Naser Oriç: “Soykırım, Hayatımızdaki Saatleri Sonsuza Kadar Durdurdu”

1992-95 Bosna Savaşı esnasında Srebrenitsa bölgesindeki Müslüman Boşnakların yiğit komutanı Naser Oriç ile Bosna Savaşı’nı, savaşın öncesini ve sonrası, Aliya’yı, Avrupa’nın soykırım karşısındaki tutumunu konuştuk.

Sırplar kıyamet gününe kadar soykırımı inkâr edecekler. İstedikleri kadar inkâr etsinler, Lahey’in kararları ortadadır. Bu kararlar, insanlık tarihinden silinmesi mümkün olmayan bir gerçektir. Sırp halkının yüzündeki utanç lekesidir. En büyük güvencemiz de şudur: Yaptıkları için bu dünyada yargılandıkları gibi ahirette de yargılanacaklar. Orada hiçbir şeyi inkâr edemeyecekler.

SÖYLEŞİ: AYHAN DEMİR

Savaştan önce Polis Özel Harekât mensubuydunuz. Bir Müslüman olarak, Sırplarla çalışırken neler yaşadınız?

Birlikte görev yaptığım meslektaşlarımla, bir aile gibiydik. Onlarla, hiçbir zaman, etnik milliyetçilik düzeyinde tartışmadım. Ancak diğer Sırplar gibi onların da hedefi; Bosna’nın Sırbistan ile birleştirilmesiydi. Böylece Sırpların yaşadığı bütün yerler bir şemsiye altında toplanacak ve “Büyük Sırbistan” hayali gerçekleşmiş olacaktı. Onlar bunu açıkça dile getiriyorlardı. Ben de buna açıkça karşıydım. Kosova’ya gittiğimizde, Sırp şarkıları söylüyorlardı. Onların şarkıları bittiği anda inadına, Müslüman şarkıları söylerdim.

Slobodan Miloşeviç’in yakın koruma ekibindeydiniz. Tabiri caizse, “Firavun sarayındaki Musa” gibi…

Polis Özel Harekât, daha ziyade, organize suçlarla ilgileniyordu. Burada görevli her kişinin hayali, bu tür operasyonlarda görev almaktır. Çünkü bunun için günlerce eğitim aldık, çalıştık ve yaşadık. Ancak ben dönemin Yugoslavya Devlet Başkanı olan Slobodan Miloşeviç’in emrindeki birime verildim. Bizim birim doğrudan Miloseviç hükumetine bağlı idi. Birçok kez özel koruma olarak Miloşeviç’e eşlik ettim. Onun politikaları doğrultusunda çalışıyordum. Ben Müslüman bir Boşnak, emir aldığım Miloşeviç ise milliyetçi bir Sırp idi. Ancak tarihi husumeti bir kenara bırakıp bir profesyonel gibi işime bakmalıydım.

Sırpların, Bosna ve Boşnaklar hakkındaki, kanlı planlarını ne zaman ve nasıl anladınız?

Slobodan Miloşeviç’e eşlik ettiğim özel toplantılarda şaşırtıcı şeylere şahit oluyordum. Bir şeylerin hazırlığını yaptığını hissediyordum. Eski Yugoslavya’da bir şeyler olduğu kesindi. Bu dönemde Sırbistan’da Miloşeviç’in, milliyetçi söylemlerle süslediği konuşmaları başladı. Ardından, Kosova Savaşı’nın 600’ncü yıldönümünde, Kosova’da Gazimestan mitingi gerçekleştirildi. 28 Haziran 1989 tarihi, hayatımın sonuna kadar unutamayacağım bir gün oldu. Gazimestan’da gördüklerimden sonra meselenin ciddiyetini daha iyi anladım.

Ne gördünüz orada?

