TUFAN GÜNDÜZ: İSTANBUL’DAN BEATNİKLER GEÇTİ

1965 yılının Şubatında Amerikan savaş uçakları Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başladığında Komünistlerin işinin hemen bitirileceği zannedilmişti. Ağır bombardımanlar, acımasız baskılar işe yaramadı tabi. Komünist Minh gerillaları karada ağırlıklarını arttırıyorlardı. Bulaştığı belanın farkında olmayan Amerika, Mayıs ayından itibaren yaklaşık 80.000 askerini Vietnam’a yolladı. “Özgür Dünya”nın yegâne temsilcisi Amerika, geri kalmışlığın doruğunda yaşayan Komünist Vietnamlılara gereken dersi vermeye hazırdı artık. Sovyetlerin ve Çin’in desteği Kuzey Vietnam’ın direncini arttırıyordu arttırmasına da düşman kavi, yer sert idi. Garibim Türkiye, tabii ki müttefiki Amerika’nın yanında yer alıyordu. Gerçi tee Vietnam’da olan bitenden bize ne diye geçiyor insanın aklından ama öyle dememek lazım. Füze sistemleri, casus uçaklar, Irak’ta, Suriye’de kıpırdanmalar Türkiye’yi istim üstünde tutmaya yetiyordu.

Kimse inanmayacak ama Amerikan askerlerinin Vietnam’da kavruk komünist gerillalarla mücadelesi tüm hızla devam ederken, İstanbulluların derdi başkaydı.  Sultanahmet meydanında saçı sakalı birbirine karışmış, çıplak ayaklı, hırpani kılıklı ve beş parasız yabancılar görülmeye başlanmıştı. Hani İstanbul’a çalışmaya gelip bekâr hanlarında serme sefil barınanları ya da Sirkeci’den kalkan Almanya trenlerinde kendisine yer bulmaya çalışan garibanları kaba aksanlarından, tip ve kılıklarından nereli olduğunu anlamak kolaydı. Hiç olmazsa Anadolu’nun bir köşesinden üç beş kuruş kazanabilmek için geldikleri belli olurdu. Ama bunlar, bu paçoz, bu bitli herifler için bir kanaate varma zordu.

Hâlbuki onlar Beatnik denilen yeni bir akımın öncüleriydiler. Üstelik hikâyeleri de yabana atılacak gibi değildi.

1940’ların başında, yani II. Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı sarmaya başladığı günlerde, New York’taki Columbia Üniversitesinden bir grup öğrencinin amaçsızca ülkeyi dolaşmaya başlamaları romantik bir akım gibi görünüyordu. Beatnik denilen bu gruplar, 1929 ekonomik bunalımında iş bulmak için Amerika’yı baştanbaşa dolaşan demiryolu işçilerinin öykülerinden etkilenmişlerdi. Yani kriz yıllarında işten çıkarılan pek çok gariban, trenlerin sağına, soluna, üstüne yapışarak en uzak duraklara kadar gidiyorlar, orada gündelik işlerde çalışıyorlar, bulduklarını yiyorlar, sonra başka bir yolculuğa çıkıyorlardı. Onlarla ilgili o kadar çok hikâye birikmişti ki, üniversite öğrencilerine, tıpkı onlar gibi trenlerde kaçak yolcu olmak; ya da otostop yaparak sürekli yolculuk yapmak çok ilginç geliyordu. Başlangıçta her şey güzeldi ama böyle kalmadı; bu amaçsız seyahatler yavaş yavaş muhalif bir harekete dönüştü. Çünkü II. Dünya savaşı sonrası hızla büyüyen Amerikan kapitalizmi insanları mutlu etmeye yetmiyordu.

Türkiye’de eli iş tutan çoluk çocuğun dört elle çalıştığı, eve ekmek getirebilmek için tarlada tapanda süründüğü yıllardı o zamanlar. Bolluktan anlaşılan tek şey fakirlikti. Fakiri bol bir ülkenin gençleri çalışmak için büyük şehirlere akıyordu; akmasına da şehirler de çok bir şey vaat etmiyordu. Şehirlerin silkinip kalkınması bile başlı başına bir problemdi. Dünyanın öbür ucunda, Amerika’da, II. Dünya savaşı sonra Avrupa’yı kalkındırma bahanesi ile geliştirilen Marshall Yardımı ciddi sanayileşme ve bolluk getirmişti.   Gençler kapitalizmin yarattığı bolluk, tüketim çılgınlığı, yeni güvenlik ağı, mükemmeliyetçilik gibi gelişmelere derin öfke besliyorlar; başarı yerine başarısızlığı, düzen yerine kaosu savunuyorlardı. Toplum için ideal olan ne varsa hepsine karşıydılar ve zıt olanı, hayatlarının bir parçası yapıyorlardı. Askerliği reddediyorlar, kirli bedenler ve keçeleşmiş saçları, rastgele ilişkileri, ucuz partileri, komünal yaşamı tercih ediyorlardı.

Devamı Cins Ağustos 2017 sayısında…

Posted in Genel