Necip Tosun: “Hikâyeyle İnanıyor, Hikâyeyle Seviyoruz”

Usta öykücü Necip Tosun ile öykünün başlangıç noktası, çağımızdaki yeri, modern kahramanın ahvali, günümüz eleştirmenlerinin düşüncesinden olmayan kalemlere bakışı ve Doğu’da hikâyenin ne manaya geldiği üzerine konuştuk.

İdeolojik yaklaşımlı tutumlardan elbette ben de payıma düşeni alıyorum. Kim olduğumu, dünyaya, eşyaya bakışımı biliyorlar ve o ideolojik kriterleri aynen bana da uyguluyorlar. Ama benim zaten amacım bu tutumu boşluğa düşürmek ve yanlışlığını örneklemek. Bu nedenle bu insanlara kızıp nesnelliğimi bozmuyorum.

SÖYLEŞİ: ARDA AREL

Öykünün başladığı yer neresi? Ne olur da siz bir öykü yazarsınız?

Öykü benim hayata katlanmadaki tutamağım. Çünkü çoğunlukla öykü yazma anım, çok sıkıldığım, hayatın, gündelik olumsuzlukların beni bunalttığı anlar. Bu anlamda öykü benim için, yolunda gitmeyen şeylere, yaşanan olumsuzluklara atabileceğim en güzel çığlık, başvuracağım en önemli başkaldırı biçimi. İşte öykünün benim için böyle bir “tutamak” fonksiyonu var. Öykü yazarak bu olumsuzlukları önleyebileceğimi elbette düşünmüyorum. Ama ne yazık ki bundan daha etkili bir başkaldırı biçimim, yeteneğim de yok.

Benim için öykünün doğduğu an, okuluna alınmayan bir genç kızın çığlıklarla başörtüsünü çıkarıp, kendini okula almayanlara fırlattığı andır. Bir udinin titreyen elinin ebruya uzandığı, bir annenin minicik ölü yavrusuna baktığı andır. Yani bende öykünün doğduğu an, içimde bir şeylerin kırıldığı, koptuğu andır. Başka da belirttiğim gibi bu anlamda öykü benim için yolunda gitmeyen şeylere, yaşanan olumsuzluklara, acılara atabileceğim en güzel çığlık, başvuracağım en önemli başkaldırı biçimidir. Benim için öykü, bir ezanın içime doldurduğu huzur, bir camiye dalıp giden nur yüzlü bir ihtiyarın mutmain kalbidir. Ben de öykünün doğduğu an, içimde bir şeylerin yeşerdiği, filizlendiği, içimin içime sığmadığı coşku dolu andır. Bu anlamda öykü benim için mutmain kalplere ulaşabilme arzusudur. Ve o hem derin düş kırıklığının, hem de huzurun beslediği coşkudur. Öykünün doğduğu an işte bu coşkuyu yakaladığım andır. Çünkü öykü benim için aynadır, coşkudur, özlemdir, hüzündür, yüzleşmedir, resimdir, yolculuktur…

Hayat ve Öykü kitabınızda, öykünün çağın hızına uygun olduğu için daha tüketilebilir olduğundan bahsetmiştiniz. Ve 2000 sonrasında öykünün belki de bu sebeple yükselişinin kaçınılmaz olduğunu söylemiştiniz. Sizce öykü hâlâ bu hıza ayak uydurabiliyor mu, yoksa çağımız öykü için bile çok mu hızlı?

Öykü, modern insanın ritmiyle, temposuyla ve beklentileriyle örtüşen bir tür. Öykü, romana göre iktisatlı yapısı (kısa) ve şiire göre anlam açıklığıyla modern insanı rahatlıkla yakalayabilecek bir tür. Başka bir deyişle öykü, kısa ve yoğun yapısı, anlam açıklığı ve gündelik hayata denk düşen yalın, dolaysız anlatımıyla modern insanın beklentilerine cevap verebilecek bir özelliğe sahip. Öykünün, modern insana sunduğu ilk cazip yanı kısa oluşudur. Öykü bu özelliğiyle modern insana bir okuyuşta bitirebilme şevki ve hissi verir. Uzun okumalarda olduğu gibi okuyucu metinden durmaksızın kopmaz. Ve okuyucudan kısa bir zaman dilimi talep eder: Bir otobüs yolculuğu, bir metro veya uçak yolculuğu gibi. Bu da modern insanın aradığı bir şeydir. Öykünün modern insana sunduğu ikinci cazip yanı, onun yüksek yaşam ritmine, temposuna, gerilimine denk düşen yoğun anlatımıdır. Öykünün modern insana sunduğu bir başka cazip yönü de anlam açıklığıdır. Yani öykü, insanı, toplumu, yaşananları yalın, dolaysız bir şekilde anlatır. Kısaca muhatabına bulmaca çözdürmez ve hemen ulaşır. Ayrıca öykünün “hikâye”si çoğunlukla gündelik hayata denk düşer. Bu anlamda öykü modern insanın dünyasını kolaylıkla yakalar. Böylece metin-okur ilişkisi hızlı ve etkin gerçekleşir.