Gazimestan mitingi bizim için büyük bir görevdi. Orada sivil kıyafetlerle görev yaptık. Toprağı bol olsun Nenad Batoçanin, Miloseviç’in güvenlik ekibinin başındaki isim idi. Miloşeviç, konuşma yapacağı meydana araba ile gelemedi. Bir helikopter ve sonra bir zırhlı personel taşıyıcı ile geldi. İnsan seliyle kaplı yollardan başka hiçbir şey geçemezdi.

Miloseviç geldiğinde, kimsenin yaklaşamayacağı şekilde etrafını çevirdik. Bir kameraman ısrarla ona yaklaşmak istiyordu ama biz izin vermedik. Birlikte görev yaptığımız Toni isimli arkadaşım bana şunları söyledi: “Ben o adamı düşüreceğim, kamerayı indireceğim. Kamerada Miloşeviç’i öldürebilecek bir alet veya ateşli silah olduğunu düşünüyorum.”

Toni kamerayı düşürdü, ben de tekmeledim. O kameraman, bizi çekmesi için başka bir kameramanı getirdi. Miloşeviç’in konuşma yaptığı sahnenin altında bizim ekipten arkadaşlarımız vardı. Onlarla yerimizi değiştirdik. Ben, Desimir Miketiç ile yer değiştirdim. Bizi çekseydi, kamerasını kırdık diye tüm insanların önünde bizi suçlayacaktı.

O gün her yerde Çetnik simgeleri ve üç parmak işaretleri yer alıyordu. Meydanı dolduran binlerce Çetnik Sırp’ın milliyetçi sloganları arasında konuşan Miloşeviç’e dikkat kesilmiştim. Osmanlı’ya veryansın ederken “Türkler asla Sırplardan daha kuvvetli değildi, sadece şanslıydılar” diyordu. Miloşeviç’in “Sırplardan daha üstün bir ırk yoktur. Bunu, kanımız pahasına, tüm dünyaya ispatlayacağız” sözlerinin ardından yaptığı Çetnik selamı, benim için fotoğrafı net bir hale getirdi. O gün, Yugoslavya’nın sonunu ve “Büyük Sırbistan” hayaliyle başka ülkelerin üstüne yürüyüşün başlangıcını gösteriyordu.

Sırpların niyetini anladığınızda ne yaptınız?

Gazimestan’da olanlardan sonra nasıl bir tavır sergileyeceğimi bilemiyordum. Ancak artık hiçbir şeyin eskisi gibi olması mümkün değildi. Profesyonelliğimi muhafaza etmemin ve bu şekilde çalışmamın imkânı yoktu. Polis birliği merkez ofisinde, benim dışımda üç Müslüman daha vardı. Gerisi Sırplardan oluşuyordu. Ofisteki Sırplar, özellikle bize duyurmak istercesine tüm gün “hangi yalancı Sırbistan’a küçük diyebilir” diye başlayan şarkıyı yüksek sesli dinliyorlardı. Tahammül etmekte zorlandığım psikolojik bir çekişme yaşanıyordu. Sonraki birkaç yıl böylece devam etti.

Savaştan kısa zaman önce 1991 yılında, Baçki Petrova köyü üzerinden, Knin’e silah taşıyorduk. Bu esnada Özel Harekât Komutanı Radovan Stoyçiç Badza, bana şunları söyledi: “Naser, artık burada senin için yer yok. Savaş arifesindeyiz. Allah korusun sana bir şey olursa bunun vicdanı sorumluluğunu taşıyamam.” Bu konuşma, Belgrad’dan ayrılmayı düşünmemde etkili oldu. Halkıma ne yapmayı planladıklarını o anda anladım.

Belgrad’dan ayrılmadan önce müftü Yusuf Spahiç’e gittim. Dorçola’daki camide uzun bir süre onu bekledim. Müftü gelince selam verdim. Selamımı almadan, yanımdan geçip odasına gitti. Birkaç saatte odasından çıkmasını bekledim. Odasından çıktığında tekrar selam verdim ve kendimi tanıttım. Ardından şunu söyledim: “Bosna’ya geri dönmek istiyorum. Kosova’ya gitmek, Hırvatistan’da savaşmak istemiyorum. Saraybosna’daki tanıdıklarınızdan birinin bana yardım etmesini ve bana birilerini tavsiye etmenizi istiyorum. Bana yardım etmenizi rica ediyorum.”

