Ömer Türker: “Akıl – Vahiy İlişkisi Nasıl Ele Alındı?”

İslam düşünce geleneği, tahmin edileceği üzere, akıl-vahiy uyumunun zirvede olduğu bir noktadan başlar. Hz. Peygamber’in (sav) döneminde akıl ve vahiy arasında mutlak bir uyum bulunur. Ortalama insan aklının alışkanlıklarına en aykırı görünen şey, bizzat vahiy olgusudur ve bu olgu da Kurân’ın icazı, Hz. Peygamber’in şahsî meziyetleri ve İslam davetinin başarısıyla makul hale getirilmiştir. Fakat Hz. Peygamber’in dar-ı bekâya irtihalinden sonra Müslümanlar Kurân vahyi ve sünnetle baş başa kalmıştır. Diğer deyişle Müslümanlar, hakikat iddiası ve bu iddiaya uygun şekilde hayatı inşa etmek sorumluluğunu üstlenmişlerdir.

ÖMER TÜRKER

İslam düşünce geleneğinden hareketle çağdaş meseleleri nasıl ele alacağımız sorusu, son yüzyılda Müslüman düşünürlerin ana gündemini oluştura gelmiştir. Soru sadece başlıkları dahi sayılamayacak kadar geniş bir alanla ilgili olmakla birlikte bütün meseleleri ilgilendiren bir noktadan başlayabiliriz: Akıl-vahiy ilişkisi. Nasların yorumlanması açısından bakıldığında İslam düşünce geleneğinin bütün sorunları, akıl-vahiy ilişkisi sorununun çeşitli seviyelerdeki görünümü olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla akıl-vahiy ilişkisi sorununu doğru tanımlamadığımız ve bu ilişkinin geçmişteki sürecinin uygun bir tasvirini yapmadığımız sürece çağdaş dönemin pek çok sorununu da doğru kavramaktan mahrum kalacağız. Bu amaçla öncelikle akıl-vahiy ilişkisi terkibini açıklamakla başlayalım.

“Akıl-vahiy ilişkisi” ifadesinin kullanıldığı bağlamlara ilişkin dikkatli bir inceleme, terkipteki akıl kelimesinin üç anlama geldiğini gösterir. Birincisi, insan zihninde meydana gelen ilk bilgiler anlamıdır. Bunlar, filozofların “evvelî (ilksel) bilgiler”, kelamcıların da “mübtede (başlangıçtaki) bilgiler” adını verdiği ilk bilgilerimizdir. “Bir şey ya vardır ya yoktur.”, “Bütün parçadan büyüktür.” ve “Bir şeye eşit olan şeyler birbirlerine eşittirler.” gibi bütün bilgilerimizin temelinde bulunan bilgiler, bu kapsama girer. Zihnimizdeki oluşum süreçlerini gözleyemediğimiz ve bu sebeple apaçık olduğunu düşündüğümüz bu türlü bilgilere hem felsefe hem de kelam geleneği “akıl” adını verir. Kelamcılara göre insanın teklife konu olmasını mümkün kılan, dolayısıyla da insanın bilen bir cevher olmasını sağlayan şey, akıl adı verilen bu bilgilerdir. Bunlar, insan zihninde doğrudan Allah tarafından yaratılır, bütün insanlar arasında ortaktır, hiç kimse diğerinden öğrenmez ve sonradan öğrenilen bütün bilgilerin hem temelini hem de içinde bulunduğu ana kalıbı oluşturur. Filozoflar ise bu bilgilere “bilmeleke akıl” adını verirler. Onlara göre insan ruhu özü gereği bilen bir cevherdir, ama kendisine ve başka nesnelere ilişkin fiilî idraki, ancak bu türlü bilgilerle işlevselleşir. Bunlar, ilk duyu tecrübelerimizin ardından henüz kendimize ilişkin açık bir farkındalığın bulunmadığı aşamada meydana gelirler. Ama insan bu bilgileri kendisi oluşturmaz, tam tersine bu dünyada var olmanın zorunlu gereği olarak görme, dokunma, işitme, koklama ve tatma gücüyle nesneleri idrak eder ve bir yönüyle duyu tecrübelerimize dayansa da asıl itibariyle fiziksel olmayan bir külli ruhun etkisiyle ortaya çıkar yani metafizik bir ilkenin eseridir. Her iki geleneğe göre de bu bilgilerin oluşum süreci gözlenemediği ve iradî olamadığından onlardan kuşku duymak, onları terk etmek ve onların aksini iddia etmek mümkün değildir.

Bu bilgilerin ilk türevleri sayılabilecek bir takım bilgiler daha vardır ki, onlar da ilksel bilgiler gibi addedilir. Mesela bir cismin aynı anda iki mekânda bulunmasının imkânsızlığı bu türlü bilgilerden kabul edilir, zira bir şeyin kendisi olmasının yani özdeşlik ilkesinin en yakın uzantı ve uygulamalarından biridir. Fakat özdeşlik ilkesinin yorumlarına bağlı olarak, bu kabil bilgilerin uygulanmasında farklı görüşler ileri sürülebilmektedir. Özellikle tasavvuf geleneğinde bir velinin aynı anda birden fazla mekânda görülmesinin akla aykırı olduğu eleştirilerine cevap verilmesi ve bu türlü vakaların, velinin birden fazla mekânda benzerinin yaratılması formülüyle izah edilmesinin sebebi budur. Yine “vahdet-i vücut”çu sûfîlerin âlemdeki bütün isimlerin Hakk’a ait olduğu iddiasını Hakk’ın özdeşliğini varlık anlamının tekliği üzerinden açıklamalarının nedeni de budur.

Akıl-vahiy ilişkisi terkibinde aklın ikinci anlamı, sağduyuya dayalı tecrübî veya kesbî bilgilerdir. Tecrübî bilgilerin alanı oldukça geniştir. Bunların bir kısmı, evrensel ahlâk yasalarından oluşur. Bunlara “evrensel ahlâkî akıl” demek mümkündür. Mesela Hızır-Musa kıssasında Hz. Musa’nın masum bir çocuğun öldürülmesini son derece yadırgayıcı ve görülmemiş bir davranış (nükran) olarak nitelemesinin nedeni, bu fiilin evrensel masumiyet ilkesiyle çelişmesidir. Tecrübî bilgilerin bir kısmı, nesnelerin olağan akışına dair gündelik idraklerimizdir. Bu idrakler bizde dış dünyadaki şeylere ilişkin bir tasdikler bütünü oluşturur ve biz, nesne ve olguları tecrübelerimiz doğrultusunda düşünürüz, tecrübelerimize aykırı durumların da akla aykırı olduğunu söyleme eğilimi taşırız. Özellikle peygamberlerin peygamberliğini ispat amacıyla gösterdiği mucizelere yönelik itirazlarda ve Allah-âlem irtibatıyla ilgili tartışmalarda aklın bu kullanımının pek çok örneğini görmek mümkündür.

Devamı  Cins’in 2018 Kasım sayısında…

 

Posted in Genel