Ankara’ya her gelişinde Necip Fazıl’la da buluşuyorlar…

Edebiyat çıkmadan önce de, çıktıktan sonra da, Üstad Necip Fazıl’ın Ankara’ya gelişlerinde, mutlaka toplanılıyor ve sohbetler yapılıyor. Evet, işte tüm bu atmosfer içerisinde ülkelerine dair kaygılarından dolayı, ülkeleri için bir şey yapma arzularından dolayı bir dergi çıkarma fikrini ortaya koyuyorlar ve kısa sürede Edebiyat Dergisi’ni çıkarma aşamasına geliyorlar. Tabii bunda,  artık Diriliş’in çıkmayacak, yayımlanmayacak olmasının da etken olduğunu da söylemek gerekir. Çünkü Sezai Bey o dönem Diriliş’i yayımlayamayacağını söylüyor ve bu insanlar da kendi başlarına Edebiyat’ı çıkarmak için yola çıkıyorlar. Sonuç olarak, Şubat 1969’da Edebiyat Dergisi yayın hayatına başlamış oluyor. Edebiyat Dergisi, yayın hayatına başlamasıyla birlikte ortaya koyduğu manifesto niteliğindeki yazılardan dolayı olsun, biçim ve üslûp tavrından dolayı olsun her kesimden bir şekilde ilgi görmeye başlıyor. Özellikle üniversite gençliği arasında ciddi bir talep görüyor; tartışılıyor, konuşuluyor ve sahipleniliyor… Ve Edebiyat’ın doğuş atmosferi bana göre Nuri Pakdil’i doğuran ana sebep. Uzun yıllardır içinde beslediği büyük duygularını; umutlarını ve hayallerini gerçekleştirmek için, sanatın edebiyat alanını bir araç olarak kullanma yolunda attığı bir adımdır Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil böylelikle kendisini bir mücadelenin, bir kavganın en ön saflarında bulmuştur.

YAZMAKTAN BAŞKA BİR HAYAL KURMAMIŞTI

Hukuk fakültesini -üstelik o yıllarda- bitirmiş biri olarak dünyanın dönüşüne katılabilirdi, en azından uzaktan izleyebilirdi; ama o parlak mesleğini bir kenara bırakarak dünyanın dönüşünü durdurmaya çabaladı. Edebiyat bir şey burada, peki Nuri Pakdil aslında kimdi?

Nuri Pakdil aslında Maraş’ta oldukça dindar ve muhafazakâr ve nispeten de entelektüel seviyesi yüksek bir ailede ve yazık ki Cumhuriyet’in 1950’ye kadar olan baskıcı dönemlerinde çocukluğunu geçirmiş ve birçok olumsuz uygulamalara tanıklık etmiş birisidir. Bundan hareketle, iç dünyasında kendisini yazmaya ödevli biri olarak büyütmüştür. Çocukluğundan itibaren yazmak ve fikirlerini söylemek konusunda hayaller, düşler kurmuştur. Bunun sonucu olarak günü geldiğinde, arkadaşlarının da onu koşulsuz, sınırsız sevmesiyle ve desteklemesiyle onlarla bir arada hareket etme imkânı bulmuş ve Nuri Pakdil böylelikle doğmuştur.

Bütün yazarların kendi şehirleri var elbette… Ama şehir, Nuri Pakdil için çok daha başka anlatımlara imkân tanıyan bir uzay. Çok daha tutkulu vurgular görüyoruz onda.