Müftü Yusuf Spahiç, bakışlarıyla beni susturdu. Sadece şunu söyledi: “Ben sana yardımcı olmam.” Sonra yine selam vermeden ve arkasına bile bakmadan gitti. Orada bir öksüz gibi kala kaldım, ne yapacağım bilemedim. En sonunda Bosna’ya dönmeye karar verdim.

Bosna’ya dönünce neler yaptınız?

1991 yılı yazının bir sabahı, kendimi Potoçari’de bulundum. Gördüklerimi, bildiklerimi Potoçari’deki yetkililere anlatmaya karar verdim. Giderken elim boş gitmek istemedim. Büyükçe bir topu da yanımda götürdüm. Köydeki evimizin samanlığına sakladım. Elbette bu top, öyle rahatlıkla kullanılabilecek bir silah değildi ama sembolik öneme sahipti. Ancak bu topu saklamakta büyük sıkıntı çektim.

Potoçari’den dönüşte Srebrenitsa’ya giderek, yetkililerle görüştüm. Durum hakkında uyarılarda bulundum. Ancak ilginç bir şekilde ne resmî kurumlardaki yetkililer, ne de etrafımdaki dostlarım bana inanmıyordu. Ben ise Çetniklerin saldıracağından emindim. Kendimce hazırlık yapmaya başladım. Yugoslavya Ulusal Ordusu-JNA, yerel Sırp nüfusu aktif olarak silahlandırdı. Bizde silahlanmaya çalışıyorduk ama bu silahlar, sayı ve teknoloji olarak, Sırpların sahip olduklarıyla kıyaslayamazdı. Sırpların sahip olduklarıyla kıyaslayınca, bizimkisi, denizde bir damla gibiydi.

Sırplar, çok geçmeden, ağır silahlarla, Potoçari’ye saldırdılar. Anlattıklarıma inanmayan resmi yetkililerin çoğu şehri çoktan terk etmişti. Kalanlar ise kendi köy ve kasabalarını savunmak üzere harekete geçtiler. Ancak savunma için gereken silahlar bizde yoktu. Tuzla ve Saraybosna’dan yardım istedik. Ne var ki beklediğimiz yardım gelmedi.

Çetnikleri etkisiz hale getirerek, onlardan aldığımız silahlarla direnişi başlattık. Ardından Srebrenitsa bölgesindeki Müslüman birliklerinin komutanı olarak görevlendirildim. Kontra bir savaşa dönüşen savunmanın ardından kısa sürede Çetnikleri püskürtmeyi başardık. Çok kayıp verdik ama Srebrenitsa’yı Çetniklerden temizledik.

Sırplar sizden çok korkuyorlar. Bu kadar imkânsızlık içinde bunu nasıl başardınız?

Sırplar, hakkımda birçok asılsız hikâyeler uydurdular. Mesela, Belgrad’dan gelip, binlerce Yeşil Bereliyi silahlandırdığımı söyleyenler oldu. Ancak Bosna Hersek’in doğusundaki Podrinye’nin Potoçari bölgesini savunmaya hazır olan hepi topu yirmi kişi vardı. En fazla yirmi otuz, daha fazla değildi. Bu hikâyeleri korkularından ürettiler, binlerce insanın var olduğunu düşündüler.

Sırpların kendi telsiz hatlarına sahip olduklarını ve SDS’nin onlara silah verdiğini biliyorduk. Biraz taktik yaptık. Sadece bizi görsünler diye, bacaklarımızı kirana kadar, tepeden tepeye koştuk. Bizi bin kişiyiz zannediyorlardı. Bu bizim taktiğimizdi.

