Mustafa Tatcı: “Herkes Bir Deryanın Balığıdır; Kimi Yunus, Kimi Levrek!”

2021 yılı, UNESCO tarafından tüm dünyada Yunus Emre yılı ilan edildi. Bu büyük etkinliği vesile kılarak hem kendimize hem de dünyaya Yunus Emre’yi ve teklifini yeniden anlatmak üzere “Yunus Emre kimdir?” ve “nereden başlamak lazım?” sorularını sormamız gerekiyor. Tüm bunları ve Yunus’un anlamlarını Leyla İpekçi, Mustafa Tatçı Hoca’yla konuştu. Bu, odur.

SÖYLEŞİ: LEYLA İPEKÇİ

Abdülkâdir Geylânî, Şaban-ı Velî, Mevlânâ yahut Yûnus Emre’yi camiye sokmazsanız, o camiden bir Şabân- ı Velî, bir Niyazi Mısrî çıkaramazsınız. Aklınızı başınıza alın. Fenarî’nin yanına Somuncu Baba’yı, Molla Güranî’nin yanına Akşemseddin’i koymak zorundasınız. Eh, koymazsanız, siz bilirsiniz. Ârifler zaten kenarda gemilerini yürütüyor.

Yûnus Emre denince akla ilk gelen isim şüphesiz Mustafa Tatcı. Yıllardır Yûnusçayı hocamdan işitmeye çalışıyorum: “Aşk medeniyetinin temelini kelimelerle örmüş nev-i şahsına münhasır estetik bir okul yaratmıştır” diyor Yunus için. “Arkasından gelenler onun izine basarak onu üstâd bilmişlerdir. Yûnus bu sebeple halkı Hakk’a davet eden bir ahlâk ve aşk eğitimcisidir, Süleymaniye’yi yapan ustanın zihninde ve gönlünde ne varsa Yûnus’un kelimelerinde de aynı şey vardır.”

Bazen şiirleri şerh ederken anlattıklarını kıssa misâli tekrar eder Tatcı Hoca. Fakat hayretle fark ederim ki tekrar gibi görünen bu anlatımları her seferinde bambaşka bir anlam içinde kullanmaktadır. Bunun da bir Yûnus kültürü olduğunu, bizlerin ise bu eğitim sisteminde bu mektebe hiç uğramadan ömür tükettiğimizi fark ettiğimde Yunusçanın hepimize “gizli hazine” misali emanet olduğuna inandım.

Aşk, ahlâk ve bilgi yoluyla insanı gerçekleştirmekten daha büyük bir hedef olmadığını anladıkça akil olmanın yetmediğini, ârif olmadan kalp ilminin gerçekleşmeyeceğini, velhasıl nefsini kâmile makamına getirmeden (güzel ahlak) dinin tamam olmayacağını büyüklerimiz boşuna söylememiş dedim durdum. Yolculuğun bir aşamasında gönül dili dediğim Yunusça’yı konuşmanın farz olduğunu “Aşktan söyler bu dilim” adlı söyleşiler seçkisi için Mustafa Tatcı Hoca’yla konuştuğumda bir kez daha anladım.

Mustafa Tatcı’nın 20 yıla yayılan süreçte verdiği tasavvuf ve Yunus kültürü üzerine söyleşilerden derlenen bu kitapta okuyucu Türk tasavvuf edebiyatının ince ayrıntılarının yanında Yûnus’un kimliğini, dîvânını, Türkçeye yüklediği manâyı, düşüncelerinin derinliğini bulacak. Tatcı Hoca’nın 1986 senesinden beri başta Yûnus ve Mısrî olmak üzere Hak erenlerin nutk-ı şeriflerini nasıl didik didik ettiğini, konuyla ilgili neler yapıldığını ve yapılması gerektiğini öğrenecek.

Mustafa Tatcı, “Türkçenin Cebrail’i” dediği Yunus ve onun başta Niyazi Mısri olmak üzere asırlar boyunca gelen takipçilerine ait pek çok divanı dünya üzerindeki tüm yazmaları nüsha nüsha toplayıp Osmanlıcasından okuyarak, karşılaştırmalı olarak mana verip şerh ediyor. Şu ana dek 200’den fazla bu yönde çalışması var.

Yıllarını ve mesaisini Yûnus’a, Süleyman Çelebî’ye, Hz. Pîr Şabân-ı Velî’ye, Niyâzî-i Mısrî’ye, Muhammed Nûr’a, Hüseyin Vassâf’a, Osman Kemâlî’ye ve Yûnus’un izinden giden diğer Hak âriflerine adayan hoca, eserleriyle İstanbul, Ankara, Bakü, Saraybosna, Moskova, Limni, Lefkoşa gibi yurtiçi ve dışındaki pek çok yerde, “Yûnus Emre Okulu”, “Niyâzî-i Mısrî Dîvânı”, “Aşk Dîvânı”, “Erenler Dîvânı” adlarıyla yaptığı seminerleriyle tâlip olanlara feyiz kaynağı oldu, oluyor.

