İbrahim Kalın: Medeniyetimiz hezarfen insanlar üzerine kuruludur

Aslında sizi daha çok İslam ve Batı eserinizle tanıdık. Ardından Başbakan başdanışmanı ve bugün de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü olarak biliyoruz. Yoğun bir mesai içinde olduğunuzu tahmin etmek zor değil. Fakat buna rağmen sadece yazmakla vakit geçirseniz bile bu kadar kısa zamana sığması zor olan pek çok çeviri, araştırma ve telif eser yayınladınız. Herkesin merak ettiği o soruyla başlamak isterim. Sadece son eseriniz ‘Ben, Öteki ve Ötesi’ için bile en az birkaç yıl kapanmak gerekiyor. Sırrı nedir bunun, biz de uygulayalım…

Zamanı disiplinli kullanmak gerekiyor. Üniversite hayatımdan gelen bir okuma ve çalışma disiplinim var. Onu devlet işlerinde etkin bir şekilde kullanmaya çalışıyorum. Malayani işlerden uzak duruyorum. Televizyon izleme, internet, sosyal medya gibi mecraları ihtiyacım olduğu kadar ve çoğu zaman iş icabı takip ediyorum.

“Bir işin çabuk yapılmasını istiyorsanız onu meşgul birine verin” diye bir söz var. “Vakit yok” bazen bir bahane olmaktan öteye gitmiyor. İnsan ne yapmak istediğini biliyorsa ve sebat sahibiyse, istediği şeylerin önemli bir kısmını yapabilir. Bu durumda vakit darlığı bahane olmaz, tersine bir fırsata döner. Vakit insana verilmiş büyük bir nimettir. Kıymetini bilmek, hakkını vermek gerekir.

Vaktin bereketi kavramını unuttuk modern dünyada. Günün bütün vakitlerinin eşit değerde olduğu zehabına kapıldık. Oysa sabahın, kuşluk vaktinin, öğlenin, ikindinin, gecenin … hepsinin bir ritmi, tadı, bereketi vardır. Hangi vakti ne için kullandığınız çok önemlidir.

Aynı zamanda farklı disiplinlere ilişkin bir şey de var burada. Tarih mezunusunuz. Politika ve felsefe üzerine eserleriniz, tasavvuf üzerine çevirileriniz var. Hem Batı felsefesini hem de İslam felsefesini aynı anda bilen nadir entelektüellerden birisisiniz. Müzikle de rabıtanız var…

İnsanın kendini çok boyutlu yetiştirmesi ve farklı kaynaklardan beslenmesi çok önemli. Bizim medeniyet geleneğimizin ana prototipi, hezarfen insanlar üzerine kuruludur. Aynı anda bir kaç yeteneği olan, farklı disiplinlere hakim, hayatın farklı yönlerine dokunabilen ve bütün bunlardan makul, meşru ve üretken bir sentez çıkartabilen insanlar, İslam medeniyetinin kültürel ve entelektüel vasatını oluşturur. Farabi hem büyük bir filozof, mantıkçı ve siyaset bilimci hem de bir müzisyendi. İbn Sina filozofların prensi olarak bilinirdi ve aynı zamanda çok iyi bir hekimdi. İbn Rüşt hem bir filozof hem de Kurtuba’da görevli önemli bir fakih ve kadıydı. Osmanlı sultanlarının neredeyse tamamı şairdi. Bir çoğu müzik, hat, tezhip, marangozluk, avcılık gibi alanlarda maharet sahibiydi.

Hezarfen Ahmet Çelebi, Mimar Sinan, Matrakçı Nasuh, Dede Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Ahmet Cevdet Paşa gibi medeniyetimizin büyük isimleri bu engin ve derin bakış açısının birer tezahürü olarak görülmeli. Batıda “Rönesans adamı” tabiri kullanılmadan çok önce Müslüman alimler, idareciler, komutanlar, seyyahlar, mimarlar, şairler, müzisyenler “hezarfen insanlar” olarak bir dünya medeniyeti inşa etmişlerdi. Bizim medeniyetimizin bu çok yönlü ve zengin yönlerini hatırlamamız ve ihya etmemiz gerekiyor.

Mesela oktora için yurt dışına çıkacağınız zaman Fenerbahçe Spor Kulübü’nden teklif aldığınızı da işittik. Kamuoyunun çok bilmediği bir şey bu; profesyonel basketbolcusunuz.