Bosna’daki cinayet görüntülerini izleyince şunu görüyoruz: Sırplar, altı Boşnak’tan dördünü öldürüp ikisine taşıttırıyorlar. Sonra kalan iki kişiyi de katlediyorlar. Tabiri caizse Boşnaklar, kuzu kuzu ölüme gitmişler. Bunu anlamakta zorlanıyorum.

Sırplar bizi, silahlarımızı teslim ederek, teslim olmaya çağırıyorlardı. “Her şey iyi olacak” diyorlardı. Ama ben onların nasıl kalleş olduklarını çok iyi biliyordum. Kosova’dan tecrübeliydim, Arnavutlara neler yaptıklarını iyi biliyordum. Sırplar, önce Arnavutlara silah bıraktırıyor, sonra öldürüyorlardı. Bize yapmak istedikleri de buydu. Biz bu tuzağa düşmedik.

Gelin görün ki sizin bahsettiğiniz Boşnaklara bunu anlatamadık. İnsanlar kaçmaya, sığınacak bir yer bulmaya çalıştılar. Biliyorum inanması çok zor ama insanlarımızın çoğu, Sırp arkadaşlarının / komşularının yanında güvende olabileceklerine gerçekten inanıyorlardı. Hatta bizi ve Sırp saldırganlara karşı direnen diğer insanları, fitneci ya da nankör gibi görüyorlardı. O günlerde ve daha sonrasında Temmuz 1995’te yaşanan soykırımların temel sebebi işte bu düşüncedir.

Bosna Hersek devleti, savaşta yaptığınız kahramanlıkların hakkını verebildi mi?

Ben ayrıcalık kazanmak için savaşmadım. Kendimi, evimi, toprağımı, ülkemi, akrabalarımı, komşularımı ve halkımı acımasız Sırp saldırganlığına karşı savundum. Bana karşı çok haksızlık yapıldı. Srebrenitsa düştükten sonra tüm askeri, istihbarat yapıları ve sivil yapılar, beni küçük düşürmek için çalıştılar. Onlar beni takip edip, gizlice dinlemek için çalışma yapmışlar. Bu yaptıkları yetmezmiş gibi “Altın Zambak” (zlatni ljiljan) madalyamı yok saymaya çalıştılar. “Altın Zambak Monografisi” (Monografija zlatni ljiljani) kitabında ismim geçmiyor. Bu kitapta, birlikte mücadele ettiğimiz savaşçılarımın ismi var ama ben yokum. Ancak bu madalyayı savaş yılarında, 1994 yılında, hak ettiğim için aldım.

Savaştan sonra defalarca yargılandınız. Sırplar, Podrinye bölgesinde savaş suçu işlediğiniz iddiasıyla, hakkınızda kırmızı bülten çıkardılar. Bunu neden yapıyorlar?

Bir Boşnak bir Sırp’a bir kez ateş edene kadar onlarca Boşnak öldü. Vişegrad, Foça ve Gorajde’de binlerce insan, Sırplar tarafından katledildi. Sadece Podrinye’de 15 binden fazla Boşnak hayatını kaybetti. Drina kıyısındaki tüm Boşnakları ya öldürdüler ya da sürdüler. Bütün bunlar Boşnaklar direnişe başlamadan önce gerçekleşti. Sadece Srebrenitsa’da biz kaldık. Sonra kalkıp bizim suç işlediğimizi söylüyorlar.

Podrinye bölgesinde Sırplar’a karşı suç işlendiği yönündeki iddiaların tamamen yalandır. Biz mecbur bırakıldığımız savaştaki mücadelemizi, gayet ahlaki bir şekilde yaptık.

Son durum nedir? Halen devam eden yargılamanız var mı?

Sırpların suçlamaları beni hiç üzmüyor, ilgilendirmiyor. Beni asıl yaralayan, içerden gelen ihanetler, suçlamalar. Lahey’de yargılandım ve beraat ettim. Şimdi ülkemde yargılanıyorum.