Nuri Pakdil şehirlerini şöyle sayardı, Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Maraş ve Bitlis, bazen de Paris. Nuri Pakdil bu şehirlerin hemen hepsinin ortaya çıkışından, durumundan, buralarda yaşananlardan, bugün yansıttıkları kimlikten hareketle çok değişik anlatımlar ve yansıtmalar yapabilmiştir bu şehirlerle ilgili. En çok da İstanbul, onun için bir sevdadır. “İstanbul’u neden bu kadar çok seviyorsunuz?” sorusuna her zaman: “Peygamberimiz’in hadis-i şerifinde adı geçtiği için… Peygamberimiz’in hadis-i şerifinde fetholunacağı müjdelendiği için…” cevabını vermiştir. Mekke ve Medine’yi Peygamberimiz’in bu dini insanların kalbine indirdiği yerler olması itibariyle çok sevdiği gibi; Kudüs’ü Peygamberimiz’in miraca çıkarken son ayak bastığı yer olması itibariyle sevdiği gibi, İstanbul’u da Peygamberimiz’in hadisinde adı geçtiği için çok sevdiğini söylerdi. Maraş, doğduğu yer; Bitlis, askerliğini yaptığı ve bir gönül macerasının ateşlendiği, sürdüğü yerdir; hiç unutmaz. Bir de Paris vardır, Paris onda insanların “ben şu şehri seviyorum” dediği anlamdaki bir sevgiye karşılık gelir. Güzel bir şehir olması, içinden ırmakların geçmesi, bir aşk şehri olması, bol miktarda kitapçıların, kafelerinin olması ve ona bir şehir iklimini yaşatması anlamında sevmektedir Nuri Pakdil orayı. Yoksa bir Batı hayranlığı anlamında değil. Onun tek hayranlığı vardı, yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük devrimcisi Hz. Muhammed (sav), onun getirdiği ilkeler ve onun insanlardaki yansıması. Bunları önemserdi ve bunlara hayrandı. Her nerede olursa olsun bu yansımanın izlerini arar ve o izleri karşılaştığı her insana, her yere kendi meşrebince kazıyarak bırakırdı…

Bütün serüveni, en azından okur gözünden, pek çok ilginçliklerin beraberinde ilerliyor. “Yarın 1 Ocak Edebiyat olmayacak” diyerek Edebiyat Dergisi’ni kapatmasının ardından çok uzun yıllar görünmüyor hiçbir yerde. İsmi de eserleri de efsaneye dönüşüyor.

Evet, hep söylenir Nuri Pakdil bir tavır, bir hâl ve hareket adamıdır diye. O, konuşmaktan çok yazmayı önceleyen -ki bunu “konuşmak su üstüne yazı yazmak gibidir, aslolan yazıdır” diyerek hep vurgulamıştır-, yine konuşmaktan çok yaşamayı ve onu içselleştirmeyi, bir davranış hâline getirmeyi öneren bir insandır Nuri Pakdil. Bu nedenle Edebiyat kapanacak demez, “Edebiyat olmayacak” der. Çünkü kapanmak ve olmayacak başka anlamlar ifade etmektedir. “Edebiyat olmayacak” derken aslında arkasından şu cümleyi de kurmuştur birçok arkadaşımıza: “Edebiyat yayınına ara vermiştir, başka bir zaman ve mekânda da olsa yeniden yayımlanacaktır.” Bu sözünü hep hatırlarım ama yazık ki, Edebiyat Dergisi’nin yeniden başka bir zaman ve mekânda yayımlanması gerçekleşememiştir. Onun içinde bir ukde olarak kalmıştır. Edebiyat yayımına ara verdikten sonra uzun yıllar görünmedi, evet; çünkü yoksulluğuyla baş edebilmek için -ki biz onu yoksulluğa mahkûm etmiştik-, yeniden devlet memurluğuna dönmek zorunda kaldı. Aslında bu yaptığı işin devlet memurluğuyla beraber yürümeyeceğine inandığı için yıllar önce devlet memurluğundan ayrılmış ve kendisini bu davaya vakfetmişti. Ama 1960 Darbesi gibi 1980’de de bir darbe geldi ve bütün insanları değiştirdi, etkiledi, başkalaştırdı. Bu başkalaşımdan Nuri Pakdil de, Edebiyat Dergisi de, Edebiyat Dergisi’nin son döneminde yer alan insanlar olarak bizler de payımızı aldık. Birkaç yıl içerisinde Edebiyat Dergisi de bir biçimde kapandı. Nuri Pakdil kelimenin tam anlamıyla tek başına ortada kaldı. O güne kadar her neyi varsa davası uğruna harcamış bir insan, o günden sonra hiçbir geliri olmaksızın ortada bir başına kaldı. Biz hepimiz iyi kötü bir iş bulup bir şekilde hayatımızı devam ettirdik. Arif Ay’ın deyişiyle Edebiyat kapandıktan sonra belki bizler de bir süre “sudan çıkmış bir balık gibiydik” ama o bu durumu hepimizden çok daha başka ve iliklerine kadar yaşadı. Onun bu konuda herhangi bir açıklaması olmamakla beraber, benim düşüncem; yeniden devlet memurluğuna dönüp aynı hayatı, aynı edebiyat ve düşünce mücadelesini memurlukla beraber sürdürmeyi kendine yediremedi ve hazmedemedi. Dolayısıyla 96’da memuriyetle ilişkisini bitirdikten sonradır ki, eve çıktı, kapılarını açtı, insanları davet etti, hepimizi yeniden çağırdı. “Ne yapabiliriz? Bir şeyler yapalım” diye sordu. Ama 84’ten 96’ya kadar köprülerin altında çok sular akmış ve çok şeyler değişmişti. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını ve çağın değiştiğini çok yakinen gördü ve yeni bir strateji geliştirdi. İletişim çağında interneti de kullanarak yeniden yayın yapıp, düşüncelerini duyurma konusunda kitap yayımlayarak adım attı. Ve o adımlarını o günden bu yana, ölünceye kadar devam ettirdi. Süreli bir dergi fikrinden, bütün ısrarlara rağmen geri durdu. Süreli bir yayının geçmişte onu ne kadar zorladığını, yeniden öyle bir işe girişmemek için direnmesinden görmüştüm. Evet, o sorumluluğu taşımak gerçekten çok zordu. Bu nedenle Nuri Pakdil de tekrardan bir dergi mücadelesi içine girmedi.