Eserlerinde Manisa’dan Amasya’ya, Ankara’dan Kastamonu’ya, Uşak’tan Elmalı’ya, Bolu’dan İstanbul’a ve hassaten Üsküdar’a uzanan geniş bir gönül coğrafyasındaki irfan hafzalarında yetişmiş erenlerin izini sürüyor. Yayına hazırladığı divanlardan hareketle yaptığı sohbetleriyle gönül açmaya devam ediyor.

Sizin konuşmalarınız diğer pek çok tasavvuf sohbetinden farklı olarak bilgiyi aktarmaktan öte tatbik ettiriyor nefsimize. Bu sebeple hakikate tâlip olanlar kelimelerin içinden geçiyor ve içinden canlandırmaya başlıyorlar bilgiyi. Gerek yayınlarınız açısından gerek sohbet ve faaliyetleriniz açısından içeride ve dışarıda Yûnus’un neresindeyiz?

Bendeniz şu ana kadar kütüphânelerde ulaşabildiğim klâsik yöntemle yazılmış bütün Yûnus şerhlerini bir araya getirdim. 20’ye yakın yazmadan hareketle hazırladık. Metni hazırlarken de sanki bizden önce bu metni hiç kimse okumamış farz ettik ve yeniden okuduk. Her şiirin otantik şeklini esas aldık. Beyit beyit, kelime kelime inceledik ve hatta harf farklılıklarına kadar indik. Yûnus bunu nasıl söyler diye düşündük. Şimdi şu önümde duran Yûnus külliyatı 2013 baskısı. İlkini Kültür Bakanlığı “ neşretmişti 1990’da. İkincisini 1997’de Milli Eğitim Bakanlığı, üçüncüsünü 2005 yılında yine Milli Eğitim Bakanlığı neşretmişti. Dördüncüyü 2008’de 6 cilt olarak H Yayınları neşretmişti. Sonra ilâveli baskıyı 2013’de Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) iki büyük cilt olarak gerçekleştirdi.

Şimdi 2019’a geldiğimizde bu geçen süre içinde biriktirdiğim bütün belge ve bilgileri külliyâta ilave ettik. Özellikle bazı mecmuaları taradım, kelime ve şiir bazında bir hayli farklılıklar ortaya çıktı. Yine önceki muğlak bıraktığım birtakım bilgilerim de değişti tabii. Kısacası bu yeni baskı öncekilerine göre çok farklı oldu. Yunus olarak bilinen Aşık Yunus’a ve hatta Tapduk Emre’ye ait bütün bilgilerden oluşan müstakil kitaplarımız da bu külliyatta dahil olarak aynı seride yayımlandı.

Yunus ve Tapduk ile ilgili bilgilere sizin çalışmalarınız genişledikçe yenileri eklenebilir o zaman?

Fakîr, 1990 yılında hazırladığım ilk Yûnus Emre neşrinden itibaren bu eserdeki herhangi bir beyit, şiir yahut serdettiğimiz herhangi bir görüş çıkarılabilir, yeni bir şiir veya görüş eklenebilir diye belirttim durdum. Bu sözüm otuz sene sonra bugün de geçerlidir. Bizim uğraştığımız alanlarda iddia olmaz. Her an yeni bir belge ortaya çıkabilir. Kaldı ki yeni bilgi ve belge bulunsa sadece ansiklopedik bilgiler değişir. Yoksa bu belgelerdeki yazılanlar anamı, babamı, dedemi ve nenemi ilgilendirmiyor. Zira bunları anam okumasa da olur. Tarihçiler, sosyologlar, edebiyatçılar neler keşfedecekler fakat bizim 2019 senesinde yaptığımız ve H Yayınları’ndan genişletilmiş baskısı yakında çıkacak olan Yûnus Emre Dîvânı’nda kaynak niteliğinde çok ince detaylar, yepyeni bilgiler var.

Yûnus Emre’nin hayatı ve erkânıyla alâkalı belgeler hep şifâhî kaynaklardan derlenerek yazıya aktarılmıştır. Birinci el kaynaklar değildir bunlar. Biz bu şifâhî belgeleri konuşturmaya, yorumlamaya çalışıyoruz. Elbette şifâhî kaynaklardan gelen bilgileri konuşturmak zordur. Biz Yûnus Emre’de bu düzensiz bilgileri bir araya getirdik, tartıştık, yine de Yûnus gibi kabına sığmayan insanları Anadolu’da bir mekâna yahut falan felsefî görüşün içine sığdaramazsın. Ehlullah, su terazisi gibidir.

Gönül genişledikçe mekân da, tefekkür de genişliyor. Öyleyse Yûnus Emre nereli Hocam?

