M. Fatih Andı: “Na’t, bir Müslüman şair ve okur için bir bilinç kuşanışı, bir inanç ikrarı, yeni bir ufuk erimidir.”

Mehmet Fatih Andı ile yeni kitabı Şiirin Ufku – Hz. Peygamber’i Şiirle Sevmek, na’tın manası, şair ve yazarlarımızın siyer ve na’t vesilesiyle Hz. Peygamberin yaşamına yaklaşımı ve Müslüman şairin vazifeleri üzerine konuştuk.

SÖYLEŞİ: RIDVAN TULUM

Şiirin Ufku – Hz. Peygamber’i Şiirle Sevmek isimli eseriniz geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Şiirin Ufku’nda Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a yazılan na’tler üzerinde bir inceleme gerçekleştirdiniz. Buradan hareketle, ilk peygamber Hz. Adem’in Habil’in ölümü üzerine bir mersiye yazdığı rivayet edilir. Dünyaya gelen insan, şiiri karşısında bulmak ya da aramak zorunda mı kalıyor sorusuyla başlamak istiyorum.

Böyle bir rivayet varsa ve gerçekse, bu bize çok şey söyletir. Bir yandan şiirin ontolojisine bizi götürür ve kendisine “isimlerin bütünü” öğretilen ilk insanın yeryüzünde yaptığı işlerin ilkleri arasına şiiri de katar ve ona bir “kıdem” yükler, bir yandan da şiirin işlevi ve misyonu konusunda bize güçlü bir tutamak sunar.

Belki de insan onu karşısında bulmamış veya aramak zorunda kalmamıştır. Belki de şiir, dil gibi, akıl gibi ve irade gibi insana Yaratıcı tarafından daha “kadîm”de, yaratılışı ile verilmiş bir yetidir ve Âdem onu dünyaya kendisi ile birlikte getirmiştir. Ardından da dünyadaki belki ilk “büyük acı”sını ifade etme imkânı olarak, kendisine öğretilen dili, bu “dilin içindeki özel dil” veya “dil ötesi dil” yetisine dönüştürüp mersiyesini yazmıştır. Bu açıdan, insan şiiri aramak zorunda değil, içinde bulmak konumundadır bence. Çünkü o, Yaratıcı tarafından kendisine üflenenin tezahürlerinden bir cüz, bir güzellik cüz’üdür kanaatimce.

Klasik dönemde na’t yazan şair, belli bir odak noktası seçmek zorundaydı. Fakat modern dönem şairlerine geldiğimizde belli bir odak noktası seçmek değil, belli bir odak noktası “yaratmak” zorunda belki de. Bunun sebebi sizce ne?

Klasik edebiyatın şairleri, bir “gelenek” sahibi idiler, bir geleneğin içinden sesleniyorlardı. Bu gelenek, onlara hangi merkezde durarak seslerini yükselteceklerini; hangi hassasiyetlerle, neleri dillendireceklerini söylüyordu. “Gelenek, şairin mektebidir.” diyordu ya Sezai Karakoç, işte hepsi bu mektebin birer öğrencisi idiler. Önlerinde büyük bir birikim, bu arada bir na’t kabulü ve kodlar yekûnu vardı. Bu birikim ve kabuller toplamı içinde kendi patikalarını oluşturup genişletmeye çalışacaklardı. Bunun için de dediğiniz gibi bir odak belirleyecekler, yola oradan çıkacaklardı. İşleri hem kolay, hem de zordu. Bu büyük birikime uydular mı, o kodları kabullendiler mi, tarif ve tasvir, övgü ve yüceltme, şefaat ve sığınma seçenekleri içinden onlar da iyi kötü na’t yazabiliyorlardı. Bu bir yanda… Ama öte yandan bu büyük birikim onların alıp yürümeleri için de aşılması gereken bir bariyer gibi idi. Büyük ve özgün olabilmek için bu yekûnu önce bilmek, sonra bu dağı aşmak ve bu yekûnun belirleyicisi olan kodlar içinden seçtiklerini kendilerine özgü kılarak dağda bir zirve de kendileri oluşturmak zorunda idiler. Eskilerin nitelemesi ile önce “temessül”, sonra “tercih” ve “teferrüd”…