“GEÇMİŞTE KARŞIYDIM AMA FOTOĞRAF BUNDAN SONRA SERBESTTİR”

Yine buna ilişkin, mahsus bir tavır olarak son yıllarına kadar fotoğraf çektirmekten imtina etti. Hatırlar mısınız bilmem, bu tavrın nedenleri konusunda hiçbir konuşma geçti mi aranızda?

Önceki soruya cevap verirken söylediğim gibi, 90’lı yıllarda yeniden yayın yapma düşüncesi oluştuğunda ve yeniden insanlarla bir araya gelip konuştuğunda aslında çağın değiştiğini bir iletişim ve bir görüntü çağına geçildiğini fark etmişti. Aslında geçmişte de fotoğraf çektirmek konusunda mahsus bir tavrı olduğunu söylediğini hiç hatırlamıyorum; ama biz ona böyle bir misyon yüklemiştik: Nuri Abi fotoğraf çektirmez.  Ve bu nedenle fotoğraf çekmeye ve çektirmeye kalkışmamıştık. Ve ben o yıllarda fotoğraf çekiyordum. Ondan mümkün olduğu kadar saklayarak, gizleyerek fotoğraflarını uzaktan çekmeye çalışıyordum. Belki yakından çekmiş olsaydım o zaman da hayır demeyecekti. Ama o zaman o cesareti gösterememiştim. 90’lardan sonraki süreçte, onu ilk kez tanıyan insanların da gelmesiyle ve fotoğrafın bir günlük tüketim aracı ve iletişim aracı hâline gelmiş olmasıyla, Nuri Pakdil artık insanların fotoğraf çektirme taleplerine hiç hayır demedi. Hatta çoğu zaman yanına gelen insanlara kendisi “hadi gelin, bir fotoğraf çektirelim” dedi. Bence, aslında çağın bu yöne doğru evrildiğini görüp buna karşı bir tavır koymanın anlamsızlığını anlayıp ona göre bir tavır geliştirmişti. “Geçmişte karşı çıkıyordum, ama fotoğraf çektirmek bundan sonra serbesttir” demeden kendiliğinden bir tavır olaraktan bunu sergilemiştir. Artık hayatının sonuna kadar da buna karşı durmamıştır. Ama beni üzen bir şeyi söylemiştir: “İnsanların görüntülenmek istemeyeceği anları vardır, bunlara saygı duyun.” Birinde, bir camide namaz kılarken fotoğrafının çekildiğini anladığında söylemişti bunu, birisi de tabii hastalık hâli gibi, düşkünlük hâli gibi, zayıflık hâli gibi anların görüntülenmesini istemezdi. Ama bu konulara biz çok dikkat etmedik, edemedik ve onu çok teşhir ettik gibi geliyor bana… Ben çok dikkat etmeye çalıştım ama her şey benim kontrolümde olamıyordu maalesef, son ana kadar da insanlarımız onu teşhir etme boyutuna gelen şekilde davrandılar. Kuşkusuz bu üzücüdür. Nuri Pakdil bu konuda bir kapı aralamıştır ama biz o kapıdan doğru girmesini bilmemişizdir.

