Gökhan Duman: “Gurbetin yasalarını yazmak Türklerin hakkıdır”

  1. Peron kitabının yazarı Gökhan Duman ile gurbette Türk olmanın ne demek olduğu, Almanların ve Alman hükümetinin Türk işçilere yaklaşımı, memleket özlemi gibi belleğimizde her daim yer etmesi gereken başlıklar üzerine konuştuk. Ve ondan birtakım hikâyeler dinleyip söyleşinin ardına ekledik.

 

Almanlar yurtdışından gelen işçilere “gastarbeiter” derler. Konuk işçi anlamına gelir. Alman WDR kanalı o dönem bir anket başlatıyor. Konuk işçi yerine ne diyelim diye. Kanala 30 binden fazla yanıt geliyor. Konuk demeye gönlü el vermeyen 30 bin kişi. Ve jüri onca cevabın içerisinde “yabancı işçi” kavramını seçiyor. Konuk olmaktan yabancılığa geçiş…

SÖYLEŞİ: RIDVAN TULUM

DiasporaTürk hesabıyla ve bireysel çalışmalarınızla “gurbet” bahsi üzerinde duruyor, hikâyeler topluyor ve bunları paylaşıyorsunuz. Gurbette yaşayanlar aralarında kan bağı olmasa da akraba mıdır?

Ben DiasporaTürk’e “sosyal medya ailesi” demeyi tercih ediyorum. Birbirini fiziken tanımayan, birbirinden uzak ülkelerde yaşayan ama aynı ortak yazgıyı paylaşıp, aynı yollardan geçip, aynı türküyü söyleyen insanların buluştuğu hayali bir mekân. İnsanlar 40-50 yıllık aile fotoğraflarını, o fotoğrafların hikayesini, anılarını, hayallerini gönderiyorlar. Sonradan gelen yorumlara bakıyorsunuz ki aynı şeyi bir başkası da yaşamış, babası da o trene binmiş, aynı fabrikada annesi de çalışmış, aynı yollardan dedesi de yürümüş. Saatini “Türkiye saatine” göre ayarlayan binlerce insan varmış. DiasporaTürk’ün ortaya çıkışı biraz böyle oldu diyebiliriz. Kimi zaman ilk nesilden insanlar, kim zaman onların çocukları, torunları tarafından gönderilen bu topraklara ait, bizim hikayelerimizden oluşan bir mekân.

 

  1. Peron’da anlattığınız anekdotlar bize Türk işçilerin “her şeyi geride bırakarak” gittikleri yerlerde umudu hep yanlarında taşımalarını anlatıyor. Her şeyi geride bırakmak ve umudunu yine de yitirmemek… Bu tanım bize özgü bir şey olsa gerek.

 

Umutlanmak, umut etmek insanın doğasında var. Bunun yalnızca Türk işçilere ait özel bir duygu olduğunu söylemek belki ruhumuzu okşayabilir ama göçmenliğin kadim yasalarını da romantizme kurban etmiş oluruz. Aynı yurt odasında altlı üstlü kalıp, aynı madende kürek sallayan Yugoslav, İtalyan, Yunan ve Türk işçileri “umut” üzerinden ayırmayı çok doğru bulmuyorum. 1970’lerde Avrupa’nın fabrikalarında, madenlerinde çalışan 8 milyondan fazla göçmen işçi vardı ve bunun ancak bir milyonu Türk işçilerdi. Biz belki bütün bu hikayeleri yalnızca Türklerin yaşadığını düşünüyoruz ama bir şeyleri arkada bırakıp gitmek ve umudunu yitirmemek göçmenliğin mayasında olan bir şey. Yüksel Özkasap bizimkilere gurbet türküsü söylüyordu da Silvana Armenulic Yugoslav işçilere aynı şeyleri söylemiyor muydu? Anadolu’da yalnız başlarına kalan kadınlar gurbetteki eşlerine hasret türküsü tellendiriyordu da Atinalı, Bragalı, Napolili kadınlar şarkılar söyleyip, şiirler, mektuplar yazmıyor muydu?

