Dursun Ali Tökel: “Keloğlan Niye Kel Yahut Metinler Bize Ne Söyler?”

Her metin, muhakkak bir medeniyetin çocuğudur.  Karşıtı da doğrudur; her medeniyet bir metnin çocuğudur. Nerede bir medeniyet varsa orada bir millet vardır, nerde bir millet varsa o milleti kuran metinler vardır.

DURSUN ALİ TÖKEL

Milleti millet yapan kültürlerin nesiller boyu aktarılması gerekir. Niçin? O milletin kendini başka milletlerden ayrıcalıklı kılan kültürel kodlarının devam ettirilmesi ve milletin öz benliğini koruyabilmesi için.

Peki, kültür nasıl aktarılır? Mutlaka bir aktarıcı ile: Bunlar, büyük çoğunlukla; mimari, heykel, kilim, halı, müzik, halk oyunları, resim, giyim-kuşam, yemekler, ev-bahçe düzeni vb. pek çok başlıkta sayacağımız sanatlardır, zanaatlardır, yaşam biçimleridir. Bunlar milletleri milletlerden ayırırlar. Örnek mi?

Bizim, geleneksel mimari yapılarımıza bakın, camilerimizin köşelerinde kuş evleri vardır; mezar taşlarımızın kıyısında köşesinde su biriksin de kuşlar içsin, kuşlar içsin de biz de sevap alalım diye özenle yapılmış oyuklar vardır.

Bizim kilimimizde, halımızda geleneksel bozkır ve göçebe hayatımıza ilişkin acıların, sevdaların, sevgilerin, özlemlerin ilmek ilmek işlendiği pek çok motifler vardır.

Biz heykeli bir kültür aktarıcı olarak kullanmayı yeğlememişiz ama Batı medeniyeti heykeli hemen her kültürel unsurunun başat aktarıcılarından biri kılmış. Biz tiyatroyu sadece geleneksel seyirlik oyunlarda görünür kılmışız. Ama Batı medeniyeti öylemi ya! Tiyatronun, tiyatroyla elele vermiş müzikal yapıların hayatlarında oynadığı rol bize göre çok çok farklı noktalarda.

Bizim evlerimizde tuvaletler, yatak odalarında yatakların ayak uçları kıbleye doğru gelmez; bu fevkalade saygısızlık kabul edilir. Biz de Kur’an belden aşağı tutulmaz, başının altına yastık gibi koyulup uyunmaz, Kur’an’a karşı ayak uzatılıp oturulmaz.

Bütün bunlar milletleri millet yapan kotlardır, bunlar da bizim kotlarımızın bazıları.

Şimdi soralım: Satın almak için ev arıyorduk, pek beğendiğimiz bir evin tuvalet taşları kıbleye karşı idi. Müteahhide sordum: “Neden bunları kıbleye karşı yaptınız, keşke böyle olmasaydı!” Yüzüme uzun uzun baktı, “ne alakası var?”  dedi. Dedim ki: “Bizim kültürümüzde tuvaletler kıbleye, yani Mekke’ye, Kâbe’ye karşı gelecek şekilde yapılmaz, bu saygısızlık kabul edilir. Onu demek istedim” Bana dedi ki: “Yahu hocam ne tuhafsın! Mekke buraya üç bin kilometre uzakta, ne saygısızlığı…” Şimdi bu adam haklı mı? Kilometre hususunda haklı da, bir kültürel koda bu kadar bigâne olmasıyla da haklı mı?

MASAL DEYİP GEÇME!

En kötü hâllerimizden biri metinleri aşağılayan bir üslubun adeta bilinçaltımıza yerleştirilmesi! Bana masal okuma, bana hikâye anlatma, bırak bu hikâyeleri, bana edebiyat parçalama, edebiyatı bırak, hariçten gazel okuma, bana felsefe yapma…” Allah aşkına daha okunacak ne kaldı! Okumanın bu kadar değersizleştirildiği bir toplumda okumayı sevdirmenin bir yolu nasıl bulanacak?