Lisede okul takımında basketbol oynadım. Üniversitede de devam ettim. Fenerbahçe’de basketbol alt yapıya bir müddet devam ettim. Sanırım üniversite ikinci sınıftaydım. Bir noktadan sonra okul ile spor arasında bir tercih yapmak durumunda kaldım. Zira antrenmanlar, maçlar ciddi manada vakit almaya başlamıştı. Ben tabi ki üniversiteyi tercih ettim ve bundan hiç bir zaman pişman olmadım. Bunu da basket oynamaya devam ederek telafi ettim. Amerika’da doktora yaparken “Street basketball” oynadım. Çok iyi oyuncularla sıkı maçlar yapardık. Siyahi Amerikalılar, Latinolar, Asyalılar, Boşnaklar vd. milletlerden oluşan değişik ekiplerle güzel maçlar yaptık. Bugün de iyi bir basket ekibimiz var. Vakit buldukça haftada bir gün maç yapıyoruz. Ruhumuz gibi bedenimiz de bize bir emanet. Bize verilen emanetlere sahip çıkmalı, hakkını vermeliyiz.

“DÜZENDE GÜZELLİK, GÜZEL OLANDA BİR DÜZEN VARDIR”

Aslında pek çok disiplin ve yönelimi aynı bünyede toplamak bugün hepimizi şaşırtsa da dediğiniz gibi geleneğimizdeki klasik alim profilinde bu var. İlgilenmediğiniz bir saha bulmak ümidiyle sormak isterim; mesela kozmolojiye ilginiz var mı?

Cenab-ı Hak bize pek çok nimet, akıl ve yetenek vermiş. Bunları doğru kullanabilirsek pek çok şeyi başarabiliriz. Modern tüketim kültürünün empoze ettiği “averaj/ortalama insan” tipini reddetmeliyiz. Sadece tüketmek için var olan, eğlence ve haz kültürünün bir nesnesi haline getirilen insanlar kendilerini farklı alanlarda yetiştirmek gibi bir çabanın içine girmezler, giremezler.

Nasıl kötü gıda aldığımızda bedenlerimiz hasta oluyorsa, yanlış kaynaklardan beslenen ruhlar ve akıllar da zamanla zayıflar, kurur ve hastalanır. Akli ve manevi güvenliğimiz fizyolojik güvenliğimizde daha az önemli değildir. Akıl ve ruh güzelliğimiz, bindiğimiz arabadan, oturduğumuz evden, giydiğimiz elbiseden daha önemlidir. Ama bunlara anlam ve estetik katan da içimizde taşıdığımız, beslediğimiz, büyüttüğümüz akli ve ruhi güzelliktir. Onu bir kutsal emanet gibi korumalı, beslemeli ve geliştirmeliyiz.

İnsan dünyadaki hiç bir kötülüğün iç dünyasını karartmasına izin vermemeli.

Farklı disiplinlerden beslenirken tevhid perspektifini hiç bir zaman ıskalamamak gerekir. Kesrette vahdet yani çoklukta birlik ilkesi hem metafizik hem de siyasi, kültürel, estetik ve ilmi bir prensiptir. Sonsuz sayıda farklı ve çeşitli suretlerin altında yatan manayı, birlik ve bütünlük, tevhid ve vahdet zaviyesinden ele alarak sezmek, idrak etmek ve akli ve sanatsal araçlarla ifade etmek… İlim ve sanat yolculuğumuzun kılavuz ilkeleri bunlar olmalı.

Evet, kozmolojiye de ilgim var fakat bu ilgi fiziki kozmoloji ile sınırlı değil. Modern kozmoloji teorilerini takip etmeye çalışıyorum. Koyre’nin ifadesiyle “kapalı dünyadan sınırsız/sonsuz evren” tasavvuruna geçişin aşamalarını doğru anlamamız gerekiyor elbette. Ama kozmolojiyi yani evrendeki nizam ve güzelliğin ilmini eşyanın fiziki niteliklerine indirgemek, manayı surete kurban etmek olur. Kozmos kelimesi hem kaostan sonra gelen “düzen” hem de “güzellik” demek. Bugün anlamı bozulan “kozmetik” kelimesi de kozmos ile aynı kökten geliyor. Düzende güzellik, güzel olanda bir düzen vardır.