Ama modern şair için bu tablo böyle oluşmaz. O kendi odağını kendisi yapmak zorundadır. Modern sanat kabulünün tabu kavramı ile söylemek gerekirse “özgün” olmak zorundadır. Modern hayatın ve bu hayatın yansıması olan şiirin karmaşası içinde kendisine, “kendisine özgü” bir yol açmak zorundadır. Modern tavır bunu gerektirir, moderni yapan şeylerden birisi zaten budur. Büyük uyum (kozmos) yerine karmaşıklık ve tekillik, devamlılık düşüncesine karşı kendisine özgülük, bireyleşme olgusu yani.

“Akşam ne güneşli bir geceydi…/ Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!” Arif Nihat Asya’nın millî unsurları da kullandığı na’tlerine karşılık, M. Akif Ersoy’un na’tlerinde biçimsel bir yenilik yapmadığını, Batılı kalıpları daha önce de kullananlar olduğunu fakat “sesleniş ve niyet” olarak Akif’in yeni bir alan açtığını söylüyorsunuz. Akif’in na’tlerinde aktüel zaman içerisinden Hz. Muhammed (A.S.)’a seslenmesi, İstiklal Marşı’nı yazan o büyük şairin özellikle Balkan Harbi’nde taşıdığı endişe yüzünden mi, dönemin sosyolojisiyle beraber mi okumamız gerekiyor bu seslenişteki farklılığı?

Öncelikle Âkif’in taşıdığı o büyük endişe… Ama zaten bu endişe, oluştuğu sosyolojik zeminden yani dönemin toplumsal şartlarından bağımsız düşünülebilir mi? Hayır. Âkif, bu endişeyi çağının yakın planda Osmanlı toplum yapısının, uzak ölçekte ise bütün bir İslâm ümmetinin içine düşürüldüğü olumsuz tabloyu görerek oluşturmuş ve şiirine taşımıştır. Şiirinin bütününde Âkif kadar çağının tanığı olmuş başka bir şairimiz var mıdır? Bu tanıklık, bu endişeyi doğurmuş, bu endişe onun Peygamber için yazdığı şiirlere bile aksetmiştir. Mısralarını söylediğiniz “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” bu açıdan tipiktir. Mehmed Âkif bu bakımdan bir dönüm noktasıdır. Az evvel geleneksel şiirin na’tler toplamının kodlar sistemi içinde tarif ve tasvir, övgü ve yüceltme, şefaat ve sığınma tavır ve seçeneklerinden söz etmiştim. Geleneksel dönem şairi bu bakımdan Peygamber’e ferdî bir yaklaşış içindedir. Neticede ondan öte dünya için şefaat talep etmektedir, şiirinin “hadd-i gaye”si umumiyetle budur. Âkif bu genellediğimiz tutumu alt üst eder. Bu bakımdan suyun başını tutan bir isimdir o. Benim tespitime göre, ilk defa Âkif, Hazret-i Peygamber’e toplumsal bir çerçevenin içinden seslenir ve yaklaşır. Talebi bireysel değil artık toplumsaldır. Az önce söylediğimiz odak yaratma vurgusu çerçevesinde düşünelim, Âkif içinde bulunduğu sosyolojik yapının inşa ettiği endişenin odağında durarak, Peygamber Aleyhisselam’dan çağa müdahaleyi ve ümmeti sahiplenmeyi ister. Bu Peygamber’e öte dünyada mülâkî olma talebinin çok ötesinde, O’nu veya O’nun ruhaniyetini aktüel zamana davettir. “Allah için ey Nebiyy-i ma’sûm/ İslâm’ı bırakma böyle bîkes/ İslâm’ı bırakma böyle mazlum…” mısraları bu kabilden mısralardır. Bunda hem dar planda Âkif’in yaşadığı dönemin; Balkan Harbi, Trablusgarp Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele zamanlarının olumsuz şartlarının payı vardır, hem de belki daha da önemlisi ve büyük ölçeklisi olarak, yüzyılın bütün Müslüman coğrafyasında fikrî, siyasal ve sosyo-kültürel açıdan yaşanan inhitatın, dağılma ve çözülme tablosunun oluşturduğu bir psikolojinin çığlığıdır bu mısralar ve onun bu tutumu. “Modern”in içine batmış veya ona maruz kalmış yeni Müslüman aydının artık Peygamber karşısındaki yeni tutumudur bu adeta. Bu davet Âkif’ten sonra Arif Nihat’ta “Gel ey Muhammed, bahardır/ Dudaklar ardında saklı/ Âminlerimiz vardır…” çağrısı, Sezai Karakoç’ta da “Yetiş ayağının tozu olduğumuz Peygamber/ Yetiş her zaman diri olan varlığınla/ Yetiş dirilt insanımızı…” çığlığı ile devam eder ve daha sonraki modern dönem şairlerimizde yankısını sürdürür.