Bu yüzyılın “Öykü Çağı” olacağı görüşündeyim. Öykü içinde bulunduğumuz hız çağına sadece ayak uydurmakla kalmıyor, hızın hikâyesini de yazıyor, ritmini tutuyor ona yoldaş oluyor.

Sahi modern kahramana ne oldu; hâlâ yaşıyor mu? Yoksa değişen zamanla birlikte o da mı değişti?

Edebiyat dünyasında, kahramanın, karakterlerin yaşanan çağı, dönemi, onun anlayışını, eşyaya, olaylara bakışını “yansıttığı” genel kabul görmüştür. Bu anlayışa göre kahramanı, yaşanan toplumsal koşullar belirler. Hem dünya edebiyatına hem ülkemiz edebiyat tarihine baktığımızda bu önermeyi destekleyecek pek çok örnek görmek mümkündür. 19. yüzyıl edebiyatımızda sökün eden alafranga tipler, 1940’lardaki küçük insan, 1950’lerdeki varoluşçuluk eksenindeki bunalımlı tipler, başkaldıran sanatçı tipler, 1970’lerin köy gerçekliği, işçi tipler, 1980 sonrası cinsel özgürlük arayışının yansıdığı kişiler, postmodern karakterler toplumsal değişim ve dönüşümün, değişen yazınsal anlayışların belirlediği karakterler/kişiler/tiplerdir.

Romanın tarihsel sürecine baktığımızda kahraman/karakter hep önemli olmuştur. Yeni romancıların karakteri yok etme çabaları akim kalmış, postmodern açılımlar da dahil romanda karakterin önemi hep sürmüştür. Hatta pek çok roman haklı olarak karakterleriyle anılır. Çünkü bir karakter yaratmak en çok romanın yapısına uygundur. Çünkü romancının önünde sayısız sayfa vardır. Kahraman doğar, büyür, mücadele verir. Bu süreçte romancı karakterini pek çok açıdan olay, davranış, eylemle tanıtır. Doğrusu yüzlerce sayfalık bir romanı karaktersiz kurgulamak zordur. Çünkü tümüyle üç yüz sayfalık bir atmosfer hem fiziken hem de anlatı tekniği açısından imkânsızdır. Dolayısıyla kişilikler romanda her zaman önemli olmuştur.

Oysa modern öyküde karakter romandaki kadar hayati bir önem taşımaz. Öykünün temel öğelerinin karakter, eylem, tema, ortam olduğunu biliyoruz. Yazar bu öğelerden hangisini öne çıkarırsa öyküsü de öyle şekillenir. Ne var ki roman hâlâ bir kişilik yaratma sanatı olarak varlığını sürdürmektedir. Dönüp belleğimizi yokladığımızda okuduğumuz bir romandan geriye karakterler kaldığını görürüz: Don Kişot, Don Juan, Hamlet, Faust,  Robinson Crusoe, Madam Bovary, Werther, Raskolnikov… Her ne kadar Kafka, Joyce, Faulkner gibi yazarlarca kahraman yüceltimi terk edilip anti-kahramalar öne çıksa da modern yaşamın parçalanmış kişilikleri olarak yine de bu eserler bir persona takdimidir. Felsefi ve psikolojik bir derinlik kazanmışlardır, o kadar. Kısacası değişen zamanla kahraman da değişiyor. Her dönem kendi kahramanını yaratıyor.

İncelemelerinizle tabiri caizse günümüz öyküsünün fotoğrafını çekiyorsunuz, bu fotoğraf muhakkak geleceğe kalacaktır. Ve ileride meraklısı okur birkaç kuşağı sizin kaleminizden tanıyacak. Bilhassa antolojik çalışmalarınızın seçkisini yaparken gözettiğiniz kriterleri hakkaniyetli ve önemli buluyorum. Siz mahalle gözetmeksizin bu emeği sarf ederken, aklıma şu soru düşüyor: Peki Necip Tosun başkalarınca görülüyor mu?

