Herkesin her şeyden haberdar olduğu ama hiçbir fikri olmadığı bir dünyada yaşıyoruz

 

SÖYLEŞİ: YUSUF GENÇ

EROL GÖKA

Modern insan işletmeye dönüştü, ilişkileri de yatırım aracı

Konumuz ilişki, başlıklar oldukça çeşitli. Konuşacağız ama başlamadan şunu anlamak istiyorum; neden ‘ilişki’ deyince önce ‘kadın-erkek’ sonra giderek cinsellik uyanıyor zihnimizde. Bize sözlüğün bir oyunu mu bu?

Ortada bir oyun olduğu kesin ama sanki oyunu sözlük değil de psikolojimizin en derin ve güçlü katmanı “bilinçdışı” kuruyor Yusuf kardeş. Özellikle gençlik zamanlarımızda bilinçdışımızdaki akışta cinsellik ve kadın-erkek ilişkisi mevzuları çok enerjimizi alıyor ve en küçük bir çatlak bulduğunda hemen dışarı sızmak istiyor. Şakalar, anlam kaymaları bu sızma için verimli alanlar… Eee bir de Türkçede her bağlantıyı, rabıtayı “ilişki” diye adlandırmışsanız, ne yapsın zavallı zihniniz bu durumda…

Doğrudan sözlük anlamını sormuyorum tabi ama güncel dilde kullanım yerine göre menfi ya da müspet anlamları var ‘ilişki’nin. Bu algının kaynaklarını açabilir miyiz? ‘Onun ilişkileri kuvvetlidir’ diyoruz mesela.

Hani “insan, sosyal bir varlık” diyorlar ya, oradan giderek bir cevap bulabiliriz soruna. Bizim en mühim özelliğimiz, ontolojik olmazsa olmazımız topluluk halinde yaşamamız. Bu o kadar güçlü bir yanımız ki, Freud’un cinselliği ön-plana alan yaklaşımına sonradan itiraz edenler, insan “tatmin” değil, “ilişki” arar diye karşı çıktılar. İlişkiselliğimiz, hayatımızdaki başkaları, kendimizi, nefsimizi, kimliğimizi oluşturmamızda en önemli nokta. O yüzden kişilik özelliklerimizde de bu yöndeki hevesimiz, çabamız dikkat çekiyor, karşımızdaki insanın  “içine-kapanık” -“cana yakın” spektrumundaki yerini tayin etmeye çalışıyoruz hemen. Cana yakınlık, kolay ilişki kapasitesi, sınır ihlallerine yol açacak kadar yapış yapışlık içermediği sürece genellikle olumlu olarak karşılanıyor.

Eğer doğru anlıyorsam ilişki için öncelikle bir ‘ben’ gerekiyor. İlişki nasıl söz konusu oluyor peki? Ben’in merkezde olduğu, ben’den hareketle mi yoksa karşıdakini merkeze alarak mı? Yoksa ortak bir saha mı?

Ohoooo, buna cevap verebilmem için bütün bir psikanaliz tarihini, tüm teorileri teker teker anlatmam gerekiyor. Şaka bir yana, çok zor bir soru; bakın size üç ana psikanaliz ekolünün adlarını söyleyeyim. “Ego psikolojisi”, “kendilik (self) psikolojisi”, “nesne ilişkileri teorisi”… Adlarından da anlaşılacağı gibi ekoller, ben-sen-o ilişkisine yaklaşım farklılıklarına göre ortaya çıkıyorlar ya da bu konuda çok önemli yaklaşım farklılıkları var. Kütüphaneler doldurur bu konulardaki literatür… Durumun ne kadar karışık olduğunu anlatabilmek için izin verirsen ben sana ve dergi okuyucularına bir soru sorayım: “Bebek, annenin gözlerine baktığında ne görür?” Bilim, daha bu bakışmayı çözmeye çalışıyor… Ama iş dönüp dolaşıp senin dediğin yere geliyor bir “ben” var, “bir “öteki” var, bir de “ara-alan” var. Biz kendimizi hep “merkez”de sanıyoruz ama bizi nelerin oluşturduğuna baktığımızda “merkez”in neresi olduğu karışıyor. Velhasıl zor iş,  insan ilişkisi… Bence en iyi “dans” metaforu anlatabilir insan ilişkisini. Ben-sen-birbirimizle bağlantımız, ritim, sahne ve izleyiciler…

MODERNLİK OTOMOBİLDİ, BUGÜNÜN DÜNYASINI BİLGİSAYAR SİMGELİYOR

Yaptığınız işlerle değil, kurduğunuz ilişkilerle var olabildiğiniz bir dünyada yaşıyoruz. İyi olmanız bir şey ifade etmiyor, iyi görünmeniz gerekiyor. ‘Var olmanın’ tek başına artık yetmediği bir eşikteyiz. Bir ‘ben’ gerekiyor dedik ama artık o da yetmiyor gibi.