Evliyâullahın ne bir mekânı, -hakkın hakikati dışında- ne de sâbit bir fikri vardır. Şerefü’l-mekân bi’l-mekîndir. O mekânı şereflendiren şimdi hangi gönülde konaklamaktadır? Sen onu takip et!

GAYE YÛNUS’UN ALMANCASI DEĞİL, ALMANYA’NIN YÛNUS’UDUR!

Yûnus’ların bir mekâna sığmadığının canlı örneklerini Avrupa’da yetişen yeni kuşak Türklerde görüyoruz. Yûnus ve onu takip edenlerle ilgili olarak bazen buradaki yaşıtlarından çok daha ilgili olabiliyorlar. Türkçeyi bile zor konuşan bu gençlerin merakını neye bağlayabiliriz?

Evet. Birlikte gördük. Mesela 2015’de – uçak krizinden evvel- Moskova’da yaptığımız bir seminerde, Brüksel ve Viyana’daki Yûnus Emre Merkezlerimizde, Astana’da, Yesi’de, Azerbaycan’ın muhtelif reyonlarında, Balkan şehirlerinde yaptığımız seminerlerde bu meraklı gençler hep dikkatimi çekti. Hepsi de arayış içine girmiş, kimliğini sorgulamaya başlayan ve insanın hakikatini arayan birer pırlanta.

Bazı gençlerin Yûnus’tan yeni yeni haberi olmakta, bazısı ciddi bir okumaya girişmiş. Ben kimim? Neyim? Nereden gelip nereye gidiyorum? İnsan hakikate tâlipse, aradığı bu hakikat onun gönlünde kendi diliyle doğacaktır. Bunun içini artık kendiniz doldurun. Hakikat dili anadilidir! Öyleyse çeviri yapmayalım mı? Hayır yapalım. Yûnus’u yetkin bir tercüme diliyle Almanca’ya, İngilizce’ye aktaralım tabii ki. Ama Avrupa’da yetişen bu gençler ne yapsınlar? Onlara Yûnus’u anlatacak biri yok, okuyacakları tercüme bir eser yok.

Kitap vesiledir, vâsıtadır gaye değildir. Gaye Yûnus’un Almancası değil, Almanya’nın Yûnus’udur. İslâmı aşk ve irfanıyla, hakikatiyle bilen, yaşayan ve yaşatan bir Yûnus. Bir mekânın Muhammedî hakikatle tanışması böyle olur.

Gerçek şu ki insan kitapla değil insanla evliyâ olur. Ama bari kitabı ortaya koyalım da insanı içinden çıkarırız. Aslında tersi olmalı. Kitap insanın gönül elinden çıkan şeydir. İşte Yûnus Emre Dîvânı’nın tercümeleri bu sebeple önemlidir. Batı’daki gençlerimizin arasından gerçek insanı çıkarmak için bu önemlidir. Yûnus ve diğer hakikat âriflerinin nutk-ı şerîfleri sıradan kitaplar değil, onun ötesindedir. Başta Yûnus olmak üzere varlığın, insanın ve eşyanın hakikatini çözen âriflerin ilâhîlerinin diğer dillere çevrilmesi lâzımdır.

Lakin bir kişi çok iyi İngilizce veya Fransızca öğrenmiş olsa bile Yûnus’u doğru şekilde tercüme edemez! Bunun sebeplerini Yunus Emre Yorumları / İşitin Ey yarenler kitabımızı okuyanlar anlar. Ehlullahın metaforları aklî değil, misâl âleminden alınmış şifreli mektuplardır. Bunları kim çözebilir? Seyr u sülûk çıkaran sâlikler. Mütercimlerin bu misâl âleminin dilini yani rüyâ dilini çözmüş olması gerekir.

Anadolu erenleri insanoğluna başka türlü de yardım etmiş ve etmektedir. Memleketimizde yetişen bir kâmil insan uğraşır, bir kâmil velî yetiştirir. Ona der ki “Hadi oğlum Almanya’ya git de oradaki gönüllere el, ayak, göz oluver, gezdiğin yerlerdeki gönüllere nûr oluver!” Ve hicret ettirir. O eren de Yûnuslayın “Baba Tapduk manâsın saçdık elhamdülillah!” diyerek “yukarı iller”e manâ saçar. Aslında kâmillerin hicreti kemâlin hicreti, insanlığa mâledilmesi demektir.

Yöntem çoktur, önemli olan lâyık olmaktır. Dün Yûnus’un “Vardığımız illere şol safâ gönüllere / Baba Tapduk ma‘nâsın saçdık elhamdülillâh” dediğini, bugün daha modern metodlarla söylemek gayet kolaydır. Fakat önce suyun başındakiler aşk ve irfan peşinde olmalıdır. Yurtdışında bizi temsil eden kuruluşlar ve içindekiler kesinlikle siyasallaşmamalı, irfanî derinliği olan gönül ehli kişiler olmalıdır. İnşallah devletliler sesimizi duyar da, en azından Yûnus’un 700. vuslat yıldönümü olan 2021 yılından önce Türk-İslâm kültürü adına, Yûnus Emre adına, aşkullah ve muhabbetullah adına güzel işler yapmaya başlarız.