Özellikle bizim kuşağın Pakdil’de en merak ettiği hususlardan biri de “sükût”uydu. Bir söyleşimizde bu derin ve uzun sükûtuyla ilgili sorumu, “hep sükûtu seçtim ama hiçbir zaman susmadım” diyerek cevaplamıştı…

Evet, Edebiyat’ın kapanmasından sonraki 13 yıllık dönem onun için tam bir susma dönemiydi. O susma döneminin ilk on yılında neredeyse unutulmuştu diyebilirim. O on yıllık süreden sonra onu hiç tanımayan ikinci kuşak ve üçüncü kuşak gençliği yetişmişti. 97 yılına geldiğimizde Türkiye yine kaynıyordu. Yine sağa sola çekiştirmeler vardı. Umutsuzluk durumları vardı. Özgürlükle ilgili sıkıntılar vardı. Tam da bu dönemde Nuri Pakdil kitap yayımlıyoruz dedi ve önümüze koyduğu ilk dosyasının adı Sükût Suretinde’ydi. Bu aslında o 13 yıllık sükûtun bir sureti gibiydi ve o kitabı basımevinden alıp kendisine götürüp takdim ettiğim gün 28 Şubat kararları açıklanmıştı. Türkiye “bin yıl sürecek” denen bir döneme giriyordu. O haberleri o günün akşamında ibretle izlemiştik, çok iyi hatırlıyorum. Çok üzülmüş ve çok etkilenmişti Üstat ama umudunu ve mücadele ruhunu hiçbir zaman yitirmedi. Israrla her ay iki kitap yayımlayacağız diyerek, işe hız verdik ve sürekli kitaplarımızı yayımlamaya devam ettik. 97’den 2000’lere kadar 43 kitabının tamamını o dönem çok hızlı bir şekilde yayımladık ve o dönemde bu kitapların yayımlandığının duyurulmasıyla ilgili bana verdiği isimleri, e mail adreslerini ve o isimlerle ilgili notlarını hâlâ saklıyorum. O sustu zannedilen 13 yıllık dönemde, bir varlık gösteren, yazan-çizen tanıdığı her kim varsa aslında onları adım adım takip etmişti. Hatta bu insanların hemen hemen hepsinin nerede olduğunu ne yaptığını biliyordu, boş durmamıştı yani susmamıştı aslında. O bana verdiği e mail adreslerinin sahipleriyle ilgili çok ilginç notları vardır. Edebiyat tarihi bir gün bunları kullanacaktır diye düşünüyorum.

İsminin çağırdığı pek çok kavram, terim ya da tavır var şüphesiz. Onlardan biri de “titizlik”. Yazarken de yaparken de o titizliği görüyoruz. “Doğrudur; dizgi, düzelti, yanlışı yok” vurgusunun anlamı, işaret ettiği kelimenin anlamından daha derin sanırım.