Hımmm, psikanalizden varoluş alanına geçtik şimdi. Evet, insan hep bir dünyanın, bir zamanın içinde yaşıyor. Şimdi de tüketim kültürü de denilen modern zamanlarda kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Nasıl bize satın alalım, tüketelim diye metalar sunuluyorsa biz de kendimizi ilişki alanına bizi nasıl görmelerini istiyorsak öyle sunmak, çok özür dileyerek, bir nevi pazarlamak durumundayız. Birazdan oraya da geleceğini tahmin ediyorum, yaşadığımız zamanlar için artık sadece “modernlik” demek de yetmiyor, bilişim teknolojileri son 20-30 yıldır modernlikle ilgili bilgilerimizi dahi tepe taklak etti. Şimdi bir de “sanallık” ile boğuşuyoruz. Kendimizi sanal dünyada da pazarlamak, gerçek halimizle sanal halimiz arasındaki gerilimi de göz etmek durumundayız. O yüzden ben şimdiki zamanları “modernlik”ten ziyade “teknomedyatik dünya” diye adlandırıyorum.

Modernliği otomobil simgeliyordu, bugünün dünyasını ise bilgisayar. Bu simgeleri anlarsak günümüz toplumunu ve ilişkilere bakışımız da anlamak kolaylaşır. Otomobil, zenginliği, hızı, başarıyı, özgürlüğü, kendine saygıyı simgeler; modernliğin temel amacı olan bireysellik ve özerklik için paha biçilmez bir değer taşır. Fakat otomobilin temsil ettiği mekanik teknolojiler kusurludur, bu sayede modernlik idealleri ancak daha ziyade erkeklere, üst-sınıflara ve zengin ülkelere kadar ulaştırılabilinir. Oysa bugünün teknomedyatik dünyasını simgeleyen bilgisayar ve bilişim teknolojileri ise, kadın-erkek, zengin-yoksul herkese, birçok kanaldan “Ne olabilirsen onu ol” mesajını iletebilir.

BUGÜNKÜ DÜNYAYI ‘GÜÇ TALEBİ’ BELİRLİYOR

İnsanın nesnelerle ilişkisi de modern zamanlarda başka bir şeye dönüşmüş durumda. Bu yüzyılın bir sloganı; anı yaşa idi. Geçince unut gibi sanki. Hep denir ya, ‘on yıldır kullandığınız tek bir şey var mı’ diye. Bizi kapitalizm dayatmasına çıkaracak ama ‘kullan at’a nasıl uyum sağlayabildik?

Teknomedyatik dünyayı asıl olarak “güç istemi” belirliyor. Kimisi iktidarda, kimisi parada ve servette, kimisi fiziksel ve cinsel kuvvette, kimisi kılıçta ve silahta, kimisi etrafında sadakat bildirenlerin sayısında somutlaşan ve öne çıkan bir biçimde güç talep ediyor; “Güç bendeeee!” diye bağırmak, en güçlü tahtına geçip kurulmak istiyor.

Artık bireysel olan ile kamusal olan, zihinsel olan ile çevresel olan iç içe kaynaşmış bir vaziyette. Her bir insan, kendisi ve diğerleri için farklı programlanmış bir bilgisayar ekranı gibi; diğer ekranların işletim ağına mesaj aktarmaya uğraşıyor. Aralarında gerçek ilişki bulunmayan günümüz insanı, hiç durmaksızın yeniden yeniden, kablolu ve kablosuz, bir akışkanlık içinde bağlar kurup bir süre sonra bağsız kalıyor. Özgürlük ihtiyacını ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor; gündelik hayatında başvurduğu yollar bu iki özlemin yenilgilerini gizlemeye yarıyor. Deneyimini ve insan ilişkisinden beklentisini “ilişkiye girme”, “ilişki yaşama” terimlerinden ziyade, “bağlantıda olma”, “hatta kalma” sözleri açıklıyor. “Eş”ten ziyade “ağ”dan söz ediyor. “Kendine bir ağ oluşturma”ya, “ağ üzerinde sörf yapma”ya çalışıyor.  “Bağlantı” dediği ise, sanal ilişki; kolayca girilip çıkılıveren, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu, “delete” tuşuna basınca kurtulması mümkün ilişki. İnternet üzerinden, cep telefonuyla ve mesajlarla durmaksızın sürdürdüğümüz çılgın etkileşim bizi her an yepyeni bir insanın, topluğun önüne bırakabilir herkesin her şeyden haberdar olduğu ama hiçbir şey hakkında fikri olmadığı bu dünyada… Pardon, sen buraya nasıl geldik diye sorumuştun değil mi? İnan, bilmiyorum.