Akıl ve Erdem’de biraz açmaya çalıştığım bir konudur bu: Bir şey aynı anda hem düzene, hem güzelliğe nasıl sahip oluyor ve bu, anlam ve özgürlük serüvenimizde nereye oturuyor? Bir başka ifadeyle anlam ve özgürlük arayışımızı ortadan kaldırmadan güzel ve adil bir düzene nasıl sahip olabiliriz? Zira modernitenin önümüze koyduğu dikotomilerden biridir bu. Yani özgür olabilmek adına anlamdan vazgeçmek. Weberyan manada özgür olmak demek, her tür kısıtlamadan, sınırdan, bağlamdan uzak ve azade bir şekilde ve sadece benim arzu ve seçme hürriyetim çerçevesinde tercih yapmak demek. Bu özgürlük anlayışı modern dönemde büyük bir anlam krizine yol açmış ve nihilizmi güçlendirmiştir. Buna karşın anlamlı ve ahlaklı bir hayat yaşamak adına özgürlüklerimizden vazgeçmek zorunda değiliz. Özgürlük de bize bahşedilmiş büyük bir nimet. Fakat mana, erdem ve gayeden yoksun bir seçme hürriyeti bizi tek başına özgür kılmaz. Tersine bizi başka şeylerin mesela hazların, güdülerin, hayvani duyguların, tüketim kültürünün, metaların, kapitalizmin vs. kölesi yapabilir.

Kısacası aynı anda hem anlamlı hem de özgür bir hayat yaşamak mümkündür. Bunun akli, ahlaki, estetik ve kozmolojik temellerini inşa edebiliriz. Bu çabada sembolik ve manevi kozmoloji bize önemli katkılar sunabilir.

Açıklamalarınız ve kitaplarınız dışında bir başlıkta daha sizinle irtibat halindeyiz. Bağlamayı ‘konuşturuyorsunuz’ ve harika yorumlarınız var. Bu da apayrı bir disiplin olarak karşımızda. İyi gitar çaldığınızı da duyduk. Hatta Amerika’dayken arkadaşlarınızla bir müzik grubu kurduğunuzu da işittik…

Müziğe ilgim lise yıllarıma geri gidiyor. Başlangıçta biraz gitar çalıştım ama bağlamayı elime alınca bir daha bırakamadım. Halk müziği bizim irfan ve insan felsefemizin en rafine ifadelerinden biridir. Müziğe bir hobi, eğlence, vs olarak bakılması çok yanlış. Müzik bir sanattır. Yükselmeye meyilli ve arzulu ruhları yükseltir. İnsan, ruhunda ne varsa ona uygun müziğe yönelir. Müzik sizi açar ya da kapatır. Batında ne varsa zahire o yansır.

Müzik bir yolculuktur, bir sefere çıkmaktır. O yolculukta karşınıza nelerin çıkacağını tam olarak bilemezsiniz. Fakat bütün önemli ve kıymetli yolculuklar gibi müzik yolculuğu da istikametsiz, disiplinsiz, kılavuzsuz olmaz. Bizim kılavuzumuz Anadolu müzik geleneğidir. Yüksek bir sanat haline gelmiş irfani varlık anlayışının ortaya koyduğu bu büyük birikim bin yıldır yaşıyor; bundan sonra da yaşamaya devam edecek. Bu büyük geleneğe yaslanmadan otantik, ciddi ve kalıcı işler üretmek mümkün değil. Ama geleneğe dayanmak, onu körü körüne taklit edip yan gelip yatmak da değildir. Geleneğin içinde kalarak, ona dayanarak “henüz söylenmemiş olanı” bulup çıkartmak bir geleneğin hayatiyetini koruması için elzemdir. Ben müzikle böyle bir rabıta kurmaya çalışıyorum…

BAKIŞ AÇISININ NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNU ANLAMAK İSTEYEN FOTOĞRAF SANATIYLA UĞRAŞMALIDIR

Aslında diğer başlıklar gibi müzik meselesini de çok daha uzun konuşmak isteriz ama mümkün olduğunca size dair aldığımız her nota temas edebilelim diye müsaadenizle geçeyim buradan. Profesyonel anlamda fotoğrafçılıkla da meşgul olduğunuzu biliyoruz. Programlar vesilesiyle dünyanın her yerine gidiyorsunuz. Biraz uzaklaşıp deklanşöre basma imkânı bulabiliyor musunuz?

Fotoğrafı çok seviyorum. Çok öğretici, besleyici ve ufuk açıcı bir sanat dalı. Fotoğrafçı olmak gibi bir iddiam asla olmaz. Ama bir ara ciddi manada ilgilendim fotoğrafla. “Acaba ben de bir Ara Güler, İzzet Keribar, Ansels Adams yahut Steve McCurry  gibi fotoğraf çekebilir miyim” diye kendimi motive ettiğim zamanlar olmuştur. (Gülüyor)

Emek verdikten ve özendikten sonra insanın pek çok şeyi yapması mümkün. Yetenek tek başına yetmez; insanın emek vermesi, işin işçiliğinin hakkını vermesi gerekir. Müzikten fotoğrafa, ilimden devlet görevlerine kadar her işimde kendime sürekli hatırlattığım bir ilkedir bu.

