Dağın Kalbine Yolculuk

İBRAHİM TENEKECİ

Selçuk Sümer arıyor. Samanlı dağlarında bir mağara varmış. Pek bilinmiyormuş. ‘Bu hafta oraya girelim’ diyor. Peki. Ekibi oluşturuyoruz. Eylül ayının ilk günleri. Sabah olmadan İstanbul’dan çıkış ve Geyve’ye varış. Akkayalar Lokantası’nda çorbalar içiliyor, çaylar söyleniyor. Plan basit: Mağaraya gireceğiz. Eksiklerimizi tamam ettikten sonra, Pamukova üzerinden tırmanışa geçiyoruz. Elbette arabamızla. Yol boyunca, birbirinden güzel köylerden geçiyoruz. Sıklıkla duruyoruz. Kızılcık (kiren), yabani armut (çördük), acı elma (acuk) yiyoruz. Henüz olgunlaşmasa da ahlat ve alıç yeme teşebbüsleri. Köyler temiz. İnsanlar candan. Ağaçlar cömert. Hepsini bir kelimeyle özetleyebilirim: Bereket. Aklıma Turgut Uyar’ın şu dizesi geliyor: “Çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam.” Rakım yükseldikçe her şey daha berrak hale geliyor. Duru Gök. Ormanda ilk dikkatimi çeken, kestane ağaçlarının çokluğu oluyor. Zamanını öğreniyor ve meyve takvimine yeni bir işaret ekliyoruz. Toprak yol, bize aslımızı hatırlatıyor. Bu duyguyu asfalt vermiyor. Hele beton, hiç. Bir müjde gibi tek tük gördüğümüz çocuklar. Küçük yaşlarına rağmen onurlu ve olgunlar. Denir ki, açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez. Buralarda hayat durgun görünüyor. Fakat öyle mi? Bir atalar sözü: Derin sular durgun olur. Çam ağaçlarının arasından, manzara birden açılıyor. Toprak genişliyor. Bakacak üzerinden Eskiyayla’ya ulaşmış bulunuyoruz.

Sırt çantalarımızı yükleniyor ve yürüyüş kolunu oluşturuyoruz. Beş kişilik bir ekip. Kadro iyi. İtimat tam. Kimse arkadaşını geride bırakmaz. Nasıl derler? Ölümüne. Ağaçlı patikadan kayalık bir yamaca ulaşıyoruz. Dağın zirvesi bize tepeden bakıyor.

Mağaraya az kaldı, yaklaştık. Altı kilometre sonra, yolun sonuna geliyoruz. Buradan ötesi yürünecek. Sırt çantalarımızı yükleniyor ve yürüyüş kolunu oluşturuyoruz. Beş kişilik bir ekip. Kadro iyi. İtimat tam. Kimse arkadaşını geride bırakmaz. Nasıl derler? Ölümüne. Ağaçlı patikadan kayalık bir yamaca ulaşıyoruz. Dağın zirvesi bize tepeden bakıyor. Yamacı aştıktan sonra mağaranın ağzına varıyoruz. Dağın kapısı gibi duruyor. İnsan boyu yüksekliğinde, bir metre genişliğinde. Her yer kuru olmasına rağmen, içerden kuvvetli bir su sesi geliyor. Bizde bin merak. Mağaranın girişinde insanı üşüten güçlü bir hava akımı var. Elimizdeki büyük feneri mağaranın içine tutuyoruz. Karanlık, birkaç metreye kalmadan, ışığımızı yutuyor. Son hazırlıklar yapılıyor. Paçalar çorapların içine sokuluyor, kafa fenerleri takılıyor, sopalar sağ ele alınıyor ve içeriye ilk adım atılıyor. Hadi bismillah. Daha on metre ilerlemeden suya kavuşuyoruz. Bir dereyi andıran su, yarım metre genişliğindeki bir yarıktan, bir şelâle gibi, dağın içine dökülüyor. Dağın içinden tekrar dağın içine. Ses işte buradan geliyormuş. Bu manzarayı görüp de ürpermemek mümkün değil. Yarıktan içeri düştüğünüzü düşünün. Bulamazlar. İlk temas. Ayaklarımız suya değer değmez, köze basmış gibi havalanıyoruz.

Su çok soğuk. Yakıyor.

yazının devamı Cins Dergi Ekim 2015 sayısında…

Posted in Genel