 

Conny Froboess, “İki küçük İtalyan, her sabah evlerine giden trenin arkasından bakıp giden treni izler” diyor şarkısında. Sabahları fabrikaya giderken istasyondan kalkan Napoli trenine bakıp, başlarını öne eğip giden İtalyan işçileri anlatıyor. Her pazar tatilinde giyinip kuşanıp şehrin merkez tren istasyonun giden, heyecanla İstanbul trenini bekleyen, trenden inenlere koşup sarılan, memleketten havadis soran Türk işçilerin yaşadığı duygu da sanırım aynı insani köklerden besleniyor. Farklı kültürlere ait olan göçmen işçileri ve ailelerini aynı duyguda buluşturan şey belki de buydu. Geride kalanların hissettikleri derin özlem duygusu ve gidenlerin bir an önce memleketlerine, ailelerine kavuşmak için içlerinde taşıdıkları o uçsuz bucaksız umut… Ama sorunuzun hakkını belki şurada verebiliriz. Bahsettiğimiz yabancı ülkelerdeki işçiler, toplumsal olarak birbirine benzeyen kültürlerde yaşamış, aynı dinden, yakın köklerinden gelen insanlardı. Gerçek anlamda uzağa, gurbete, bilinmeyene ve yabancı olana gidenler bizlerdik. Yarım gün yolculukla Almanya’ya gelen İtalyan işçi ile üç günlük tren yolculuğu sonrasında Almanya’ya ulaşan Türk işçi arasında duygusal benzerlikler olsa da yoğunluklarının farklı olduğu üzerine konuşabiliriz. Dilini, kültürünü, değerlerini bilmediğiniz bir toplumda kendinizi daha yabancı hissedersiniz. İnsan böyle zamanlarda memleketine, ailesine daha çok özlem duyar. Bizimkiler Yugoslavlara Yugo derdi, şimdi o zamanlar Yugo’lardan biri Belgrad’a mektup yazmış olsa mektup gideceği yere üç gün sonra ulaşıyor. Ama bizim İbrahim Gaziantep’e bir mektup gönderse,  eşi Zeliha’nın eline ancak iki haftada ulaşıyor. Bana sorarsanız iki hafta boyunca yol tepen, dağlar tepeler aşan bir mektubun gam yükü biraz daha fazladır. O mektup içinde taşıdıklarıyla yol boyunca daha da sırlanır. Yol, insanı da duyguyu da pişirir.  Göçmenliğin kadim yasalarına bir itirazım yok ancak eğer gurbet ve gurbetçilikten bahsediyorsak sanırım bu en çok Türklere yakışıyordur. Gurbetin yasaları diye bir şey varsa bunu yazmak herkesten önce Türk işçilerin ve ailelerinin hakkıdır.

 

“Hannover’deki Türk işçiler cami olarak kullandıkları vagonda kıbleyi her gün yeniden ayarlıyor. Çünkü vagon iş durumuna göre hep mevki değiştiriyor” Kitabınızdaki bu alıntıdan hareketle Özellikle Almanya’ya giden 1.kuşağın çabası “mekânı kendine dönüştürmek” 2 ve 3. kuşağın kendini kaptırdığı şey ise “mekâna dönüşmek” idi… Bu konuda neler söylersiniz?