 İNSANIN İNANDIĞI DİN, KENDİ NEFSİNİN MERHALESİDİR

Evet, Yûnus okuyalım. Gönüle yavaş yavaş tesir eder. Tefekkür edersin manâsı gönlünde çiçeklenir. Zevk ve şevk hâsıl olur. Eh bir de besteli olarak okursan daha âlâ kâr eder vesselâm. Şimdi bir de gençlerin Yûnus’u daha iyi anlamalarını sağlamak için küçük bir eser üzerinde de çalışıyorum. Bu eser belki başta İngilizce olmak üzere bazı dillere de çevrilecek.

Bütün Yûnus çalışmalarımızdan hareketle aslında bir Yûnus Emre sözlüğü çıkarmak lâzımdı. On beş, on altı senedir yaptığımız sohbetlerde onlarca kelime ve Yûnusça deyim yorumlandı. “İhtiyarladım” demiyor, “ömrümü eskittim” diyor. “Sana verilen ömrün kıymetini bil” demiyor “kuş budağa bir kez konar” diyor. Hâsılı Yûnusça bir deyim kadrosu var. Biz bunların manâlarını o anda söyleyip geçiyoruz.

Yani sözlere verdiğiniz manâ genişliyorsa Yûnus’un deyişleri, deyimleri, dizeleri hep canlı, geniş zamanlı yaşıyor diyebiliriz.

Tabii şimdi bunları çözümlediğimiz zaman Yûnus Emre’yi çözmüş olacağız, ama düşünceleri sâbit değildir. Hakikat tektir ama tafsilat çoktur ve zamanla değişir. Hakikat düşüncesi değişmez, tafsilat zamanla yenilenir durur. Dolayısıyla bugün Yûnus yaşasaydı elimizdeki dîvânını ortaya koyar mıydı? Cevap verelim: Hayır! Başka bir şeyle uğraşırdı. Mesela teknik bir adam olurdu, manâdan aldığı gücü kelâma değil ilme verirdi. Sosyal konularla uğraşan biri olsaydı, uluslararası problemleri rafa kaldırmak için uğraşan bir muvahhid olurdu. Müzikle uğraşsa mesela şöhretli bir bestekâr yahut tanburî olabilirdi. Bir sinema yönetmeni olabilirdi. İşte çoğaltın artık.

Sadece onun dîvânına takılıp kalmayın. Ehlullah için herhangi bir esmânın zuhûru çocuk oyuncağıdır. Onların bir adı kelîm bir adı alîmdir. Her ne ise, Ehlullah bütün zamanlarda her ne yaparsa yapsın yenilikçidir. Varlığın ihtiyacı neyse Cenâb-ı Hak onların vücûdundan o ihtiyacı karşılar. Zira erenlerin vücûdları âleme rahmettir. “O her an başka şandadır.” âyet-i kerime’sine uygun olarak gönlü açılmış kişi kabiliyetini açığa çıkarırken neyle uğraşıyorsa onu insanlığa hediye eder. Türkçeyi içinden yakalayan, yeniden semavîleştiren, yeniden manâ elbisesi giydiren yepyeni bir Yûnus çıkar. Dil hikmete bir yoldur, bir vâsıtadır.

Yûnus’u güncellemek derken bir yerden sonra, kelimeler en derindeki manâları karşılamaya yetmiyor değil mi?

Yetmez. Vicdanda zevk edilmedikçe Yûnus gibi zâtların mesajları güncellenemez. Yûnus okunmaz, olunur. Yûnus olunca anlaşılmış olur ve gönülde güncellenir!

 DAVASI OLANIN MANÂSI OLMAZ, MANÂSI OLANIN DAVASI OLMAZ!

2021 yılı Unesco tarafından Yûnus Emre yılı ilan edildi. Bu konuda yapılacaklara dair ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?

2021 yılı Hazret’in 700. vuslat yıldönümü oluyor. Bu çerçevede 2021, Unesco’ya Yûnus Emre yılı olsun diye teklif edildi. 1991’de Unesco çapında Yûnus Emre Türkiye tarafından teklif edilmiş, anılmıştı. Bu sefer de 700’üncü vuslat yıldönümünde daha geniş olarak anılması için bir teklifte bulundu Türkiye. Şimdi bu vesileyle Yûnus’un gönül dünyasındaki güzellikleri dünya insanlığının istifadesine sunmak gerekmektedir.

2021 senesindeki faaliyetler önceki faaliyetlerden farklı olmalıdır. Dijital hayatın çok geliştiği bir ortamda, Yûnus düşüncesini çağdaş bir anlatımla dünyaya mal etmenin yollarına bakmak lâzımdır. Bunlar neler olabilir? Tabiatıyla önce Dîvânın ve Risaletü’n-Nushiyye’nin mükemmel baskıları yapılmalıdır. Her seviyeden insana hitap eden kitaplar. Sonra bu kitapları her eve sokmalı, “her eve bir Yûnus, her genç bir Yûnus” denilerek yurtiçi ve dışında Yûnus’u anlatan, sevdiren seminerler yapılmalıdır.