Daha savaş yıllarından itibaren, çeşitli kumpaslara maruz kaldım. Bazıları beni düşman ilan ettiler. Bosna Hersek Cumhuriyeti Ordusu’nun ilk adamları, özellikle İkinci Kolordu’dakiler, asıl suçlunun kendileri olduğunun farkındalar. Onlar, Srebrenitsa müdafilerine yardım etmek bir yana, ölümlerini kolaylaştırmak için bile hiçbir şey yapmadılar.

Bosna Savaşı’na dair unutamadığınız bir olay ya da an var mı?

1993 yılı baharında Birleşmiş Milletler Koruma Gücü – UNPROFOR Orta Podrinye’ye (Srednje Podrinje) gelmesine rağmen Sırplar, sivilleri öldürmeye devam ettiler. Her yerde cesetler vardı. Onları kaldırıp, defnetmek için bile vakit yoktu.

Üç defa yaralandım, birçok savaşçımı şehit verdim. Ancak Konyeviç Polye yakınlarındaki Loliçi köyünde yaşadıklarımı hiç unutamıyorum. Köy çeşmesinin yanına, benden sadece birkaç metre uzağa havan topu mermisi düştü. Bana hiçbir şey olmadı ama hamile bir kadın öldü. Kadının parçalanmış cesedinden, siyah saçlı bir çocuk cesedi göründü. Benim için çok zor bir andı. Bu sahne sık sık gözlerimin önüne geliyor. Bu hamile kadının ve doğmamış çocuğunun ölümünü hiç unutamıyorum.

Hiç korktuğunuz bir an oldu mu?

Kendim için hiç korkmadım. Bosna için her zaman korkuyorum.

Keşke dediğiniz ya da içinizi acıtan bir olay var mı?

Ocak 1993’te Bratunats’ı kurtarmak yerine, neticesi çok kötü olacak olan Yezero’ya (Jezero) yönelik bir harekât başlattık. Bu harekâta en başından karşıydım. Çünkü Bayina Başta’ya doğru gidersek, Sırplar için çok önemli olan Peruçats hidroelektrik santralini savunmak için Yugoslav Ulusal Ordusu’nun güçlü bir direniş göstereceğinden emindim.

Ben Bratunats üzerine gitmek istiyordum. Şehrimizi özgürleştirmek, insanları geri getirmek, birçok mülteci için özgür yaşam alanı yaratmak istiyordum. Ancak bu benimkiler Yukarı Srebrenitsa bölgesinden şunu söylediler: Başka köyleri değil, bizimkileri kurtarmak istiyoruz.

Neticede 16 Ocak 1993’te Yezero’yu aldık. Ancak çok fazla kayıp verdik. Meşhur Yezero, çok zor ve telafi edilemez kayıplarla kurtarıldı. Harekât başarılıydı ama bize çok pahalıya mal olmuştu. En iyi ve genç savaşçılarımız, hayatlarının baharında, şehit oldular. Yezero’daki kayıplar, zafere rağmen, Srebrenitsa vadisinde bir sessizliğe yol açtı. Sivillerin birçoğunu Skelanin bölgesindeki köylerde yiyecek ararken kaybettik. Burada çok iyi savaşçılarımızı da kaybettik. Bir şekilde her şey ters gitti. Fakat Bratunats’ı kurtarsaydık ki bu gerçekten mümkündü, tarihin akışı farklı olabilirdi. Belki de Temmuz 1995’te yaşananlar, hiç gerçekleşmeyebilirdi.

Bosna Savaşı bittikten sonra mülteciler geri dönebildiler mi?

Soykırımlar, çoğumuzun hayatındaki saatleri sonsuza kadar durdurdu. İnsanların bir kısmı evlerine geri döndü ama bu onların eski hayatlarına döndükleri anlamına gelmiyor. Eskiye, hayatlarımıza, asla geri dönemeyeceğiz. Bu mümkün değil.