Oysa masallar milletlerin kotlarının anahtarları. Yedi asır evvel Hz. Mevlana buyurmuş ki:  “Hani çocuklar masal söylerler ya.. Fakat masallarda nice sırlar, nice öğütler vardır. Görünüşte saçma şeyler söylerler, ama sen onları masal sanma sakın. Bütün viranelerde define aramaya koyul!..”[i]

Şimdi soralım: Masalların, milletlerin hayatındaki vazgeçilmez önemini Batılılar daha 18. Yüzyıldan itibaren anladılar ve masal-kültür, masal-medeniyet, masal-çocuk eğitimi, masal-bilinçaltı vb. üzerine pek çok araştırmalar yaptılar. Biz hâlâ “bana masal okuma derken” yedi yüzyıl evvel masalın önemini fevkalade kavrayan ve ona “hazine”diyen Hz. Mevlana’nın kaç fersah gerisindeyiz? Neden Batılılar Hz. Mevlana’yı anlayıp dinlediler de biz bu ulvi seslere bigâne kaldık?

Her metin, muhakkak bir medeniyetin çocuğudur.  Karşıtı da doğrudur; her medeniyet bir metnin çocuğudur. Nerede bir medeniyet varsa orada bir millet vardır, nerde bir millet varsa o milleti kuran metinler vardır. Bunlar destanlardır, masallardır, mesneviler, halk hikâyeleri, dini metinlerdir. Yine her metin bir milletin metaforlarıyla, simgeleriyle, kodlarıyla yazılır. Eğer kodlar karışırsa metinler, metinler karışırsa kafalar, kafalar karışırsa davranışlar, davranışlar karışırsa insanlar, insanlar karışırsa toplumlar, toplumlar karışırsa insanlık karışır ve bu da felaketlere davetiye olur.

“Metinler milletlerin kodlarıyla yazılırlar” derken bunu süslü bir cümle olsun diye söylemiyoruz. Örnekler verelim:

Batı masallarında kadınlar, kızlar daima edilgendirler, işlevsizdirler; beyaz atlı prensin gelip kendisini kurtarmasını beklerler, çünkü kendileri kurtulamazlar. Batı düşüncesi kadına o iradeyi vermemiştir, çünkü asırlar boyu Batı felsefesinde kadın daima, tahrif edilmiş kutsal metinlerin yanlış yönlendirmesiyle, yasak meyveyi Âdem’e yedirmek suretiyle insanoğlunun cennetten kovulmasının sebebi olarak görülmüş, bu yüzden lanetlenmiş ve yine yüzyıllar boyu “acaba ruhu var mı yok mu?” diye tartışılmıştır.

Ama bizim masallarımız, halk hikâyelerimiz hiç de öyle değildir. Bırakın kadınların işlevsiz olmasını, Dede Korkut’ta kendisini görmeye gelen nişanlısı Banu Çiçek sınava tabi tutar. Ona der ki, “Eğer Banu Çiçekle evlenmek istiyorsan seninle yarışlar yapacağız. Eğer beni at koşturmada, ok atmada geçer ve yapacağımız güreşte de yenebilirsen seninle evleniriz…” Dede Korkut’un tatlı anlatımıyla verelim bu bölümü. Banu Çiçek, Bamsı Beyrek  ile karşılaşır, henüz birbirlerini tanımamaktadırlar bu yüzden Banu Çiçek kendisini Banu Çiçek’in hizmetçisi olarak tanıtır ve bu hâliyle Bamsı Beyrek’i sınava tabi tutmak ister:

“Yigit gelişün kandan?” diye sorar.

 Beyrek: “İç Oğuzdan.”

“İç Oğuzda kimün nesisin?”

 “Pay Püre Big oğlı Bamsı Beyrek didükleri menem.”