Bugün eskisi kadar fotoğraf çekemiyorum. Ama bazen kızlarımla, Harun Tan’la çekim yapıyoruz; daha doğrusu yapmaya çalışıyoruz. Bakış açısının ne kadar önemli olduğunu anlamak isteyen fotoğraf sanatıyla uğraşsın derim. Gayb ve şehadet alemleri arasındaki cilveli ilişkinin ipuçlarını burada bulabiliriz. İnsani düzeyde neyin görünür, neyin görünmez olduğu biraz da sizin bakış açınıza, nereden baktığınıza bağlı. Âlemü’l-hayâl hakkında fikir edinmek için de fotoğraf sanatı çok öğretici olabilir. Bugün unuttuğumuz ama aslında hayatımızın her anına dokunan âlemü’l-hayâlin ne olduğunu da tekrar hatırlamamız gerekiyor. Görünen ile görünmeyen, açık-seçik olanla bize kapalı olanın arasında bir yerde yer alan, hissedebildiğimiz ama matematiksel olarak ortaya koyamadığımız, söze dökemediğimiz varlık mertebeleri, büyük varlık dairesinin çok önemli bir boyutunu oluşturur. Sanat biraz da bu ara varlık mertebelerini keşfetme gayretidir.

Aynı şekilde ışığın ne olduğunu idrak etmek için de çok büyük imkanlar sunuyor fotoğraf. Işık ve renk… hepimizin yolunu aydınlatan, hepimizin hayatında olması gereken ışık ve renkleri ve onların bin bir hali…

En iyi fotoğraflar önce zihinde çekilir diye bir söz vardır. Bunda büyük haklılık payı var. Deklanşöre basmak, o anı kayıt altına almayı sağlıyor. Ama iyi fotoğrafın özünü başka yerde aramak lazım. Şüphesiz teknik imkanları iyi kullanmak, doğru makine ve objektifle çekim yapmak vs. önemlidir. Ama bunlar işin gerek şartıdır ama yeter şartı değildir.

Efemera ilginiz olduğunu da biliyoruz. Özellikle kalem ve tespih konusunda.

Evet. Dolma kalem ve tespih konusunda İbrahim Tenekeci gibi sadık ve uzman bir rehberim ve yol arkadaşım var. Daha fazla söze gerek var mı?

Kalem konusunda Nabi Avcı Beyi de burada anmak isterim. Diğer güzel hasletlerinin yanı sıra insana kalemi, kağıdı, yazmayı sevdiren bir güzel insandır Nabi Hoca.

Tespih konusunda Mehmet Çebi’nin de hakkını teslim etmeliyim. Geleneksel sanatlarımızı ve modern yorumlarını ortaya çıkartırken tespih sanatına da önemli katkılar veriyor. Bu arada şunu da söyleyeyim. Tespih sanatında Türkiye’de gerçekten çok iyi ustalar var. En doğru yöntem kehribar, değerli taş, abanoz, sandal, öd, yılan ağacı, demirhindi gibi ağaç malzemeleri yurt dışından getirip Türkiye’deki ustalara yaptırmak.

Mütevazi dolma kalem ve tespih koleksiyonuda bu dostların çok katkısı var.

Son olarak yeni çalışmanızı sormuş olalım. Otel odalarında ya da uçak yolculuklarında şu sıralar yazmakla meşgul olduğunuz yeni bir eser var mı?

Var. Medeniyet üzerine bir kitap yazıyorum (yazmaya çalışıyorum). Hakkında çok konuştuğumuz ama pek az ilim ve fikir sahibi olduğumuz bir kavram medeniyet. Lehinde ve aleyhinde farklı görüşlerin olduğu zengin bir mefhum.

Hem ait olduğumuz medeniyet geleneğini anlamak, hem de bugüne ve yarına ilişkin bir tasavvur sunmak için çaba gösteriyorum. ‘Akıl ve Erdem’ ile ‘Ben, Öteki ve Ötesi’ kıvamında ve tadında bir kitap olmasını arzuluyorum.

Her kitap bir yolculuktur. Menzil konusunda kafamda bazı fikirler var. Ama yolda karşımıza neler çıkar, başladığımız yer, bitirdiğimiz yer neresi olur… Sonra bütün bunlardan okuyucu ne alır, ne almaz… Kesin olarak söylemek zor. Ama bu da heyecan verici bir şey…

Mevla hepimize hayret makamının güzelliklerini ve heyecanını ihsan etsin…