Aykut Ertuğrul: “Kendini Suya Anlatmak Üzerine”

Üsküdar’da sabah. Şairin dizeleri değil bu defa bir cümlesi dilime düşüyor: “Geçen her gecenin leyle-i kadr, karşılaştığım her kişinin Hızır olmadığını anladığım zaman kırılıyorum. Böylece kırılan bir düş haline dönüştüğümü görüyorum. Evet, bizzat kendim bir düş kırıklığıyım, kırık bir rüyayım ben. Ve hepimiz öyleyiz.”

AYKUT ERTUĞRUL

ÜSKÜDAR’DA BİR SABAH

Üsküdar’da sabah. Evet, sürekli koşturan bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar, evet büfeler, gazete bayileri, simitçiler, evet iskelenin o kendine has kokusu, akbil sesleri, ayak sesleri, seslenen insan sesleri, dolup boşalan, otobüsler, dolmuşlar, egsoz ve evet soğuk, evet, şehrin insanı, evet kimse mutlu değil bir telaş pür telaş… evet kalabalık evet martılar evet deniz dalgalar köpükler filan evet ellerim ceplerimde dikilirken köşede çömelmiş meczup sesleniyor: kar neden yağar kar? Başka bir meczuptan alıntı yapan bir meczup! Evet metinlerarasılık! Denize dökülen insancıklar ve nihayet içimde bir yerlerde geviş getiren, şehre bakıp bilgece sözler söylemeye çalışan, homurdanan, klişe canavarı, o işgüzar, o yerine göre mel’un, narsist varoluşçu… Geçelim lütfen, konumuz bu değil. Üsküdar’da sabah. Bir yandan yürüyor, bir yandan kendimi hastalık belirtisi saydığım envaiçeşit romantizmden sakınmaya çalışıyorum. Bir yandan yürüyor bir yandan şairin sebepsiz yere dilime dolaşan, takılan, yapışan dizesini tekrar ediyorum:

“iniyorum kulelerinden katil/ iniyorum maktul minarelerden/ taraçadan, bahçeden/ ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden/ ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte/ değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor”

İsmet Özel’den kaçış yok. Nasıl olsun ki? Şiirle düşünen bir milletin ahfadıyız ve aynı havayı solumakla şereflendiğimiz büyük Türk şairinden daha çok kim hak ediyor, düşüncelerimize, hayallerimize sızmayı. Ama sadece şimdilik ve elbette çabucak bunu da geçelim.

Üsküdar’da sabah. Mihrimah Camii’nin ferah avlusuna giriyorum. Benim için İstanbul Mihrimah Camii avlusudur. Daima. Denize bakan duvarın dibinde durup bir sigara yakıyorum. Derin bir nefes. Dumanı denize doğru üfleyip kaçmaktan sıkılıp sonunda teslim olduğum romantizme hayıflanırken, kendime kızarken, Üsküdar’a, inceden Mihrimah Sultan Camii’ne, birbirine Hızır olamayan insanlara kırılarak homurdanırken, işte tam o sırada bir şey oluveriyor. 20’li yaşlarında bir genç kız, eski çeşmenin önüne oturmuş akan suya bir yandan bir şeyler anlatıyor bir yandan ağlıyor. İkinci kez bakıyorum. Bir nefes daha duman. Siyah saçları yüzünü kapatmış. Çeşmeye doğru iyice eğilmiş ağlıyor, saçlarının her teliyle, bütün kalbiyle, kırılan kalbini oracığa bırakmak ister gibi… Gözyaşları asırlık çeşmenin sularına karışıyor. Söylediklerini duymaya çalışıyorum ama nafile; suyun ve kızın sözleri birbirine karışıyor. Omuzları sarsılarak hıçkıran, hıçkırdıkça dağılan; hani Eliot’un şiirindeki gibi “dağılmış ve parıltılı” genç kızla birlikte çeşmenin suyu da şekil değiştirip kesintisiz bir gözyaşına dönüşüyor.

Şu oluyor: 20’li yaşlarında dağılmış ve parıltılı, ağlarken saçının her teliyle ağlayan bir genç kız ve Mihrimah Sultan Camii’nin asırlık çeşmesi birbirlerine hikâyelerini anlatıyorlar. Ürkek adımlarla yaklaşıyorum. Avlunun zemini pamukla kaplıymış, biraz sertçe basarsam batacakmışım gibi titizlikle birkaç adım. Çeşmeyle yâren olmuş bu kızı tanıyor muyum yoksa o Leyla mı? Suya anlattığı hikâyeyi merak ediyorum. Biz rüyalarımızı suya anlatırız, “su gibi temiz  olsun, hayırlara vesile olsun” diye. Peki kırılan rüyalarımızı? Onları da mı? Genç kızın ruhunu bir su damlasına, akan suyu gözyaşına dönüştüren bu kırık rüyayı merak ediyorum. Biraz daha yaklaşıyorum fakat yaklaştıkça cesaretim azalıyor. Sormaya cesaret edemiyorum. Öğrenmeye korkuyorum. Kimseye Hızır olamayışımızın, kimsenin Hızır olamadığı bir çağda yaşıyor olmaklığımızın utancı kaplıyor her yanımı. Genç kızın bir yardım, bir dost, derdini dinleyecek bir kulak, ona el uzatacak bir insan istemediği düşüncesi beni iyice durduruyor. Kendi hayal kırıklıklarımı, kendi çaresizliklerimi, tükendiğim anları hatırlıyorum, yardım ister miydim? O sırada yanımdan geçen bir meraklı gözün ilgisi herhalde talep edeceğim son şey olurdu. Aynı utanç ve ürkeklikle bu defa geriye doğru birkaç adım atıyorum. Eski yerime dönüyorum. Sigaramdan bir nefes daha. Denize bakıyorum, Üsküdar iskelesine, insanlara; bu defa hemen arkamda gözyaşları suya karışan, saçlarının her bir teliyle ağlayabilen bir genç kız, suyunu kesintisiz bir gözyaşına dönüştürebilen asırlardır dinleyen bir çeşme olduğunu biliyorum.

Üsküdar’da sabah. Şairin dizeleri değil bu defa bir cümlesi dilime düşüyor: “Geçen her gecenin leyle-i kadr, karşılaştığım her kişinin Hızır olmadığını anladığım zaman kırılıyorum. Böylece kırılan bir düş hâline dönüştüğümü görüyorum. Evet bizzat kendim bir düş kırıklığıyım, kırık bir rüyayım ben. Ve hepimiz öyleyiz.”

Devamı Cins’in 2019 Haziran sayısında…

Posted in Genel