Tabiatıyla mı̈kemmel birer tercüme ile Dîvân ve Dîvân’dan yapılacak seçmeler dünya dillerene aktarılmalıdır. Bendeniz bazı kardeşlerimizi teşvik ettim, onlar bir tercüme grubu oluşturdular şimdi. Yûnus’un şiirlerinden bir kısmını, yine fakîrin Yûnus Emre Yorumları kitabını tercüme etmeye başladılar. Bu eserin başta İngilizce olmak üzere Fransızca, İspanyolca, Japonca, Arapça, Farsça, Portekizce, Flemenkçe gibi dillere aktarılmasında ve basılan eserlerin Yûnus Emre Merkezlerimiz, Tika veya Büyükelçiliklerimiz tarafından dağıtılmasında fayda görüyorum.

Yûnus düşüncesini dünyaya mâl etmek lâzım. İnsanların gönül huzuru için buna ihtiyaç var. Davâsı olanın manâsı olmaz. Manâsı olanın davâsı olmaz. Burada davâ cedelleşmek demektir. Manâ yani hakikat anlaşılınca insanlık cedelleşmekten vazgeçer. Yûnus Emre yılında iyi birkaç film, iyi birkaç belgesel, Yûnus’u yerinde anlatan Nallıhan’dan Sarıköy’e (Yûnus Emre mahallesi), Anadolu’daki diğer makamlarına ve hatta kardeş Azerbaycan’ın Şeki ve Zagatala arasında kalan Gah bölgesindeki makamına kadar gidilen kaliteli turlar… Belgeseller ve filmler önemli ama illa kaliteli romanlar kaliteli Dîvân baskılarına da önem vermemiz lâzımdır. Tabii bütün bunları yapabilmek için iyi yetişmiş elemanlara ihtiyaç var.

Bizim TRT’de bir Yûnus Emre dizisi tecrübemiz oldu. Eksiklerine rağmen çok sevildi. İnsanımızın çoğu tekke nedir, zikir nedir, sohbet nedir, ehlullah nedir bunları bilmiyordu. Bazı hokkabazların filmlerindeki din adamı kılıklı kişiler nerde, rahmetli Payidar Bey’in temsil ettiği Tapduk, yahut Gökhan Bey’in temsil ettiği Yûnus Emre nerde? Falanın sinema filminde temsil edilen cami hocası tipi nerde?

Çünkü falancanın filmlerinde sapık din adamı tipini pompalarsan böyle yamru yumru, hormon yemiş patlıcan gibi anlayışların ortaya çıkmasına sebep olursun. Recep İvedik, İnek Şaban, bilmem ne Ramazan! Ne kaldı elimizde. Üç aylar gitti! Edep yahu! Gerçek nedir? Tapduk Emre gibi, Yûnus Emre gibi seyr u sülûk çıkarmış ârifleri esas almaktır. Onların hayatıdır. Ve ârifler Yûnusları güncelleyerek yaşamaya devam etmektedir de senin haberin bile yoktur. Ah ah! Neler söylemek isterim de…

İnsan-ı kâmil diye “pamuk dede” arıyorlar, demiştiniz.

Kâmiller çağlarının en ileri düşünceli, en modern insanlarıdır. İnsanlar onları elbise içinde tanımaya çalışıyorlar ve aldanıyorlar. İnsân-ı kâmili tefekkür kabiliyetiyle, ufkunun genişliğiyle değerlendirmek gerekir. Onların düşünce hızına mesela Amerika’nın teknolojide geldiği son nokta yetişemez. Bütün eşyadaki sonsuz ve başdöndürücü gelişmeler yani bu hız kâmillerin hayal ve gönül dünyasından ortaya çıkar. Ehlullah “elbiseyi bırak içine bak” demişler. Hırka ve tâc gözetilecek dönemde değiliz. Hemen içe yönelmeli, varlığın kalbi olan insanı bulmalı, onda yok olmalıyız. Yûnus’un divanı ve risalesi bu yolun rehberi, hastalıklarımızın reçetesidir.

Şimdi bizim bir hastalığımız var. Hani Müslüman’ız ya, Müslüman bir ülkede yaşıyoruz ya, Allah bize torpil geçer sanıyoruz! Bu düşünce hastalıklı bir düşüncedir. Varlığın sahibi kullarına niye düşman olsun ki? Herkes bir deryanın balığıdır. Kimi Yûnus, kimi levrek. Allah’ın nezdinde burası Müslüman ülke, burası Hıristiyan, burası dinsizlerin, burası Şamanların, burası bilmem kimlerin memleketi diye bir hâdise yok. Bütün mekân da zaman da kendine aittir. Kimseye yetki vermedi Cenâb-ı Hak.