 

Göçmenlerin mekânla ilişkisine içgüdü üzerinden bakabiliriz sanırım. Yeni bir eve ya da ofise taşındığınızda orayı kendinizi rahat ve huzurlu hissedeceğiz şekilde, kendi estetik ve kültürel değerleriniz çerçevesinde dizayn edersiniz değil mi? Çünkü içiniz ancak öyle rahat eder. John Berger’in bir sözü var, “göçmen işçi ancak yatağında özgürdür, çünkü ancak orada istediği gibi rahat hareket edebilir.” diyor. Öyleyse göçmen işçi için mekân algısı, kendisi tarafından biçimlendirilmemiş, değerleri ve özgürlük alanı başkalarınca belirlenmiş sınırlı bir alandan ibarettir diyebiliriz. Yalnızca yatağında kendini özgür hisseden insanlardan yıllarca buna razı gelmelerini bekleyemezsiniz. Göçmen işçi kendisine çizilen bu alanı genişletmek, ait olduğu kültürden ve değerden etrafında bir parça görebilmek için yeni mekânlar inşa etmek isteyecektir.  Memleketimizden ilk giden neslin yaşam şartları açısından birkaç temel önceliği vardı. Helal yemek, ibadet yeri ve yeteri kadar uzun yıllık izin bunlardan ilk akla gelenler. Bir kısmı mekânla, bir kısmı inanç ve insani değerlerle ilgili. Baktığınızda ilk mekânsal genişleme yurtlarda ve fabrikalarda küçük küçük odalara kurulan mescitlerle oluyor. Ya da 11. Peron’da anlattığımız gibi tren vagonunu mescit haline getiriyorlar. Hem dini vecibelerini yerine getirmiş oluyorlar hem de mekânsal anlamda bir genişleme yaşanmış oluyor. Ardından dernekleşme ve esnaflık geliyor. Göç canlı ve kendini taşıyan bir olgu. Türklerin sayısı arttıkça küçük küçük Türkiyeler kuruluyor Avrupa’da. Bugün getto diye anılan Kreuzberg, Weidengasse gibi semtlerin kökeninde mekânsal genişleme ve yerleşme içgüdüsü yatıyor. İlk giden nesil bunu inşa ediyor, diğer nesiller de bunun içerisine doğuyor. Temel farklılık bu. İlk neslin mücadelesini biraz böyle okumak gerek. Onların hayatı bu inşa sürecini omuzlarında taşımakla geçti. Avrupa’daki binlerce cami, dernek, okul, dükkân, işyeri ve 5 milyondan fazla Türk nüfusu bize bunu söylüyor. Yeni gelen nesil bu mücadeleyle doğrudan yüzleşmiyor. Onun yüzleşmesi gereken şey kendi mahallesindeki yaşantı ile karşı mahalle arasındaki yaşantıyı test etmek. Kreuzberg’te 20 hanesinin 15’inde Türklerin oturduğu bir apartmanda yaşayan Berlin doğumlu Türk genci, Berlin’in Alman yoğun semtlerine gittiğinde bir hesap kitap girdabına giriyor. Berlin doğumlu, hem Alman, hem Türk pasaportu taşıyor, iki dili de anadili gibi konuşuyor. Bu genç gerçekte hangi mekânın parçası? Kendini nereye ait hissediyor? İlk neslin yüzleşmek zorunda olmadığı bir soruydu bu. Hangisi daha zor dersiniz? Sanırım bunun yekpare bir cevabı yok. Bence nesiller arası temel farklılık tam da buradan doğuyor. Mekânı inşa edenlerle mekânın içerisine doğanların yüzleşmek zorunda oldukları gerçeklikle ilintili.

 

Türkiye’den giden işçilerin oradaki çalışma biçimini değiştirdiğini biliyoruz. Peki, sormak istediğim soru şu: Almanya’ya giden işçilerin Türkiye’nin çalışma sistemine katkısı ne oldu?