Cahit Zarifoğlu’nun hayatında ve şiirinde “yol” çok önemli bir alanı temsil ediyor. “Menziller” şiiri de üç na’t örneğinden biri, kitabınızda “Menziller”in üzerinde de duruyorsunuz. Buradan hareketle sormak istediğim soru şu: Na’t yazmak yolun kendisine de talip olmak ve yolda kendini unutmak bir bakıma, öyle değil mi?

Zarifoğlu’nun “Menziller” ve “Kayıt” başlıklı Peygamber şiirleri, tasavvufî arka plânları itibarıyla, modern edebiyatımızın Peygamber şiirleri içinde önemli ve öncelikli şiirlerdir. Bu bakımdan öne çıkarlar. Tasavvufun ruhu ve kavramları ile dokunmuş metinler de diyebiliriz. Bu kavramlardan birisi ise “yol”dur. “Menziller”e “Sözün ve yolun, baş çeşmesi ruhumun” diye başlıyor şair, “Kayıt”ı ise “Menzili çoktan geçtim, ün saldı kayboluşum” beytiyle bitiriyor. Her iki şiirde de bir yol metaforu mevcut. Peygamber, “Bu dünyada bir garip yahut bir yolcu gibi ol.” demiştir. Bu metafor, bizce bir yandan Hazret-i Peygamber’in bu hadisinde belirlediği Müslümanın bu dünya hayatındaki durum ve konumuna atıfta bulunuyor, bir yandan da tasavvufun bu çok önemli kavramına atıfla var oluyor. Tarikat’in sözlük anlamının zaten yol demek olduğunu unutmayalım. Mürid vaktin oğlu olduğu kadar yolun da oğludur. “Sefer”, “sefer der-vatan”, “sefer der-encümen” gibi kavramlar, tasavvuf öğretisinin ana kavramları arasındadır. Bu bakımdan modern zamanlarda bile olsa, tasavvufla irtibatlı bir şair, yola çıkmak, yolu bilmek, yolun oğlu olmak zorundadır. “Mürid” hikâyesine “Yola düştü mürid. Sanırsın gök ekine yel düştü.” diye başlayan Mustafa Kutlu’nun dediği gibi, yola düşmek ve orada yel vurmuş ekin başağı gibi dalgalanmak zorundadır.