Bosna-Hersek’e gelen mücahitler sebebiyle, Aliya İzetbegoviç’i eleştiriyorlar. Eleştirilere katılıyor musunuz?

Toplama kamplarındaki insanlarımızın halini gören ve tecavüze uğrayan kadınlarımızın yaşadıklarını duyan Müslümanların, olan bitenlere sessiz kalması beklenemezdi. Orta Bosna’ya, Müslüman ülkelerden, yaklaşık 230 savaşçıdan oluşan küçük bir grup geldi. Ancak bu sayı, Ortodoks ülkelerden para karşılığında gelerek, Bosna’ya kanlı ayak izlerini bırakanlarla kıyaslandığında yüzde 1 bile değildir. Kuşkusuz, 15 bin Sırbistan ve Karadağlı, birkaç bin Rus, Yunan, Ukraynalı ve Romen, Sırplarla birlikte aktif suç işlediler. Mesela, 11 Temmuz 1995’te Yunanlılar, Srebrenitsa’daki Ortodoks Kilisesi’ne Yunan bayrağı astılar.

Lahey’deki mahkeme, Boşnaklara soykırım yapıldığını kabul etti. Ancak Sırplar hâlâ bunu kabul etmiyorlar.

Sırplar, savaş suçlarının sadece askeri unsurlar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürüyorlar. Ancak hem siyasi hem de sivil ve askeri unsurlar, aynı plan çerçevesinde hareket ettiler. Bunun açık delilleri var. Lahey’de soykırıma ilişkin evrakları bizzat kendim gördüm. 1992 yılından itibaren sivil, siyasi ve askeri unsurlar hep birlikte soykırım gayesiyle hareket ettiler.

Sırplar kıyamet gününe kadar soykırımı inkâr edecekler. İstedikleri kadar inkâr etsinler, Lahey’in kararları globaldir. Bu kararlar, insanlık tarihinden silinmesi mümkün olmayan bir gerçektir. Sırp halkının yüzündeki utanç lekesidir. En büyük güvencemiz de şudur: Yaptıkları için bu dünyada yargılandıkları gibi ahrette de yargılanacaklar. Orada hiçbir şeyi inkâr edemeyecekler.

Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’daki koruma görevini yerine getirdi mi?

Birleşmiş Milletler Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmek istendiğinde, tek şartları bizim silahsızlandırılmamızdı. Bunu bir şekilde başardılar. Ancak ben BM’ye ve Hollandalı askerlere asla güvenmiyordum. BM’nin koruması 60 bin nüfuslu kasabayı, 82 bine çıkarmıştı. Açlık, susuzluk ve salgın hastalık sebebi ile tam üç bin kişi hayatını kaybetmişti. Hollanda askerlerin alay edercesine; yazın soba, kışın yazlık kıyafet dağıtmaları tam bir komediydi.

Zamanla, saçma sebepler sunarak bazı bölgelere asker yerleştiremeye başlandı. Serseri atış gibi gösterilen kurşunlar, pek çok yaşama son veriyordu. Hollandalı askerleri, Müslümanların evlerini saran Çetnikler konusunda, uyarmamız hiçbir işe yaramadı. Tam aksine Hollanda askerler, Boşnakların Sırp sivilleri öldürdüğüne dair sahte tutanaklar hazırladılar.

Dayton Anlaşması’nın imzalanması hata mıdır?

Evet, bence, büyük bir hataydı. Hırvatlar, Fırtına Operasyonu’ndan sonra, Sırplar karşısında gerilemeye başladılar. Biz ise güçlenmeye başladık. Sırplar, büyük toprak kayıpları veriyorlardı. Ekonomik olarak da diz çökmüşlerdi. Bu “Büyük Sırbistan” projesini tarihin çöp sepetine atmak için önemli bir fırsat olabilirdi.