 

Bu soruya teknik ifadelerle dolu bir cevap vermek isterdim ancak maalesef böyle bir etkileşim ve dönüşüm yaşanmadı. Dönemin hükümetlerine “neden yurt dışına işçi gönderiyoruz?” diye sorulduğunda, verilen cevabın içerisinde “batı sanayisini, teknolojisini ve üretime ilişkin öğretilerini Türkiye’ye taşısınlar diye” bir ifade sürekli oluyordu. Ancak bunu sağlamak için neredeyse hiçbir şey yapılmadı. Bizim devlet politikamız gitmeyi ve kalmayı teşvik etti, dönmeyi değil. Belki yapılan anlaşmalara bir süre kısıtı konulsaydı; teknik işlerde çalışan usta işçiler 3-5 yılın sonunda ülkelerine döner ve şuralarda istihdam edilir gibi, bu söylediğiniz dönüşüm yaşanabilirdi. Aksine bizim işçilerimiz Avrupa’nın bant ve akord sisteminde bir dönüşüme aracı oldular. Bununla ilgili çok hikâye dinledim. Geçmişte gazetelerde de bununla ilgili haberler yayınlanmış. Türkler üretimi hızlandırdığı için fabrikanın akord hızı değişiyor. Bu öyle hadi değişelim diye bir çırpıda alınan bir karar değil. Sendika temsilcileri geliyor, iş yeri sorumluları, kısım şefleri toplanıyor, heyet huzurunda kronometre tutarak kararlaştırılıyor. Nevzat Üstün’ün 1973 tarihli bir haberi var mesela, bir tekstil fabrikasında Türklerin çalıştığı bantta sürekli makaralara takılı ipler kopup duruyor. Sonradan fabrika gizlice bu işi araştırdığında ipleri Türk işçileri yavaşlatmak için Alman işçilerin kestiği ortaya çıkıyor. Meselenin bir de şöyle bir boyutu var, uzun yıllar bu sistem içerisinde çalışan Türk işçilerin sonradan Türkiye’deki sisteme ayak uydurmaları çok kolay olmuyor. Eğer dediğiniz sistemli dönüşüm yaşansaydı belki bu olabilirdi. Kesin dönüş yapan bir işçiye soruyorlar, uzun yıllar otomobil fabrikasında çalıştınız, usta oldunuz, Türkiye’ye gidince ne yapacaksınız diye, o da Türkiye’deki fabrikalarda bu sistemin olmamasından dolayı ayak uyduramayacağını, o yüzden bakkal dükkânı açacağını söylüyor. Keşke bununla ilgili bir geri dönüş politikamız olsaymış, bunca vasıflı işçimizi, meslek erbabını kaybetmişiz.

 

Almanya’nın bilhassa 90 sonrası yerleşen diğer ülke vatandaşlarına uyguladığı ırkçılık ve ikinci sınıf insan muamelesinin sebebi artık modern Almanya’nın kurulumun nihayete erdiğinin düşünülmüş olmasından dolayı mı? Modern Almanya’yı kurdular ve şimdi onları göndermeliyiz…

 