Öyleyse ilmini ve hakikatini istediği yerden, istediği kişiden tecellî ettirir. Hangi vücûd layık ise oradan zuhûr eder. O zuhûrda zâhir olan yine kendidir. İsmi ve sıfatı Ahmet yerine Mehmet olur. Her ne ise! Biz, dini büyük topluluklarla yaşanılan sosyal bir hâdise gibi algılıyoruz. Dinin hakikati ferdîdir. Din, gönülde Cenâb-ı Hak ile tanışma, bilişme seviyemizdir. Din Hakkı idrâk etme mertebemizdir. Hz. Yûnus bunların hepsini söylüyor.

Yûnus Emre Enstitüsü’nün yurtdışındaki merkezlerinde tanık olduğumuz bir sıkıntı bu. “Yûnus kimdir diye bize soruyorlar, var mı şöyle peksimet yahut hap gibi verebileceğimiz, onu bütün yönleriyle anlatan doyurucu yayınlar?” Bu serzenişi yurtdışında sık sık duyuyoruz. Kendi geleneğimizi güncelleyecek kadar bir kültür birikimine önce kendimiz sahip değiliz. Bir Alman’ın gelip Goethe Enstitüsü’nde Goethe kimdir, demesi ne kadar abes ama biz böyleyiz.

2019’un Mayıs ayında Viyana’ya gittik. Orda Yûnus Emre hakkında seminer vereceğiz. Avusturya Büyükelçimiz Ümit Yardım Bey Avusturya Kültür Bakanlığı ekibiyle iki yıl sonrası için “Avusturya Türkiye kültür yılı” ilân edilmesinden hareketle, bunun ön konuşmasını yapmak üzere toplanmışlar. Büyükelçimiz bizi de davet etti. Karşımızdaki ekiple konuşuyoruz. Toplantıda karşımızda bir hanımefendi oturuyor, grubun başkanı sanırım oydu.

Konu dönüp dolaşıp Yûnus Emre’ye geldi. Yanımızda Enstitü’den yetkili arkadaşımız da var. Uzatmayayım. Heyetin başkanı hanımefendi “O kadar önemli bir kişiyse Yûnus Emre’yi bugüne kadar Almancaya niye tercüme etmediniz?” dedi. Bu kadar önemli bir zât ise bize vereceğiniz kitapları olmalı değil miydi? Bendeniz de “Schimmel’in 20- 30 kadar ilâhî çevirisi var bir eserinde, fakat bir bütün olarak tercümesi yok” dedim. Bu eserin Almanya’da ve Türkiye’de yapılmış baskıları vardı hatırladığım kadarıyla ama şu anda sanırım bulamayız!” mealinden bir cevap verdim.

Meğer karşımızdaki hanımefendi Avusturya Kültür Bakanı’ymış! İki ekibin temsil kadrosuna bakınız. Biz orada tesadüfen bulunduk, devletin herhangi bir kuruluşu adına filan değil. Sadece büyükelçimizin inisiyatifiyle. Ama karşıdaki ülke Kültür Bakanlığı seviyesinde ilgi gösteriyor. Ve bizim burada onlara Yûnus Emre’yi şuradan okuyabilirsiniz diyebileceğimiz bir kitabımız yok.

Seksen milyonluk ülkede, dört yüz milyon Müslüman Türk’ün yaşadığı büyük coğrafyada, şu kadar üniversitenin bulunduğu bir memlekette, yüzlerce tekkesinde binlerce müridin, onlarca şeyh geçinen insanın yaşadığı bir coğrafyada, elli yazmadan hareketle didik didik edip de hazırladığın ve 30 senedir noktasını koyamadığın bir Dîvânı 1000 adet bastırıyorsun 5 sene raflarda duruyor. Milli kültür, paldır küldür! E kardeşim senin derdin yoksa ben senin arkanda ne diye dolanayım?

Neyse Unesco milli komitemize, Yûnus Emre Enstitüsü’ne, Kültür Bakanlığına, Milli Eğitim Bakanlığına ve müdürlerine çok iş düşüyor. Yûnus Emre’nin her seviyeden külliyatı önümde duruyor, biz buradayız, buyursunlar gelsinler!

Bir de hocam, Yûnus Emre’nin eserlerini sadece seyr u sülûk ehlinin gıdalanacağı bir kaynak gibi görmemeli değil mi? Hani bu eserleri sosyoloji de, psikoloji de, devlet bürokrasi de kültürel diplomasi de kullanabilir değil mi? Çünkü gönül eri her alana uzanıyor.

Karaman, Ortaköy, Kula. Et kemik peşinde koşturan amatör kafalarla Yûnus’un mekânını tartışan sözde ulemâ. Bırakınız bunları! Yûnus kâmil bir insandır ve kemâle ulaşanların sözleri hiç şüpheniz olmasın ki -tafsilat olmamakla birlikte- bütün sosyal ilimlerin kaynağıdır.