Kuşkusuz. İlk anda basit bir yanlış anlamaya meydan vermemek için yapılmış bir uyarı gibi düşünüyorsunuz; ama ondan çok daha derin anlamları var. O cümleye, o kavrama o kelimeyi dikkat çekmek için de kullanmıştı bunu.  Bir başka şey daha yapmıştı aynı dönemde, o iki dizelik kısa şiirleri o hâle getirinceye kadar kaç kez yazdığının da notlarını düşmüştü: 398. yazılış, 128. yazılış, 251. yazılış gibi… Bunlar öyle artistlik olsun diye yapılmış şeyler değildi, gerçekten de Nuri Pakdil herhangi bir cümlesini, herhangi bir dizesini bitirdikten “evet sunabilirim” deyinceye kadar, onlar üzerinde titizlenir, çalışır ve önemle dururdu. İnceler, bir daha yazar, başka türlü yazar ve artık sonunda ancak ve ancak “evet, oldu” dediğinde yayımlardı. Dolayısıyla o şiirlerin bütün o geçmişten bugünlere kadar gelen sürecinde belirtilen sayılarca değiştirilerek, geliştirilerek yazılıp o son hâllerine geldiğini ben bizzat tanıklığımla biliyorum. Aynı şeyi bütün o mizanpaj dediğimiz sayfa düzeninde ve kitapların kapaklarındaki harflerin punto seçiminde hatta yazı aralıklarının seçiminde, o yazıların renklerinde inanılmaz derecede hassas, titiz ve farklı denemeler yaptırıp “en güzeli bu oldu” demeden ve buna ikna olmadan da bir işe tamam demezdi. Bu bize içindeyken biraz yük gibi, biraz abartı gibi gelirdi. Bir kitap kapağındaki yazı rengini saatlerce tartışmak bize biraz yük gibi gelirdi, ama gerçekten bunu canıyla, kanıyla önemser ve ciddi bulurdu. Bu bizatihi işin ortaya çıkışıyla ilgili. Bundan sonraki süreçte de okuyucuya sunulan bu kitapların ve dergilerin en temiz, en korunmuş ve kaliteli hâliyle yerine ulaşması gibi bir büyük sorumluluk da yüklerdi bizlere. Diyelim göndereceğimiz kitabın bir sayfasında ufak bir kırışıklık, bir yağ lekesi veya bir çizik var… Bu gibi şeylere hiçbir şekilde izin vermezdi ve o kitabı, dergiyi yırtıp atmayı tercih eder ve okuyucuya sunmazdı. Okuyucuya saygısından dolayı en iyi, en temiz, en hatasız kitabı okuyucuya en düzgün şekilde koruyarak ulaştırmak için paketlerimizin de mükemmel ve korunaklı olmasını isterdi ve bunu muhakkak temin ederdi. Bu konularda da elimizden geldiğince onun istekleri doğrultusunda hareket ettiğimizi düşünüyorum.

Yine içerik konusunda asla kelime israfı ve pervasızlık yapmamak gerektiğini, anlatmak istediğimiz meseleye bodoslama dalmamak gerektiğini; en basit hâliyle aşk şiiri yazmak için “aşk” kelimesini kullanmamak gerektiğini, savaş şiiri yazarken de “savaş” kelimesini kullanmamak gerektiğini; asıl önemli olanın konuyla ilgili kelimeleri kullanmadan şiirler ya da yazılar yazmak olduğunu hep anlatırdı bize. Bütün bunların ötesinde, şimdiden farklı olarak 80’li yıllarda yazdığımız her şeyle ilgili bir polis kovuşturmasına uğrama ihtimalimiz vardı. Bu konuda da temkinli, basiretli ve tedbirli olmamız gerektiğini söylerdi; “Müslüman basiretli insandır” derdi. Biz o zaman, onun bu konudaki temkinli tavrını da anlamakta zaman zaman güçlük çekerdik. Ama daha sonraki yıllarda acı örnekler yaşayarak bu temkinin nedenini anladık.

Nuri Pakdil pek çok şeyle beraber bir okul aslında, hem Edebiyat Dergisi’nde yazanları hem de masasında oturanları düşündüğümüzde “Pakdil’den geriye ne kaldı?” sorusunun önemli cevaplarından biri de bu değil mi?