Bu aslında 1970’lerin başında tetiklenen bir süreç. 1973 ekonomik krizi Almanya’yı çok sarsıyor. İşsiz sayısı 2 milyonu, göçmen sayısı 4 milyonu geçiyor. Pazar günleri otomobille dışarı çıkmanın yasaklandığı bir dönem düşünün. Gazetelerde nasıl tasarruf ederiz diye ilave ekler dağıtılıyor, okullarda tasarruf dersleri anlatılıyor. Vosvos minibüsünün önüne 2 tane at bağlayıp çeken Alman protestocuların fotoğrafı var 11. Peron’da. Bu dönemde tüm ekonomik ve toplumsal sorunların faturasını göçmenlere kesme eğilimi mevcut. Bunu hem siyasette hem de sokakta görmeniz mümkün. İşsizliğin, enflasyonun ve diğer sorunların sebebini göçmenlerin bu denli kalabalık olmasına bağlıyorlar. Almanlar yurtdışından gelen işçilere “gastarbeiter” derler. Konuk işçi anlamına gelir. Alman WDR kanalı o dönem bir anket başlatıyor. Konuk işçi yerine ne diyelim diye. Kanala 30 binden fazla yanıt geliyor. Konuk demeye gönlü el vermeyen 30 bin kişi. Ve jüri onca cevabın içerisinde “yabancı işçi” kavramını seçiyor. Konuk olmaktan yabancılığa geçiş… Malumun ilanı aslında. Bunu devlet politikasında görmek de mümkün, 1973’te işçi alımı durduruluyor, 1984’de geri dönüşü teşvik yasası çıkartılıyor. Göçmen nüfusu azaltmak için yapılıyor bunlar. 1970’lerden başlayarak bakarsak bugün maalesef hiç gündemde olmayan, isimleri, şehirleri unutulmuş çok sayıda ırkçı saldırı var. Nazi Rocker, Eski Savaşçılar, Yabancıları İmha Komandosu gibi onlarca ırkçı örgüt kurulmuştu Almanya’da. Bunlar arşivlerde var. Çok basit aramalarla karşınıza bu bilgiler çıkıyor. Göçmenlere yönelik çok aşağılayıcı bir tutumun toplum tabanına yayıldığı görebiliyoruz. Duvarında “Türken Raus/Türkler Dışarı, Türkler Defolsun” yazmayan göçmen mahallesi neredeyse yoktu. 11. Peron da epeyce örnek vermeye çalıştım. Okulda arkadaşları tarafından itilip kakılan çocuklarımızı, işyerinde güvencesiz çalıştırılıp, insanlık dışı muamele gören işçilerimizi ve daha fazlasını örneklerle anlatmaya gayret ettim. Ama şunu sormadan da geçmeyelim, biz toplum olarak bütün bunları hatırlamak ve hatırlatmak için ne yapıyoruz? Bugün memleketimizde sokaktan geçen herhangi birine sorsak yurt dışında Türklere yapılan saldırılardan hangisini hatırlıyorsunuz diye. Sanırım birçok kişi cevap veremez. Verenler de Solingen ya da Mölln gibi en fazla hatırlanan saldırılardan bahseder. Oysa en az onlar kadar acıya neden olan bir sürü saldırı var. Bunları toplumsal hafızamızda tutamıyoruz maalesef. Avrupa’daki ırkçı damar ilk kez tanıştığımız, sürpriz ya da şaşırtıcı bir olgu değil. Geçmişte vardı, bugün de var. Zaman zaman uyanıyor, zaman zaman sönüyor. Önemli olan bizim bu damara karşı toplumsal ve kurumsal duruşumuz. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere yapılanlarla ilgili kaç film, kaç kitap var ben sayısını bilmiyorum. Peki Solingen, Mölln ya da NSU cinayetleriyle ilgili bizim kaç filmimiz, kitabımız var? 1982’de ırkçılığı protesto etmek için Hamburg’da kendini yakan Türk kızı Selma Ertan’ı kaç kişi tanıyor? Selma Ertan’ın geride bıraktığı 350 şiirden kimsenin haberi var mı? Biz toplum olarak hep yoğun bir toplumuz galiba, ortak acılarımızı hatırlayacak vakti dahi bulamıyoruz.

 

Yine 1960’ların Türkiye’sine dönelim. Ve bu sefer Türkiye’nin ekonomik ve sosyal durumundan bahsedelim. Almanya’ya giden işçilerin “Ülkenin son umudu” olarak anılması bahsi, bize biraz garip geldi? Dönemin Türkiye’sinde her şeyin değişmeye karar verdiği bir an olarak lanse edilen bu durum, ülkede neyi değiştirdi ya da bu beklentiyle yaratılmaya çalışılan şey neydi o dönemde?

