Lee McIntyre: “Yalan İnsanları İkna Eder, Post Truth ise Kendi Gerçekliğini Dayatıyor”

Yalan söylemek, karşıdakini doğru olmayan bir şeye inandırmaya çalışmaktır. Bence bu, konuşulan kişiye az da olsa saygı duyulduğunu gösteriyor çünkü yalan söyleyen, yalan söylenilen kişinin bilişsel rızasını elinde tutmasına izin veriyor (“yalan söylüyorsun” veya “sana inanmıyorum” deme hakkı). Fakat post-truth çok daha sinsidir. O, söylenenin yalanın da ötesi olduğu bir durumdur. Örneğin, birinin “İster inan ister inanma sana neyin hakikat/gerçek olduğunu söyleyeceğim.” demesini ele alalım. Bu, otoriteden yana olanların ve otorite olmak isteyenlerin kullandığı bir taktiktir ve tahakkümle ilgilidir.

SÖYLEŞİ: REBECCA HILL

CİNS İÇİN ÇEVİREN:

Boston Üniversitesi Felsefe ve Tarih Merkezi araştırma görevlisi Lee McIntyre 2018 yılında  MIT Press’in “Essential Knowledge” serisi için ünlü kitabı Post-Truth’u yayımlamıştı. 20 Ocak 2020’de Intellectual Freedom Blog’da yayımlanan bu röportajında McIntyre “post truth” kavramı, medya ve hakikat üzerine gazeteci-yazar Rebecca Hill ile konuştu. Şu anda post-truth bir toplumda yaşadığımızın altını çizen McIntyre’a göre post-truth, birini o konuda herhangi bir kanıt olup olmadığına bakmaksızın, bir şeye inanmaya zorlama girişimidir. Kavramı açıklamak için ilginç bir örnek veren McIntyre; “post-truth”un Donald Trump’ın fotoğrafik kanıtlar aksini belirtmesine rağmen, kendi açılış kalabalığının Obama’nın kalabalığından daha büyük olduğunu iddia etmesine benzediğini ifade ediyor.

Post-truth yalandan nasıl ayrılır?

Yalan söylemek, karşıdakini doğru olmayan bir şeye inandırmaya çalışmaktır. Bence bu, konuşulan kişiye az da olsa saygı duyulduğunu gösteriyor çünkü yalan söyleyen, yalan söylenilen kişinin bilişsel rızasını elinde tutmasına izin veriyor (“yalan söylüyorsun” veya “sana inanmıyorum” deme hakkı). Fakat post-truth çok daha sinsidir. O, söylenenin yalanın da ötesi olduğu bir durumdur. Örneğin, birinin “İster inan ister inanma sana neyin hakikat/gerçek olduğunu söyleyeceğim.” demesini ele alalım. Bu, otoriteden yana olanların ve otorite olmak isteyenlerin kullandığı bir taktiktir ve tahakkümle ilgilidir. Bu şu anlama gelir; sana neyin hakikat olduğunu söyleyebilirim ve o artık senin gerçekliğin hâline gelir.

Peki, post-truth bir toplumda mı yaşıyoruz?

Bu noktadaki ciddi kafa karışıklıklarına rağmen ben post-truth bir toplumda yaşadığımıza inanıyorum. Örnek olarak, Steven Pinker’in Skeptict’e yayımlanan son makalesi post-truth bir çağda olamayacağımızı söylüyor. Gerekçesi ne? Post-truth bir çağda yaşadığımıza dair bir açıklama yapmanız, yaptığınız açıklamanın gerçekliğini çürütüyor. Çoğu kişinin gerçeğe olan tehdide karşı uyanık olduğunu söylemek doğal bir şekilde gerçeğe bir tehdit olamayacağı manasına da geliyor. Ben böyle bir gerekçeye katılamıyorum. Hakikatin tehdit edilme tehlikesi açık bir şekilde mevcut. Post-truth bir toplumda yaşadığımızı söylediğimde, kimsenin hakikati önemsemediğinden bahsetmiyorum zaten. Söylediğim şu: Bu taktiği uygulayan insanlar var, hakikatin politikaya itaati mevcut ve bunu yapan insanlar bu yaptıkları için herhangi bir bedel ödemiyor ve artık yaptıkları şeyler denetlenebilir değil. Hakikat tehlike altında ve onu otorite için bir taktik olarak kullananlar maalesef mevcut ve bu taktiği kullananlar hiçbir bedel ödemiyor.