Evet, Nuri Pakdil ve Edebiyat Dergisi kesinlikle bir okul. Onunla bir dergi çıkarırken olsun, onunla bir edebiyat türünde yazı alışverişinde bulunurken olsun, onunla bir düşünce eylemini gerçekleştirirken olsun, o her zaman bize bir şeyler öğretmiştir. Diyelim sizin edebiyat dünyasıyla hiç ilişkiniz olmasa bile, o size hâl ve hareketiyle karşılaştığınız her seferde yeni bir şeyler öğretirdi. Okul olmak kuşkusuz sadece öğretmek değildir, Nuri Pakdil karşılaştığı ve karşılaşmadığı herkesin yüreğine dokunabilmiş ve insanları yüreğinden yakalayabilmiş bir insandır. Bu bağlamda bakarsak, bu büyük umutları, büyük hayalleri ve büyük bir davası olan bu insan, arkasından ağlanmayı hak eden bir insandır. Yetiştirdiği ve temas ettiği insanlar bugün onun geriye bıraktıklarıdır. Kırk küsur kitabından, on beş yıl boyunca çıkardığı bir dergiden çok daha öte; onun aslında geriye bıraktıkları hepimizin yüreğine verdiği bir tavır alma duygusu, bir reddetme duygusu ve bir dik durma duygusudur. Bunlar ondan bize kalan en önemli miraslardır. Önemli bir çağa bu anlamda damga vurmuştur ve hepimiz bize verdiği bu duyguları yaşarken aklımıza sürekli onun yapıp ettikleri gelir. Bana göre düşünce dünyamıza ve düşünme biçimlerimize de onun hâl ve hareketleri ve eylemci kişiliği yansımıştır, damgasını vurmuştur.

NURİ PAKDİL’İ BAĞLANMA İLE ANLAYABİLİRİZ

Nuri Pakdil ismiyle ilk karşılaştığınız günü hatırlatarak sorayım, sizde Pakdil ismini belirgin kılan eser neydi? Pek çok kişi de olduğu gibi Batı Notları mı?

Sanırım benim okuduğum ilk Nuri Pakdil kitabı Umut’tu. Yine hemen beraberindeki günlerde Batı Notları’nı da okumuştum; ama benim için Nuri Pakdil’i belirgin kılan; onu anlama ve görme imkânı sağlayan Bağlanma’ydı.  1978 yılında Maraş’ta Kelâm adında bir dergi çıkarmıştık arkadaşlarımızla. Ve o derginin sonlarına doğru Bağlanma yayımlanıp gelmişti; ben o kitabı okuduktan sonraki dönemlerde benim ruh ve düşünce dünyam adeta şekillenmişti. Hani aradığınızı bulursunuz ya öyle bir duyguyu yaşamıştım. Ardından aynı yıl içerisinde kendisiyle yüz yüze görüşme imkânım olmuştu. Bu yüzden Bağlanma benim için çok önemli, çok değerli ve ezberlenilesi bir kitaptır. Batı Notları da genel anlamda Nuri Pakdil’in ne söyleyip neyi kabul ettiğini, nelere dikkat çektiğini gösteren temel bir eseridir.

Son olarak şunu sormalıyım, onunla bugün vefatı dolayısıyla tanışmış olan biri, Nuri Pakdil’i nereden tutmalı ve onu anlamaya nereden başlamalı?

Kuşkusuz onu Bağlanma, Batı Notları ve Bir Yazarın Notları gibi kitaplarından okuyarak anlayabiliriz. Ama daha da kavramlar üzerinden bakarsak, ahde vefasından, sabrından, direnişinden, insan sevgisinden, ileri görüşlülüğünden ve insanları kucaklayışından tutmalıdır onu yeni tanıyanlar. O bize öyle yapmıştı; hepimize kucak açmış ve bize direnmeyi, reddetmeyi, kabullerimizi sorgulamayı, eleştirmeyi, saygı duymayı ve sevmeyi öğretmişti. Onu yeni tanıyan insanlar da bu kavramlar üzerinden ona yaklaşabilirler. Onun için herkes insan yaşındaydı, büyük küçük herkes insandı; herkesi insan yüzüyle görürdü ve insanı severdi… Oyunlarından birinin başkarakteri de insandır zaten.

Posted in Genel