İLİŞKİLERE DE YATIRIM ARACI GÖZÜYLE BAKIYORUZ

Yine modern dünyada yaşayan modernler olduğumuzun en net göstergesidir bu. Hepimiz bir yerlerde çalışıyoruz ve hepimiz farklı pozisyonlarda da olsa üst-ast ilişkilerinin içindeyiz. Ve her yerde hepimiz kendimizden daha az zeki insanların altında çalıştığımızı düşünüyoruz. Niye böyle?

Haa haa haa, içinde yaşadığın toplumun, narsisizmin kültürünün nemenem bir şey olduğunu göremezsen elbette bu toplumun senin şahsında somutlaşmasından, kendinden de bihabersindir. En iyisi sensin, her şeyin en iyisini sen hak ediyorsun ama bu insanlar seni hak etmiyor diye düşünmek kadar şu karmakarışık dünyada insanı rahatlatan ne var? Uçsuz bucaksız, hiç anlamadığın belli bir rota belirleyemediğin bir okyanustaysan kendi gemine, yani kendine sıkı sıkı yapışırsın.

Üst-ast ilişkisinin dışında ‘plaza çalışanı’ denilen bir tür var biliyorsunuz. Batı’da bunun dizileri falan da çekildi, bizde henüz yapılmadı bildiğim kadarıyla ama berbat bir iki yüzlülük vardır o dünyanın içinde. Herkes birbirinin kuyusunu kazar falan…

Tam ben söyleyecektim, sen sordun. “Plaza” ve bir de “alış veriş merkezi” yapıları, teknomedyatik dünyayı anlamak için çok önemli. Gerek çalışanın gerek iş, alış veriş için orada bulunan kimsenin ruh halini anlayabilmek için orada olup bitene şöyle bir bakmanız, birazcık kafa yormanız yeter. Plazalarda, bir an önce alış veriş merkezlerine dalmak, orada hayatımızı yaşamak (!) için bulunuruz. Alışveriş merkezleri, nasıl dileklerin kısa süreli uyanma ve sönme hızlarını dikkate alarak tasarlanmışlarsa ilişkilerimiz de artık bu tasarıma ayak uydurmak zorundadırlar. Kısa süreli istek ve arzularımıza göre şekillenir her şey. Aramızdaki bütün hikâye, bize en yüksek keyfi vermeli ve mümkünse keyif biter bitmez sona ermelidir. Bu durumu tıpkı günümüzün borsasındaki işleyişe benzetiyor, benim de çok şey öğrendiğim ve sıkça alıntıladığım büyük düşünür Bauman. “Hisseler satın alıyorsunuz ve onları bir değer artışı görülene dek elinizde tutuyorsunuz, sonra karlar düşer düşmez ya da başka hisseler yüksek bir gelir habercisi olduğunda alelacele satıyorsunuz (bütün numara, uygun anı kaçırmamakta)”. Bugün ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakıyoruz. Evet, biz bir işletmeyiz, ilişkilerimizde işletmemizin verimini arttırmaya yarayan bir pazar… Hal böyle olunca, gariban plaza insanına, “kasıntı” rolünü oynamaktan başka bir alan kalmıyor…

KENDİMİZ DÂHİL HER TÜRLÜ GÖRÜNTÜYÜ CANIMIZIN İSTEDİĞİ GİBİ BÜYÜTÜP KÜÇÜLTEBİLİYORUZ

Sanal dünya diye bir şey var malum, değindiniz. Sanki gerçek dünya çok gerçekmiş gibi böyle adlandırıyoruz. Orada da ilişkiler kuruyoruz. Ve eleştiriliyor bu. Oradan iş bulan, oradan evlenen, oradan dünya görüşünü kuran insanlar var hâlbuki.