Benim eleştiri anlayışımın belki de en temel özelliği ön yargısız olması. Yazarın teklif ettiği ideoloji ya da dünya görüşünün doğruluğunu, yanlışlığını tartışmadan, metni sanatsal nesne olarak açıklamak, yorumlamak, çözümlemek benim temel amacım. Polemiğe yaslanan, ön yargılı, ucuzcu yaklaşımların dışında, metni anlamaya, çözümlemeye çalışan, tek ölçünün “estetik değer” olduğu bir eleştiri anlayışını uygulamaya çalışıyorum. Edebiyat dışı ideolojik/duygusal yargılardan uzak durarak, edebiyatın temel ölçütleriyle metinlere yaklaşıyorum. Bu anlamda Erdal Öz’le Rasim Özdenören’i, Kâmuran Şipal’le Mustafa Kutlu’yu, Sevinç Çokum’la Tomris Uyar’ı bir arada, aynı estetik ölçütlerle değerlendiriyorum. Öykümüzün tüm renklerine, onların tonlarına, aydınlıktakilere, karanlıkta kalmışlara aynı tutumla yaklaştım, yaklaşıyorum. Yazdığım kitaplarda ayrım yapmadan tüm birikimimizi yansıtmaya çalışıyorum. Kuşkusuz eleştirmenin de bir dünya görüşü var, elbette o da kimi doğrularının penceresinden metne bakacak. Bunun yadırganacak bir yanı yok.  Ama bu duyguları aşıp edebî kriterlerle esere yaklaşmak en doğru tutum. Ben böyle düşünüyorum.

İdeolojik yaklaşımlı tutumlardan elbette ben de payıma düşeni alıyorum. Kim olduğumu, dünyaya, eşyaya bakışımı biliyorlar ve o ideolojik kriterleri aynen bana da uyguluyorlar. Ama benim zaten amacım bu tutumu boşluğa düşürmek ve yanlışlığını örneklemek. Bu nedenle bu insanlara kızıp nesnelliğimi bozmuyorum.

Her şeye rağmen iyi edebiyatın görülmemesi mümkün mü? Yoksa bazen bilerek ya da istemeyerek ıskalanabiliyor mu?

Yazı dünyasında, sanatçının varolma sürecini baltalayan, sanat dünyasındaki yolculuğunu engellemeye çalışan, okurların gözünde küçük düşüren pek çok art niyetli, kıskanç eleştirilere rastlanmıştır. Bu yazıların kimilerinin geçici, zamana bağlı etkisi olmuştur da. Ama uzun vadede bu yazıların gerçek niyeti anlaşılır ve etkisi kaybolur.

Anlık, zamansal dönemler hariç, hiçbir “güzelleme eleştirisi” kötü bir kitabı edebiyat dünyasına sokmayı başaramamış, geleceğe aktaramamıştır. Hiçbir “olumsuz eleştiri” de iyi bir kitabı edebiyat dünyasından silememiştir. Kısaca eleştiri rahatsız eder, baş ağrıtır ama yok edemez.

Reklama dayalı kışkırtmalar ve yönlendirmelerle öne çıkanlar, tüm popüler ürünler gibi bir gün tüketilip çöplüğe atılırlar ve onları birkaç yıl sonra kimse hatırlamaz. Ama nitelikli, kalıcı eserler eninde sonunda gerçek değerini bulur ve yarınlarda da konuşulmaya devam ederler.

Twitter’da flood dediğimiz ardı sıra atılan tweetlerle anlatılan hikâyeler görüyoruz veya anların/anıların paylaşıldığı youtube kanalları… Okumak bir ihtiyaçsa bu mecralar, okuma ihtiyacına karşılık gelebilir mi? Ya da meraklısı okur, dönem ne olursa olsun orada bir yerde duruyor mu?

Bu ortamda yazılanlar bana daha çok günlükler gibi geliyor. Burada yazılanlar sadece yazar günlükleri değil milyonların yazdığı ve herkesin anında gördüğü günlüklerdir. Fotoğrafla desteklenen bu paylaşımlar saati saatine yayınlanmaktadır. İnsanlar neredeyse bütün günlerini hem anlık olarak paylaşmakta hem de olaylar/durumlar hakkında görüşler ileri sürmekteler. Bu anlamda bu yazılar/fotoğraflar bir gün dökümüdür. Hatta bunlara günlüklerden daha ileri anlıklar bile diyebiliriz. İnsanlar her anlarını, duygularını buraya kaydetmekteler.