“Bunun için bedel ödemiyorlar” derken neyi kastettiniz?

Örnek olarak, Trump Ulusal Hava Durumu Servisi haritasının karşısına oturup onu bir keçeli kalemle işaretlemeye başladığında işte bu “post-truth 101” e örnektir. Çünkü aslında Trump’ın bunu yaparak söylemeye çalıştığı şey şu, “Hiçbir kanıt veya kimin ne söylediği umrumda değil. Ben kalemimi çıkardım ve hava durumunu söylediğim doğrultuda gerçek hâline getirdim.” Aynısı kendisinin göreve başlarken verdiği iddialar için de geçerli. Trump arzuladığı gerçekliği yaratmak için bir yalanı kullandı. İşte bu, post-truthttur.

Bu noktaya nasıl geldik?

Post-truthun beş kökü var. İlki şu, altmış yıldır var olan bilimin reddi; sigara şirketleri sigara ve kanser ilişkisine dair gerçeği reddetmek için el ele verdiler. Bu reddediş altmış yıllık bilim reddinin (evrim, iklim değişikliği vs.) taslağıdır.  Diğer faktörler, bilişsel önyargı gibi faktörler geleneksel medyanın değer kaybetmesi ve sosyal medyanın yükselmesiyle şiddetlendi. Beynimiz bizi doğrulama yapmaya yöneltir, doğrulama için televizyona değil internete bakarız ve bizim gibi düşünen birini bulmamız doğrulama yapmak için aradığımız şeydir. Son olarak, tartışmalı olmasına rağmen objektif bir hakikatin varlığına inanmıyorum ve her hakikat iddiası güç için kullanılan bir gasp biçimidir. Örneğin, Flint’te bir su krizi varken orada bir su krizi olmadığını söylemek. Bu her şeyin tamamen hikâye olduğu ve hakikatin var olmadığı fikridir.

SIRADAN İNSAN NEYİN GERÇEK, NEYİN HAKİKAT VE NEYİN GERÇEKLİK OLDUĞU KONUSUNDA ÇOK İYİ BİR ANLAYIŞA SAHİP

İnsanların kafası hakikat veya gerçekler konusunda karışık mı?

Hayır, bence insanlar hakikatin/gerçeklerin ne manaya geldiğini biliyorlar. Bunun bize bağlı olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde bilişsel önyargı da bize bağlı, yani bazen bir şeyin doğru olduğunu derinlerimizde bilmemize rağmen o şey yanlışmış gibi davranırız. Bence sıradan insan neyin gerçek, neyin hakikat ve neyin gerçeklik olduğu konusunda çok iyi bir anlayışa sahip. Filozoflar geçerli bir hakikat teorisi üzerinde tartıştılar fakat ben hakikatin bir manaya gelmediğini iddia edecek çok fazla insan olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar hakikati kanıta koşullandırmamız veya veri ya da olasılıklar üzerine gerekçeler inşa etmemiz üzerine radikal bir yanlış anlamaya sahip. Onlar kendi bilişsel önyargılarını ve inanmak istediklerine inanmayı anlamıyorlar, çünkü düşünme konusunda zayıflar. Bu onların yanlış hakikat konseptine sahip olduğu manasına gelmiyor, sadece inançlarını nasıl şekillendirdikleri konusunda titiz değiller.

Çoğu insanın hakikat konseptini anladığını söylediniz, gerçekleri kendi inançları doğrultusunda cımbızlama ve seçme veya görmezden gelme eğiliminde olan insanlar hakkında ne söylersiniz?

Problem şu ki, insanlar yola bir ideoloji ile çıktığında ve inanmak istedikleri şeylerin doğru olduğunu bildiklerinde, gerçekleri sadece inandıkları şeye destek sağlamak için topluyorlar. Zorluk burada. İnsanlar topladıkları gerçekleri gözden geçirmeli ve ardından bir hükme varmalılar. Bu nedenle herkesin çok farklı sonuçlara ulaşması son derece kolaydır, çünkü farklı ideolojilerden hareketle herkes farklı çeşitte argüman toplar. Size göçün ekonomi için bir eksi olduğunu gösteren beş akademik çalışma ve aynı zamanda göçün ekonomi için artı olduğunu söyleyen beş akademik çalışma gösterebilirim. Hiçbiri yalan söylemiyor. Sadece farklı ideolojik noktalardan harekete geçtiler ve inanmak istedikleri şeyin doğruluğunu desteklemek için veri topladılar.