Bak işte geldin sanallığa, gelmesen olmaz ki, çünkü son yirmi yıldır ilişkilerimiz giderek sanallığın rengine boyanıyor. Yepyeni bir insan tipiyle, yepyeni bir insanlıkla, yepyeni bir zihinle karşı karşıyayız. “Yeni denizin balıklarıyız” diye adlandırıyorum ben bu durumu. Elimizden düşürmediğimiz cep telefonunun her yeni versiyonu çıktığında, biz biraz daha sanallığın içine batıyoruz. Bir yandan dünyanın öbür ucuna kadar binlerce insanla aynı anda temasta olmanın imkânı, öte yandan derinlemesine bir ilişkinin artık imkânsızlığı.  Nereye gideceğimizi, nasıl düşüneceğimizi, hatta neler hissedeceğimizi teknomedyatik dünyanın yöneticileri belirliyor, piyasaya hangi kapasitede bir bilişim aygıtı sürerlerse bizim zavallı sistemimiz kendisini o aygıta göre ayarlamaya çalışıyor. Ardından ilişkilerimiz ona göre formatlanıyor. “Sanal” gibi görünen bu dünya, artık bizim gerçek dünyamız. “Bu dünya yalan dünya” diyordu ya eskiler, onlarınki hakikat idi; yalan olan, bizimkisi ve hatta yalanın boyutları bile bizim elimizde, kendimiz dâhil her türlü görüntüyü canımızın istediği gibi büyütüp küçültebiliyor, kılıktan kılığa sokabiliyoruz. Çocuklarımız, böyle bir dünyanın içine doğuyor ve hakikat algısını ona göre biçimlendiriyor. Ahh ahh konuşturma beni…

Babalar ve oğullar var bir de. Edebiyatımızın sevdiği bir şey ve gerçek; şairler babalarıyla konuşamayan insanlardır. Ben bunu sorayım ama siz aile etrafında mümkün bütün başlıklarına değinerek cevaplayın.

Baba, yaşadığımız dünyanın kıymeti en az bilinen insanı. “Erkek egemen” denilen kültürde söyleyeceklerim tuhaf karşılanabilir ama maalesef öyle. Baba, her zaman kendisini ispatla yükümlü gibi gören bir varlık, hep tamamlanacak bir yeri kalıyor bu problemin, babalık sorumluluğu hiç bitmiyor. Batılı psikanaliz, baba ile oğulun hallerini hep “aynı kadın” (babanın eşi, bizim annemiz) etrafında sorgulamaya, anlamaya çalıştı. Baba, oğul arasında bitmek bilmeyen bir rekabet gördü. Ama bakın biz, konuşmayan, yarım kalmış, birbirlerine dertlerini anlatamayan iki kişi görüyoruz baba ile oğul ilişkisinde… O yüzden beni en çok üzen konulardan birisi, babasıyla yaşarken konuşamamış ama vefatından sonra “keşke” diyen oğulların iç sızısıdır.

“Aile etrafında” diyerek, sen beni sabaha kadar konuşturacaksın galiba. Eşlerin ve kardeşlerin birbiriyle, annenin ve babanın teker teker kız ve erkek evlatlarıyla, akrabalarla ilişkileri diye ele aldığımızda konuşulması gereken yığınla konu çıkar karşımıza. Bakın öyle yapmak yerine ben size, bunca yıllık mesleki tecrübemden sonra ne yapıp edip aileyi koruyup yüceltmemiz gerektiğini söylemekle yetineyim. Ve bir de ilave edeyim, bence toplumumuzda en büyük sorunumuz, kaliteli ve kişilikli erkek evlat yetiştirme ve kardeşler arası rekabeti halletme noktasında… Bunları bir vesileyle ayrıca uzun uzun konuşmak isterim.

Konuşalım Hocam. Ama ‘çocuk’ demişken onu da sorayım. Mesela bugünün taze ebeveynlerinde ‘çocuk’, çocuktan daha başka bir şey. Çok steril alanlarda, ‘aman aman’ diyerek büyütülüyor, yeryüzündeki son çocuk oymuş gibi. Acayip bir şey. Buna ne yol açıyor?

Evet, maalesef çocuklar evlerimizin yeni kralları… İlk bakışta bu narsisizm kültürüyle çelişiyor gibi ama değil… Çocuklarımız, en büyük narsistik yatırım araçlarımız… Çocuklarımız sayesinde dünyaya yaptığımız narsistik yatırımları nesillere aktarabiliyoruz. Tabii ki her halükarda çocuklarına sahip çıkan, onlar için çabalayan bir ebeveyn, ilgisiz ya da çocuklarını suiistimal eden ebeveynden daha iyidir. İyi ebeveynliğin kıymetinin farkındayım ama buna rağmen narsisizm eleştirisini yapmaktan geri kalmıyorum zira “Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan aracından başka bir şey değildir” (8/28) ve “Mal ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak olan iyi ameller ise, Rabbinin katında, sevapça da daha hayırlıdır, ümit yönünden daha hayırlıdır” (18/46)  bilincimiz hep ayakta kalsın istiyorum.