O yıllar 1960 darbesi sonrası siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın devam ettiği yıllar. Gidişat pek iyi değil ve insanların umutlandıracak gelişmeler pek yok. Almanya yolu adeta ilaç gibi geliyor. Hem gidenler için hem de onları yolcu edenler için. Size çok sayıda haber ve açıklama gösterebilirim. Ortak mantığı şu: “Her işçi ayda 100 mark gönderse, senede 300-500 milyon mark eder.” İşçilerimizin döviz kaynağı olarak görüldüğü yıllardan bahsediyorum. Türkiye’nin bir dönem döviz açığının bu şekilde kapatıldığını biliyoruz. İşçilerimizin Almanya’ya gittikleri ilk zamanlar onların maalesef en çok marklarıyla ilgilendik. Sorunlarıyla, dertleriyle çok fazla ilgilenemedik. 1973’te Almanlar işçi alımını durduracağız diye ön açıklama yaparken, bizim yetkililer “hayır böyle bir şey olamaz, bu kabul edilemez” minvalinde açıklamalar yapıyordu. Yine 1984’de Almanya geri dönüşü teşvik yasası çıkardığında bizim tavrımız yine insanlarımızın orada kalması yönünde oldu. 1960’lardaki resmi söylemimiz şu şekildeydi: “İşçilerimiz gidecekler, orada öğrendiklerini buraya taşıyacaklar ve memlekete döviz gönderecekler.” Yalnızca Almanya’ya gitmek için başvuran Türklerin sayısı 2 milyon 600 bin. Diğer ülkeleri ve kaçak olarak gidenleri de hesap ederseniz o dönem 30 milyon nüfusu olan bir ülke için Sirkeci trenine binmenin ne anlama geldiğini bir nebze olsun anlarız. Kimler kimler gitti, nalbantlar, rençberler, terziler, kasaplar, bakırcılar, el sanatı ustaları… 1966’da Hürriyet’te yayınlanan bir haber var. “Geçinemeyen polis memuru istifa edip, Sirkeci trenine bindi” diye. Milliyet’ten bir başka haber: “Ankara Aşağıöveçler İlkokulu Müdürü 14 yıllık mesleğini bırakıp madenci olmaya gidiyor.” diye.  Bu insanlara kimse gitme demedi. Aksine hep git denildi. Onlardan kurtulmak için söylenmedi bu söz. Ülkenin geleceğinde bir derde derman olsun, bir tuğla da onlar koysunlar diye gönderildi. Ama hiç kimse onların kulağına bu gerçeği söylemedi. Onlar devletin umuduydu. İki işçi konuşuyor. Biri diğerine soruyor: “Almanya nerededir?” O da, “Edirne’nin hemen yanı başında bir yerdir” diye cevap veriyor. “Öyleyse akşamları otobüsle gider geliriz.” diyor cevap olarak. Haritada yerini bile bilmedikleri bir ülkeye giden o insanlarımıza en azından eşlerinin, anne babalarının ve çocuklarının söylediği sözü biz de söyleyebilseydik: “Git ama çabuk dön.” Yurt dışına işçi olarak giden binlerce işçimize devletimiz de bunu söyleseydi keşke diyorum: “Git ama çabuk dön.”

 

Türk işçilerin bir İtalyan göçmenin radyosunu kurcalarken ülkelerine ait bir radyo kanalının çektiğini fark etmeleri ve o radyoya ait frekansı uzun bir süre kimsenin değiştirememesi… Bir de İbrahim’in odasındaki duvar saatini Almanya’ya göre ayarlaması ama kolundaki saatin hep Türkiye saatini göstermesi… İnsan her ne kadar uzakta olursa olsun, kendi toprağıyla arasına giren mesafeyi bir şekilde örtbas etmenin yollarını arıyor, başkalarının zamanına karşı kaçak güreşmenin yollarını buluyor… Öyle değil mi?