Sorunuzdaki “yolun kendisine de talip olmak ve yolda kendini unutmak” vurgularını na’t edebiyatı bağlamında şöyle de yorumlayabiliriz: Hazret-i Peygamber’e şiir yazmak için yola çıkmak, ona duyulan aidiyet, hürmet, adanmışlık, yüceltme, sığınma, mensubiyet gibi duyguları içkindir. Bu psikoloji ise, kişiyi “Müslüman” yapan halet-i ruhiyedir. Bu yolun kendisine talip olmak “ümmet”liğe talip olmaktır, Bu yolda kaybolmak, kendisini unutmak ise, bir mü’min için kendisini Peygamber’inin yoluna adamak, kendi benliğinden bunun için geçmek demektir. İdeal mü’minin vasfı budur. Na’t ise şairin bu talep, adanmışlık ve aidiyetinin ifadesi diye anlaşılmalıdır.

İbrahim Tenekeci “Sözü Yormadan” şiirinde “Beni hangi vadiler istedi de gitmedim” derken aslında modern hayattan, hız çağından, hakikatin üstünü örten şeylerden Hz. Peygamber’e yakınıyor. Bu anlamda biçimin, tarihin ve birçok bağlamın dışında soracak olursam: Her na’t bir bakıma şairin nefsine karşı yaptığı bir hamle, bir galibiyet adımı olarak da okunabilir, öyle değil mi?

Elbette. Bunu az önce söylediğimiz yol yorumu ile birlikte düşünelim. Biz modern zamanların Müslümanları, eğer gerçekten modern olmayı kabul etmeyip bir bilinç olarak bu oluşun karşısında konumlandırıyorsak kendimizi, o zaman modern hayatın bütün “nefsî” çağrı ve iğvalarına karşı sığınılacak bir hisar, bir asude liman olarak Hazret-i Peygamber’in davetini ve varlığını göreceğiz demektir. Siyer, Allah’ın kullarından istediğinin bir bütün olarak bir insanın şahsında yaşanabilir olduğunun isbatı ve göstergesidir. Öyleyse, bir şairin şiirinde bu hayata yönelişi, modern hayata karşı bir red hamlesidir, bir bilinç donanışıdır.

Na’tler Müslüman bir şair için aynı zamanda bir “kendilik bilgisi” olarak okunabilir, öyle değil mi? Çünkü modern hayatta kendine yer edinmiş bir şair “güncelin kendilik bilgisine” sahip olmak zorunda bırakılıyor.

Gelin bu sorunun cevabını da bir önceki sorunuzun cevabına bağlayarak, üzerinde konuşalım. Basit bir mantık silsilesi: Peygamber’e na’t yazmak, O’nu sevmek, O’na mensubiyet duymak, O’nun yolunu benimsemek ve övmek niyet ve kasdını gösterir. Kur’ân sürekli olarak Müslümanları Resûlullah’ın şahsını örnek almaya, getirdiklerine sarılmaya davet eder. Peygamber’e bu şekilde yönelmek, Müslüman olmanın vecibelerindendir. Müslüman şahsiyetinin ilk oluşum hamlesi böyle başlar. Yani bir Müslüman böylelikle “kendisi” olur, çağının “herkes”i gibi olmaktan kurtulur. Bu oluşun farkına varış ve dile getiriş ise bir idrâk ve bilgilenme sürecidir. Ben “kendilik bilgisi” dediğiniz şeyi böyle anlıyorum. Bu bilgi, Müslüman şahsiyetini idrâk ve diğer kimliklerden ayırt etme donanışıdır. Neye karşı ayırt etme? Tam da dediğiniz gibi, “güncelin kendilik bilgisi”ne karşı. Günceli yapan kodlar ve görünümler nelerse, onlara karşı… Öyleyse diyebiliriz ki, na’t, bir Müslüman şair (ve okur) için bir bilinç kuşanışı, bir inanç ikrarı, yeni bir ufuk erimidir. Kitabımın Şiirin Ufku ismi de vurgusunu burada kazanıyor zaten. Sezai Karakoç’tan ödünçlersek: “İnsanın ufku Peygamber, şiirin ufku na’ttir.”