Biz deriz ki, evet, insan-ı kâmil nerede yaşarsa merkez orasıdır. Medine de, medeniyet de orasıdır. Şu an Üsküdar’dayız. Üsküdar’da yaşayan bir kâmil yoksa burası taşradır! İnsan kemâl bulmak için, bir kâmil peşinde adam olmak için yaratılmıştır. Şimdi New York falan değildir dünyanın merkezi. Anadolu’dur. Bu mekânın anası doludur! Yani “hakikat anası” buradadır! Sadece altındaki madenleriyle, petrolüyle, gazıyla tuzuyla, kromuyla, boruyla filan zengin değildir Anadolu. Bu mübarek belde insan-ı kâmiliyle zengindir.

Şimdi işte bu Yûnus Emre’yi takip eden, üç bine yakın eser ortaya koymuş Hakeren var. Kütüphânelerde henüz daha el atılmamış nice şahıslar ve konular var. Şu anda Bağlarbaşı’ndan aşağıya sarkıp İskele’ye kadar inin, her hazîrenin, her mezar taşının bir romanlık hikâyesi olduğunu göreceksiniz. Her hazîrede en az beş dîvân ortaya koymuş zât-ı muhteremin mezarı bulunuyor. Gidin inceleyin Hz. Nasûhî hazîresini, ne dediğimi anlayacaksınız.

Anadolu ve Rumeli’nin her adımında bir irfan havzası var. Bu irfan havzalarını canlandırmazsan, olacak ve olmakta olan nedir, söyleyeyim. Siyasallaşmış cemaatlere geçit verirsin. İşte Fetö. İşte siyasallaşmış tarikatler. Turuk-ı aliyye erbâbının siyasetle ne işi olabilir? Gel de anlat anlatabilirsen. Köşe kapmaca oynayan sözde şeyhler ve dervişler. Ehlullahın işi nefs terbiyesiyle, ilim ve irfanla. Çocuklarınızı bu siyasallaşmış cemaatlerin kucağına itmek istemiyorsak irfan ocaklarını devletin kontrolüne alıp uyarmak zorundayız.

İrfan meclisleriyle, bir gaye etrafında siyasallaşmış cemâatler çok farklı değil mi?

İşte bunları ayırt edecek metodlar vardır ve bunlar da yine âriflerin yedinde gizlidir. Ama meydan olmadığı için at koşturulamıyor. Bu millet irfansız yaşayamaz amma siyasallaşmış, kendini tarikat diye tanıtan gruplarla da bir yere varamayız. O zaman devletlilere iş düşmektedir. Yûnus, Mevlânâ, İbn Arabî, Şaban-ı Velî, Mısrî, Yiğitbaşı vs. çizgisindeki irfan ehlini ve yolları ayırt etmeli. Tabii Diyanet’e de işler düşüyor. İrfansız ve aşksız bir İslâm’ın yaşanmadığını görmeleri lâzım. Senede bir ay Ramazan’da ilâhîlerle süslenen birkaç programla bu işler olmaz. Abdülkâdir Geylânî, Şaban-ı Velî, Mevlânâ yahut Yûnus Emre’yi camiye sokmazsanız, o camiden bir Şabân- ı Velî, bir Mısrî çıkaramazsınız efendiler. Aklınızı başınıza koyun. Fenarî’nin yanına Somuncu Baba’yı, Molla Güranî’nin yanına Akşemseddin’i koymak zorundasınız. Eh, koymazsanız, siz bilirsiniz. Ârifler zaten kenarda gemilerini yürütüyor.

Gerçekten hocam benim de dikkatimi çekiyor. Bir hutbede bir kerecik olsun Mesnevî’den bir alıntı yapılmaz mı? Yûnus’tan bir ilâhî okunmaz mı Allah aşkına?

Ne yazık ki böyle. Yûnus olmadan nereye gidecek bu yolcular? Bir beytini okuyup anlamaktan âciz insanlar. “Aşksız bu âlemde Âdem olunmaz / Ezelde nefy olan o dem bulunmaz.”

TASAVVUF BAKTIĞIN YERDE HAKK’I GÖRMEYİ ÖĞRETİR

Hocam, Yûnus kültürünü yaşamak zaten buradan başlıyor. Sizin “anamın kültürü” dediğiniz bu kültür. Biraz da davranışlarımıza sinen ve el’an canlı olarak yaşanılan bu “anamızın kültürü”nden bahsedelim.

