M. Fatih Andı: “Târîhi Tahayyül Diye Tarîf Ediyorlar…”

Hani Tanzimat sonrası aydınları için hep bir düaliteden (ikircikli tutumdan) söz edilir ya, asıl düalite bizce Yahya Kemal’de, onun akran veya emsallerindedir. Yani Cumhuriyet’in hem öncesini hem de ilânı sonrasını yaşayan aydınlarda. En azından bu aydınlar neslinin bir kesiminde. Yahya Kemal’den başlayıp gitgide rengin tonu koyudan açığa evrilse bile, mesela Halide Edib’de, Abdülhak Şinasi’de, Ruşen Eşref’te, Ahmet Hamdi Tanpınar’da, hatta (İkdam’daki “Veda Geceleri” yazısı hatırlanırsa) Yakup Kadri’de…

M. FATİH ANDI

“Hayal Beste” isimli şiirinde Yahya Kemal, Türklerin “Roma’nın şarkı”nı fethettikten sonraki asırlarda kurduğu “yüzlerce şehir”in onların büyük kudretini “dehre aksettir”diğini söylüyor, bu şehir inşasını da “iri fîrûzeye benzer nice gök kubbe”yle kendini gösteren “büyük mîmârî”ye bağlıyordu. Ona göre mimarî Osmanlı’nın kendisini üzerinde inşa ve ifade ettiği en önemli ve görkemli sanat alanlarından birisiydi. Fakat ardından ekliyordu Beyatlı:

“Bu eserler seni göstermeye kâfi diyemem.”

Çünkü ona göre mimarînin gördüğü bu işlevi şiir de, resim de, diğer sanatlar da görmeliydi ve sanat, milletin “mazisini dirilterek” ona “tarihini her lâhza hayal ettirmeli”ydi.

Yani Yahya Kemal, mimarîden yola çıkıyor ve topyekûn sanata millî tarih penceresinden bakıyordu. Aslında şiirin sonunda, özlediği bu sanata yüklediği vazife ve işlev de epeyce çarpıcı idi: “Hayal ettirmek”.

“Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at

Sana târîhini her lâhza hayâl ettirsin.”

Oysa böylesi bir sanattan yaşatmak, fonksiyonel tutmak, toplumsal hayatın yaşayan temposu içinde emsâlini çoğaltmak, güncelleyerek devamını getirmek, yorumlamak gibi şeyler de beklenebilirdi.

Maziyi diriltmek fakat onu tarih olarak hayâl ettirmek…

Büyük şairin, şiirini getirip bağladığı mesaj buydu.

Bu bağlanan noktayı Yahya Kemal’in poetikası açısından aslında çok da yadırgayamayız. Çünkü onun şiiri gerçekte bir “tahayyül” şiiridir ve bu tahayyülün kolları sevgiliyi tahayyül gibi ferdî yönelişlere de uzanır; kimi zaman Üsküp’ü, kimi zaman İstanbul’u, bütünüyle vatanı, milleti ve işte milletin görkemli mazisini tahayyül gibi toplumsal, daha doğrusu millî yönelişlere de… “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” diyen şair için bu tablo çok da şaşırtıcı olmasa gerek… Nitekim Yahya Kemal şiirinin vokabüleri içinde “hayâl” ve “tahayyül” kelimelerinin çok önemli bir yekûn ve yer tuttuğu da malûmdur.

Hemhâl olmak ve vuslata ermek arzusu yerine böylesi “uzaktan sevmek” tutumu, belki şairin hayatının uzun dönemlerinde yurtdışında bulunuşunun tabî bir tezahürüydü. Nitekim “İstanbul Ufuktaydı” şiirinde

“Yıllarca uzaklarda yaşarken

İstanbul’u hicranla tahayyül beni yordu.

Yer kalmadı beynimde hayâle…” diyordu.

“İstanbul’a artık bu dönüş son dönüş olsun.

Son yıllarım artık

Geçsin o tahayyüllerimin çerçevesinde” diyordu.

Lâkin şairin İstanbul günleri ne kadar bu hayalden hakikate kanatlanış günleri olmuştur? Bu konuda sorulacak temel soru bizce budur. (Meselâ Yahya Kemal’in İstanbul’u, güncel şartların hakikati içinde yaşanan ortamın İstanbul’u mudur yoksa “Ben hicret edip zamanımızdan, yaşadım/İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” mısralarındaki itirafında olduğu gibi tahayyüllerinin İstanbul’u mu?)

Yahya Kemal’in tutumu, döneminin aydınlarının genel görünümü arasında çok ayrıksı ve karakteristik bir duruşu ve bu duruşun görünüm biçimlerini içkindir. Bu duruş ve tutumun temel vasfı, bilmek fakat bilgiyi eyleme değil ihtiyatlı bir tahayyüle zemin kılmaktır.

Beyatlı, devrinin okumuşları içinde, kendi tabiri ile öz kaynaklarımıza nüfuz konusunda, en azından tarih ve sanat mecralarında, adamakıllı bir hisse sahibidir. Fakat bu hissenin getirdiği kazanım, kuvvetli bir âşinâlık ve dostluk eşiğinden müşahede olarak kendisini göstermiştir. Çok keskin olmama adına söyleyelim, ortada bir aidiyet duygusu hep vardır, fakat bu bir türlü hemhâl olmaya, “onlar” olmaya dönüşmez, “gibi olmak”ta mütereddit kalır. “Üsküdar’ın Dost Işıkları”, “Kocamustâpaşa”, “Atikvalde’den İnen Sokakta” şiirleri bu halin tipik tezahürleridir. Şair “Bir Tepeden” bakmayı tercih etmiş ve fakat baktığını da doğrusu görmeyi başarmasına rağmen, bu görüş bir “hâl”e, tabir caizse bir “visâl”e dönüşememiştir, bu ise onu “ruhunda bir gurbet akşamı”nı yaşayan bir yolcu hâleti ruhiyesine sevketmiştir.

Fakat Yahya Kemal’in şiiri sık sık “meyl-i visâl” tezahürleriyle parıltılar saçar. Zaten onu içeriden konuşan bir aydın yapan vasıf da budur.

Hani Tanzimat sonrası aydınları için hep bir düaliteden (ikircikli tutumdan) söz edilir ya, asıl düalite bizce Yahya Kemal’de, onun akran veya emsallerindedir. Yani Cumhuriyet’in hem öncesini hem de ilânı sonrasını yaşayan aydınlarda. En azından bu aydınlar neslinin bir kesiminde. Yahya Kemal’den başlayıp gitgide rengin tonu koyudan açığa evrilse bile, mesela Halide Edib’de, Abdülhak Şinasi’de, Ruşen Eşref’te, Ahmet Hamdi Tanpınar’da, hatta (İkdam’daki “Veda Geceleri” yazısı hatırlanırsa) Yakup Kadri’de…

Devamı Cins’in 2019 Eylül sayısında…

Posted in Genel