Bu karşlılıklı konuşulmalarla birlikte Banu Çiçek kendini bildirmeden, “Gel imdi senün ile ava çıkalum, eger senün atun menüm atumı kiçerise anı dahı kiçersin ve hem senün ile oh atalum, meni kiçerisen anı dahı kiçersin ve senünile güreşlelüm, meni kiçerisen anı dahı basarsın.” der. Beyrek onun bu isteklerini kabul eder.”[ii]

Batı masallarında böyle bir şey görebilir misiniz? Mümkün değil. Pamuk Prenses ölüm uykusundan ancak beyaz atlı prensin onu gelip öpmesiyle uyanabilir, Rapunzel, beyaz atlı Prensin onu gelip kurtarmasıyla ancak hapsolunduğu kuleden inebilir.

Şimdi soralım bakalım: Mutlu olmak için hâlâ beyaz atlı Prens bekleyen bizim kızımız, bizim masallarımızın insanı mı yoksa başka masalların insanı mı? Bizim kızımız evlenmek için, özgüveni hat safhada olan cesur ve yiğit Banu Çiçek’in seçtiği yolu tercih etseydi acaba bugün nasıl bir toplum olurduk?

KELOĞLAN NİYE KEL?

“Her millet kendi metinlerinin çocuklarıdır” dedik. Bu anlamda her milletin masalı ve masal kahramanı da o milletin prototipidir adeta.

 Şimdi bazı sorular soralım:

Neden bizim masal kahramanımız olan Keloğlan’ın başı keldir? Babasından neden hiç bahsedilmez? Annesi neden çok cahil ve kabadır? Neden Keloğlan’ın kardeşleri yoktur? Keloğlan neden eğitimsizdir, okul okumamıştır? Nasıl olur da Keloğlan bunca cahilliğine, eğitimsizliğine, köylülüğüne, tecrübesizliğine, arkasızlığına, dayısızlığına, soylu-soplu olmayışına, yoksulluğuna rağmen bir şekilde hekimlerin iyileştirmediği hastaları iyileştirir, vezirlerin çözmediği sorunları bir çırpıda hâlleder, filozoflların içinden çıkamadığı muammaları hemencecik çözüverir, gidip de canlı olarak kimsenin dönemediği Kaf Dağı’ndan sihirli yüzüğü alıp güle oynaya gelir, canavarlarla baş eder, yedi başlı ejderhaları uysal koyunlara çevirir… Tereyağından kıl çeker gibi nasıl bunca sorunun üstesinden nasıl gelebilmektedir? Ve nasıl olur da başvezirlerin bile evlenemediği padişahın kızıyla evleniverir, bu vesileyle hiçbir eğitimi olmamasına rağmen  nasıl olur da ülkenin baş veziri olur, bir de devlet yönetir, hem de dillere destan adalet ve ehliyetle?..

Siz hiç kralın kızıyla evlenen ve böylece ülkesinde başbakan olan bir Batı masal kahramanı gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü böyle bir şey olamaz. Neden olamaz? Çünkü Batı masalları sınıflı toplumların masallarıdır ve masal kahramanı olan kişi de alelade halktan biridir ve halktan biri olan, soylu olmayan bir kişi de devlet adamı olamaz, ülkenin yönetiminde bulunamaz, soyluluk belgesi-geçmişi olmadan idareci yapılmaz…

İşte böyle. Metin ile hayat arasında ilişki var mıymış? Varmış. İşte bu anlattıklarımız yüzünden Batılı seyyahlar Osmanlı ülkesindeki idarecileri görünce dilleri yutuyor, bir türlü inanamıyorlardı. Neye? Halktan birilerinin nasıl olup da yönetici, devlet adamı olduğuna. Mesela şunun gibi:


[i] Mevlâna, Mesnevî, (Çev: Veled İzbudak, Gözden Geçiren: A. Gölpınarlı), MEB. İstanbul 1991, C:III, s. 221.

[ii] Sinan Gönen, “Dede Korkut Hikâyeleri’nden Günümüze Yansıyan Evlilik Âdetleri”

http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/sinan_gonen_evlilik_adetleri_dede_korkut.pdf

Devamı Cins’in 2020 Ekim sayısında…

Posted in Genel