Bosna Hersek’teki en büyük sorunun, Boşnakların ayrışması olduğu söyleniyor. Buna katılıyor musunuz?

Boşnaklar, Osmanlı çatısı altından ayrıldıktan sonra sürekli milliyetçilik, köktendincilik ve fanatizm ile korkutulmuşlardı. Mesela, Yugoslav devleti, iyi bir şeymiş gibi hep önümüze “kardeşlik ve beraberlik” mottosunu koydu.

Sırbistan ya da başka bir ülke umurumda değil. Beni endişelendiren, Boşnakların kendi arasındaki hoşgörüsüzlük ve buna bağlı olarak bölünmedir. Boşnaklar, millet olma bilincinde değiller. Devlet ve millet ruhunu kaybettik. Herkes kendini düşünüyor. Ne yazık ki uzun vadeli planlarımız yok. Sadece tehlike ya da tehdit karşısında, uykudan uyanıyoruz. Boşnakların kaderinin başkalarına bağlı olmasına asla izin vermemeliyiz.

Rahmetli Aliya İzetbegoviç’e dair unutamadığınız bir olay var mı?

Cumhurbaşkanı Aliya İzetbegoviç, Srebrenitsa düştükten sonra Podrinye bölgesindeki halkı ziyaret etmişti. Orada, çocuklarını kaybeden binlerce anne vardı. Gerçekleri bilmek istiyorlardı. Yaşanan trajediden dolayı, hükûmeti suçluyorlardı. İnsanlar bağırmaya başlamıştı. Tuzla’da Aliya’nın konuşmasına müsaade etmiyorlardı. Ben sahneye çıktım, onları durdurdum ve şunu söyledim: “Onu suçlamayın.” Bu söylediğimin video kaydı var.

Rahmetli Aliya, Saraybosna’ya dönerken, yanındakilere şunu söylemiş: “Naser’in nasıl insanların önüne çıktığını ve bir el hareketiyle onları sakinleştirdiğini gördün mü? O konuştuğunda çıt bile çıkmadı.”

Hiç Türkiye’ye geldiniz mi? Türkiye ve Türkler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’ye daha önce geldim, yine geleceğim. Türkiye’de birçok arkadaşım var. Türkiye, güçlü ve ciddi bir devlet. Türkiye’de vatanı ve bayrağı için yaşayan, milleti için gözünü kırpmadan canını verebilecek insanlar var. Bir gün Boşnakların, kısmen de olsa, Türklerin kendi devletlerine ve bayraklarına karşı hissettikleri gibi hissedeceklerini hayal ediyorum.

Savaş gerçekten bitti mi?

Silahlar sustu, kurşun atılmıyor ama savaş devam ediyor; kültürel, sosyal ve siyasal savaş devam ediyor. İnşallah, biz kazana kadar da devam edecek. Bu sebeple Boşnakların; güçlü, bilgili, eğitimli ve en önemlisi birlikte hareket etmeleri gerekiyor.

NASER ORİÇ KİMDİR?

Naser Oriç, 1967 senesinde bugün Bosna-Hersek topraklarında bulunan Potocari köyünde doğdu. Yugoslavya Halk Ordusuna katıldı. 1992’ye kadar Bosna’daki Sırpların iç savaş niyetini anlayacağı dönemin devlet başkanı Slobodan Miloseviç’in özel korumalığını yaptı. 1992-95 Bosna savaşında Bosna-Hersek Cumhuriyet Ordusu’nu komuta etti. Savaş sonrasında, Sırpların müracaatı üzerine Lahey’de yargılandı ve serbest kaldı. Boşnak yazar İsnam Taljic, Srebrenitsa’nın Öyküsü kitabında Naser Oriç için “O Srebrenitsa’da olsaydı, kendilerini neyin beklediğini bilen Çetnikler saldırmaya cesaret edemezlerdi” dediği ise yiğitliğinin tescilidir.