ARZU TÜKETMEK İSTERKEN AŞK SAHİP ÇIKMAK İSTER

Biçimi biraz değişse de içeriği pek değişmeyen bir mesele aşk. Tarih boyunca var ve hep merkezde. İnsanoğlu olarak yaptığımız en istikrarlı şey bu sanırım; seviyoruz. Fakat o da farklılaştı. Çok âşıklar, çok seviyorlar ve fakat iki ay sonra boşanıyorlar. Ya da ufak bir mesele uçurum açıyor aralarında.

Aynen dediğiniz gibi oluyor. Tüm dünyada ve bizde boşanmalar artıyor. Böyle bir olguyla karşı karşıya olmamız aşkın ya da sevginin suçlu olmasından ya da gençlerin sevgilerinin gerçek olmamasından kaynaklı değil. Suçlu, daha ziyade yaşadığımız ve sabahtan beri anlatmaya çalıştığım dünya halimiz. Aşk, özen ister, özen gösterilen sevgiliyi korumayı gerektirir. Arzu oburca tüketmek isterken aşk sahip çıkmak ister. Tüketim arzusu ne kadar bencil ve merkezcilse, aşk o kadar adanmış ve merkezkaç güçle çalışır; hizmette olma, her an hazır olma, emre amade olma anlamına gelir. Aşk, bir kişiyi, güveni özgürlüğün önüne alabilmeyi gerektirir. Aşkın ardından sevgiye dayalı gerçek bir çift olabilmek için eşlerin sürekli birbirilerini övme becerisini gösterebilmeyi, her halükarda kabul edici, sahiplenici, huzurlu bir liman olduğunun gösterilebilmesi gerekir. Çift olmak, bir insanı tanımlı kılmak adına, belirsiz bir geleceğe rıza gösterebilmek demektir.

Günümüzün işletme zihniyetiyle çalışan, arzuya ve daha çok keyfe dayalı ilişki anlayışında aşkı gerçekten hayata geçirme şansı var mı emin değilim. Gençleri eleştirmeyi bırakalım da bu soruna bir cevap arayalım. “Gençleri” demişken… Gençliğin de sadece modern zamanlarda zuhur eden bir insanlık evresi olduğunu belirtmeliyim. Eskiden de elbette biyolojik olarak genç insanlar, delikanlılar vardı ama gençlik bir evre değildi. Akıl baliğ olan insan, evlenir, iş ve toplumsal konum sahibi olur, topluma karışırdı. Şimdi genç dediğim, işi gücü olmayan, ailesine bağımlı, henüz kimlik edinememiş bir insanlık evresi söz konusu. Bu dönemde yaşayan insanlarımız, gençlerimiz sanılanın aksine çok büyük dertler yaşıyorlar. Bunu da hesaba katmalıyız.

Erkeğin kadına bakışı anlamındaki kadın erkek ilişkisi de konuşulmayı gerektiriyor bu bağlamda. Tüm tarihi boyunca erkeğin kadını en çok övdüğü yüzyılda yaşıyoruz ama aynı zamanda kadına yönelik şiddetin de at başı gittiği bir yüzyılda.

Bravo, modern zamanların açmazlarından bir tanesini çok güzel formüle ettin. Gerçi, akademi bu söylediğini kolayca kabul etmez, tüm şiddet gibi kadına yönelik şiddetin de geleneksel toplumlarda daha fazla olduğunu söylerler ama ben aynen senin gibi düşünüyorum. İnsan ve ilişki geleneksel dünyada daha kıymetliydi; insanlar daha bir kısa bir ömür sürüyorlardı ama hayatları, hayata benziyordu. Kadına yönelik şiddetin artışından en çok, kadının kamusal hayata geçişinin ve erkeklerle aynı haklara sahip olmasını erkeklerin sindiremeyişin pay sahibi olduğuna dair bir görüş var. Ben de bu görüşle mutabıkım ama elbette buradan yola çıkıp kadın, kamusal hayattan tekrar evine dönsün tezini savunmuyorum. Bunu, hem kadın haklarına saygımdan, kadını tamamen kendimle eşit haklarına sahip olarak gördüğümden dolayı savunmuyorum hem de hayata geçmesi imkânsız, saçma, anakronik bir tez olarak görüyorum. Modernliği bu kadar çok eleştiriyoruz ama kabul edelim ki biz artık bu yeni denizin balıklarıyız. Bu denizi iyi öğrenip, bu devirde ortadan kalkmış olan insanın manevi varoluşunu günümüz şartlarında yeniden hayata geçirmenin yollarını bulmaktan başka çaremiz yok. İnsanın, Yaratıcısına, topluma, tabiata, aileye, kendisine saygı içinde yeni bir ilişki ağı oluşturması mümkün…