Haydi 50 yıl öncesine doğru ufak bir yolculuk yapalım madem. Köln’de Türk işçilerin kaldığı bir yurt odası düşünelim mi? 8 demir ranza, 8 demir dolap ve ortada bir masa. Dolapların üzerinde tahta bavullar. Her an kapıp gitmeye hazır bekliyor. Bavulların içinde de eşlerine çocuklarına aldıkları hediyeler. Daha dönmelerine aylar var ama hediyeler çoktan alınmış. Duvarda bir saat, bir takvim, ufak bir Türkiye haritası. Ranzaların üstünden sarkan, eşlerinin elleriyle işlediği kenarları iğne oyalı yeşil çizgili beyaz el havluları. İşten yorgun argın gelmişler, kimi yatağına uzanmış, kimi çay demliyor, kimi yastığının altındaki eşinin fotoğrafına bakıyor çaktırmadan, kimi de ailesinden 2 hafta önce gelen mektubu bilmem kaçıncı kez okuyor. Birkaç ay önce tesadüfen keşfettikleri ve frekansı bozulmasın diye düğmesini tutkalla yapıştırıp, duvara çiviledikleri Grundig marka radyodan Anadolu türküleri çalıyor usul usul. “Bu ayrılık bana ölümden beter, geçti dost kervanı, eyleme beni.” Sonra içlerinden biri her akşam yaptıkları gibi bir sohbet başlatıyor: “Türkiye’de şimdi akşam 9’dur.” diyor. Ardından herkes işini gücünü bırakıyor. Sırayla herkesten bir cümle geliyor: “Bizim çocukların uyku saati, anneleri sütlerini içirmiştir. Babam şimdi yatsıdan çıkmış, eve doğru ağır ağır gidiyordur. Şimdi bizim mahallede olacaktık ki, kahvede okey saati, herkes toplanmıştır. Anam somyanın üzerinde uyukluyordur. Hanım bana yine kışlık bir kazak örüyordur. Kuzinenin üstüne kestaneleri atmışlardır, bak kokusu buraya kadar geliyor.”

Hayaller evin yolunu kısaltıyor değil mi? Onlar da hayal ediyorlardı. Sevdiklerinin o anda yaptıkları şeyleri düşünüp hayal ediyorlardı.

Son olarak, Almanya özelinde soracak olursak 4 milyona yakın Türk’ün bundan sonra Almanya’daki konumlarını nasıl görüyorsunuz?

1993’te Solingen’deki dükkânlarda ip merdiven ve kova kalmamıştı. Türkler olur da evimize saldırı olursa diye şehirdeki bütün ip merdivenleri satın almış, balkonlarından aşağı sarkıtmış, balkonlara kova kova su doldurup, kapılardan Türkçe isimlerini silmişlerdi. Bunu Almanlar unutmuş olabilir, bizim unutmamamız gerek. Şimdi günümüze baktığımızda toplumsal katmanların biraz daha birbirinden ayrıldığını düşünüyorum. Irkçı söylemler ve göçmenlere yönelik ayrıştırıcı vakalar daha da artacak gibi görünüyor. 1970’lerde başlayıp 90’lara doğru yükselen ırkçı hareketler toplum tabanından başlayıp yukarıya doğru yayılıyordu. Ama yukarı doğru giderken Alman devleti bir yerde dur diyordu. En azından bunu söylem olarak yapıyordu. Devlet yangına su dökmeye çalışan bir pozisyonda kendini konumlandırıyordu. Şimdi bakıyorsunuz kum saati tersine dönmüş gibi. Ayrıştırıcı söylemlerde bulunan politikacıların sayısı artıyor, ırkçı partiler oylarını arttırıyor. Parti yetkilileri, milletvekilleri mikrofonun karşısında ayrımcılığı ve ırkçılığı körükleyecek söylemlerde bulunuyor. Bu kez tavandan tabana doğru bir yayılma söz konusu. Ve toplumun belli bir tabanında zaten böyle bir damar hep mevcut.  Bu bence daha tehlikeli bir durum. Hem taban hem tavan aynı anda ayrımcılığı körükleyecekse bu yangını kim söndürecek? Kovalara su dolduranlar -Allah korusun– yine Türkler mi olacak?