Edebî anlamdaki paylaşımlar ise minimal öyküleri çağrıştırıyor. Bilindiği gibi minimal öykülerde karakter tahlili, betimleme, mekân etkisi en aza indirgenmiştir. Hikâyenin anlatma özelliğinden çok “ileti” özelliği öne çıkarılmış, altı çizilmiştir. Çoğunlukla felsefi/dinî/yaşamsal bir iletisi vardır ve “düşünce” odaklı bir metindir. Tefekküre ve düş gücüne seslenir. Bu nedenle kısa kısa öykü, edebiyat dışındaki disiplinlere (tarih, felsefe vd.) başvurur. Belki didaktik değildir ama varoluşsal bir tecrübe aktarır. Bu hâliyle de sanata, öğretisel bir araç olarak bakar. Kısa kısa öykü damıtılmış bir anlam gücüne yaslanır. Anlatım seyreltilmiş, yoğunlaştırılmış, sıkıştırılmıştır. Bir anekdottur. Belki bir aforizma, ama hikâyesi olan bir aforizma. Daha doğrusu aforizmanın hikâye edilmiş hâlidir. Ya da şöyle söyleyelim; her kısa kısa öyküden bir aforizma üretilebilir. Sosyal medyada yazılan hikâyelere böyle bakıyorum.

Burada üretilen metinlerin muhatabı edebî bir beklenti içinde olmayan kesimler olduğunu biliyoruz. Bu daha çok bir karşılaşmadır. Bir rastlaşma. Buradan da bir sanatsal etkinlik üretmek bu hâliyle zor görünüyor.

Doğu’nun Hikâye Kuramı kitabınıza bakıyorum ve anlıyorum ki Doğu insanı hikâyeyle yoğrulmuştur. Bugün o anlatıdan payımıza düşen nedir? Yoksa Batılı anlatı, bu suyu çoktan bulandırdı mı?

Ortak bir coğrafyayı, tarihi ve medeniyeti paylaştığımız Doğu toplumlarında hikâyenin zengin bir birikimi ve güçlü bir damarı var. Doğu insanı hikâyeyle inanır, onunla sever, onunla iç içe bir hayat sürer. Hikâyeler, âdeta onun zihnine nakşolunmuştur. Hikmetler, keşifler hikâye biçimiyle işaretlenmiştir. Dilden dile dolaşan halk hikâyeleri, halkın aşklarını, acılarını, özlemlerini, sevgilerini hikâyelere dökmüş, gelecek kuşaklara böyle aktarmıştır. Hikâyeler, vakanüvislerin göremeyeceği hakikatleri sözün gücüyle kayıt altına almış, insanlığın birikimini yeni bir gerçeklikle ölümsüzleştirmiştir. Gezgin hikâyeciler, âlimler, tasavvuf ehli büyükler hikâye üzerinden bir kültür taşıyıcısı işlevi görmüşlerdir.

Geleneksel hikâye birikimimiz hem içerik hem de biçimsel anlamda günümüz öykücüsüne pek çok imkân sunar. Geleneksel anlatılardaki içerik (ibret, insan olgusu, hakikat vurgusu, tematik temel vurgular vbg.) ve biçimsel yapı (fantastik öğeler, masalsı anlatım, gerçeküstü, simgesel anlatım vbg.) büyük bir zenginlik olarak önümüzde durmakta.

Batı anlatılarının, Doğu hikâyelerinden oldukça yoğun bir şekilde yararlandığını söyleyebiliriz. Çünkü büyülü gerçekçilik, fantastik, rüya kavramlarıyla keşfedilen Gabriel García Márquez ve Jorge Luis Borges’in beslendikleri kaynaklar bizzat Binbir Gece Masalları’dır. Bu iki yazar da en önemli esin kaynaklarının Binbir Gece Masalları olduğunu belirtmişlerdir.

Bu büyük coğrafyanın günümüzde neden büyük hikâye anlatıcısı çıkaramadığı üzerinde durulması gereken ciddi bir soru. Bu coğrafyanın kendisini var eden medeniyetten uzak durması, modernizme ve Batı’ya entegrasyon, küreselleşme bunların nedenleri olabilir. Ancak er ya da geç hikâye ana kaynağına dönecek, büyük hikâyenin sesi buradan yükselecek. Bu anlamda ben, geleneğimizin değerlendirilmesinin öykücülüğümüzde önemli bir açılım olacağını düşünüyorum. Çünkü “Hikâye Doğu’dan Gelir.”