Her yerin dindar olsa, gönül ârif olmadıktan sonra dini/darlıktan kurtulamazsın. Sonra sana Yûnus ne yapsın? Önce gönülden bakmayı öğrenmeliyiz. Şu yaşamdan eli boş dönmek istemiyorsan ayakların, ellerin dilin, gözlerin, duyguların, kokunun hakkını vereceksin. Yûnus sana Hakk’la alıp Hakk’la vermeyi öğretir. Bunun adına da aşk derler. Okuduğun hâlde tatbik edemeyip bir şeyi söylettiriyorsan, hakkını vermemişsin demektir. Öyle “gel gör beni aşk neyledi” diye Leylâ gibi ortada dolaşan bir Yûnus yok. Onun içindedir Leylâ. Dışından Leylâ değil o. Zâhirde akıl, bâtında aşktır Yûnus!

Hep birlikte çalışıp Yûnus kültürünü dünyaya mâledeceğiz etmesine de mahalle maçında slogan atar gibi “Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz” demekle olmaz bu. Taşın altına elini koyacaksın. Adam gibi mektepleşme yoluna gideceksin. Eskiden Dârü’l-Mesnevîler varmış, Dârü’l-Hadîsler varmış. Bak bugün şimdi kırâathâne veya kitabevleri var. Tekkelere kilit vurdunuz şimdi boşluk dolduruyorsunuz. Konu günümüzün Yûnus’u, çağımızın Yûnus’u, geleceğin Yûnus’u ise bu kırâathânelerde, kültür merkezlerinde, üniversitelerde Kültür Bakanlığımızın desteğiyle Yûnus Mektepleri açarsın, genç kuşağın içinden Yûnuslar çıkarırsın. Mesele bu!

Süleyman Peygamber’e karıncaya ulu nazarla bakmasını öğreten güç tevhîdin gücüdür. Gönül tembel olmamalı. Gönül tevhîdle beslenirse her dem taze, her dem uyanık kalır. Yûnus’un varlık karşısındaki dikkatine hayran kalacaksınız. Aşk yağmuru damlasının gönül göğünden damladığını okudukça anlayacaksınız.

Süleyman Dedeyle ilgili bir anınız vardı?

Babamın Süleyman isminde bir komşusu vardı. Süleyman Dede eşeğine biner, arada köyün bitişiğindeki bağına gider gelirdi. Eşeğine iyi bakardı. Süleyman Dede mutad olduğu üzere bağına gitmiş, birkaç saat çalışmış, ağaç diplerine dökülen elmaları kuzulara yedireyim diye toplayıp heybesine doldurmuş. Heybeyi semere tam koyacağı sırada eşek ürküp kaçıyor. Yaşı seksen Süleyman Dede’nin. Ağır heybeyi sırtına almış, uzaklaşan eşeğin yanına kadar zor zahmet gitmiş. Yanına vardığı zaman: “Hay mübarek beni yordun!” demiş. Bilenler bilir eşek ürktüğü zaman sakinleşmesini beklemek gerekir.

Vakit daralmış. Akşam ezanı okunmak üzere. Dede ikinci üçüncü kez heybeyi semere tekrar koyacağı sırada eşek yine ürkmüş ve kaçmış. Bu sefer köydeki evin kapısına kadar gelmiş eşek. Heybe sırtında, yürümüş Süleyman Dede. Bakmış kapının önünde bekliyor eşek. Eşek geçtiği yolları bilir. Süleyman Dede’nin ter tepesinden akmış. Hani sinirlenecek ve elindeki sopayla bir güzel haşlayacak ya, öyle yapmamış. Şöyle soluklanıp biraz naz yaptıktan sonra eşeğin kulağına:  “Hay mübarek beni yordun” demiş. Eşeği, köpeği, insanı mı var! Varlık hep O değil mi? Kimin eşeğine vuracaksın iki gözüm! Hepsi O, hepsi O’ndan!” Ne demişti ehlullah: “Tevhîde tapşur özünü kimseye açma razını.” Varlık Hakk’ın nûrudur sen içinde bir kırlangıç gibi uç. Şimdi ne Süleyman Dede olmaya adayız, ne de Süleyman Dede’yi keşfedecek bir gönüle sahibiz.

Geçen gün TV’de bir haberde geçmişti. Bir genç yeni dikilmiş ağacı kırarak yoluna devam ediyordu. Bir diğeri kediyi öldürüyor ve bundan zevk alıyordu. Nasıl bir zevk bu? Demek ki senin verdiğin eğitim varlığın değerini anlatamıyor. Milli Eğitim denen kurum bu hazineyi keşfedemez ve bunu eğitime sokmazsa daha çok ağaçlar kırılır, kediler öldürülüp dereye atılır. Bu sistem içinden kendini yoran eşeğe “Hay mübarek, beni yordun! diyecek bir Süleyman Dede, açlıktan ölmek üzere olan kediye yemek verip, “âh evladım, hepimizin malzemesi bir tek nûr değil mi?” diyen bir Cemâleddîn Aziz, karıncaya ulu nazarla bakan bir Yûnus çıkmaz.

Biz öyleyse dilekçemizi Allah’a verelim: “Yarabbi ne olur içimizdeki Yûnus’u uyandır, içimizden yepyeni Yûnuslar çıksın!”