SOSYAL MEDYA, GELENEKSEL GAZETECİLİK YÖNTEMLERİNİ DEĞİŞİME ZORLADI

Sosyal medyaya olan itimadımız hakikati ayırt etme yeteneğimizi etkiler mi?

Etkiler. Eğer biri bir şeyin doğru olmadığına inanmak istiyorsa onun için daha az araştırma daha iyidir. Geleneksel gazetecilik, yöntemlerini geliştirmek zorunda kaldı. Sosyal medya geleneksel medya anlayışını, kendi sahip olduğu ve önemli olduğunu düşündüğü değerleri yansıtmakla suçladı. Bence geleneksel medya son bir kaç yılda daha iyiye gidiyor, çünkü geleneksel olarak gazeteciler politik önyargı nedeniyle suçlanmaktan korkuyorlar. İki tarafa da ait gerçeklerden bahsetmek istiyorlar. Fakat yine de eğer siz yalancıya ortam sağlarsanız, izleyicilerinize kötülük yapmış olursunuz. Bilimsel kapsamda iklim değişikliğine dair medyadaki ihtilaflı görüşleri her bir taraf üzerinden sunar ve asla neyin doğru olduğunu söylemez veya bu konu hakkında oluşan bilimsel fikir birliğinden bile söz etmezler. Böylece izleyicilerin zihninde bilgi yanılgısı oluşur ve izleyiciler izlemeye başladıkları noktadan daha az bilgili hâle bile gelebilirler.

Peki, çözüm nedir?

Bilişsel psikolog George Lakoff bir gerçeklik sandviçi öneriyor. Gazeteciler bir yalan sunduğunda yapamayacakları şey yalanı örtmeye çalışmaktır. Yalancıya yalanı için meydan vermek yalnızca yalanı büyütür. Lakoff yapılması gerekeni şöyle açıklıyor; yalanı iki doğru açıklama arasına sıkıştırmak. Yani; hakikati konuş, yalanı raporla ve neden yalan olduğunu göstermek için teyit yap. Keşke gazeteciler bu tekniği kavrayabilselerdi, fakat onlar bilgi yanılgısından çok politik önyargıyla suçlanmaktan korkuyorlar.

Bilgi aracıları olarak kütüphanecilerin, post-truth toplumda bir değeri var mı?

Açıkçası ben kütüphanecilerin kahraman olduğunu düşünüyorum. Kütüphaneciler bilgiyi toplamaya ve korumaya devam etmelidir. Belgeleri korumak, erişilebilir kılmak ve insanların onları bulmalarına, yorumlamalarına ve anlamalarına yardımcı olmak tıpkı bir tıbbi bakım ve tedavi gibi, kütüphanecilerin ve gazetecilerin şu an neler yaşadığımıza ve içinde bulunduğumuz günlere dair yaptıkları aslında budur.

Kütüphanecilerin bir grup olarak post-truth toplumda ne yapmaları gerekir?

Bence kütüphaneciler halka post-truth hakkındaki tartışmalara dair bilgilendirme konusunda yardımcı olabilir. Bir kitapçıya gittiğimde ve orada 1984, It Can’t Happen Here, Handmaid Fairy Tale gibi bir kitapları görmeyi gerçekten seviyorum. İnsanlar bugün yaşadığımız şeylerle ilk kez karşı karşıya olmadığımızın farkına varıyorlar ve bu saydığım kitaplarda bu konulara dair yapılması gereken bazı okumalar.

Ayrıca kütüphanecilerin eleştirel düşünmeyi öğretmesi ve bu tartışmada rol oynaması gerektiğini düşünüyorum. Eleştirel düşünme yetisi, günümüzde insanların elektronik materyallere fazlaca güvenmesi nedeniyle erozyona uğruyor. Kütüphanecilerin halka, modern kütüphanelerin dijitalleştirilmesine rağmen, kâğıt kayıtlarının neden hâlâ var olduğu ve arka planın bu soruyla ne kadar derinleşebileceği konusunda yardımcı olabilecekleri pek çok nokta var.

Posted in Genel